Aksa Tufanı’ndan beri Gazze Davası, fiilen yaşanırken bizim için daha çok bir edebiyat malzemesine dönüştü sanki. Mısır’daki barış görüşmelerinin yapıldığı o gece -8 Ekim 2025- uyku gözüme girmedi. İçimde derin bir tedirginlikle birlikte bir iç muhasebe ihtiyacı oluştu. Yazmasam belki ölmezdim ama içimde kalacaktı. Bu yüzden içimde ukde kalmış duygulara tercüman olmak istedim.
O gece, daha şafak sökmeden aklıma Aksa Tufanı’ndan beri İslam dünyasının, özelde Türkiye’nin Gazze ile ilgili tutumu geldi. Kıyamet sahnesi gibiydi: Kan, barut, bomba, yıkıntılar altında kalan cesetler, kucağında cesediyle kaçan anne-babalar, çocuklar, yaşlılar….
Resmi rakamlara göre altmış yedi bin ölü; gerçek tahminler yüz binin üstünde. Açlık, susuzluk, kar, kışın soğukluğu, barınak yokluğu ise ayrı bir felaket.
Bütün bunlar yaşanırken halklar slogan atmakla meşgul edildi. Kurban can derdinde, kasap et derdinde oldu. Beklentimiz İslam ülkelerinin topluca, kararlı biçimde İsrail’e karşı çıkması; Gazze’yi korumasıydı. Oysa çoğu çekingen davrandı ya da göstermelik destek verdi. Netice: maskeler düştü, gerçekler görünür oldu.
Görünüşte Filistin davasının yılmaz savunucularıydık; fakat gerçekte değildik. Çünkü başka planların peşindeydik. Davada kahramanlık zamanı değil; kalıcı projeler yapıp uygulama zamanıyken elimizi taşın altına koyamadık. Kudüs işgal altında, Gazze’de her gün çocuklar bombalanıp açlığa mahkûm edilirken biz kuru gürültüyle yetindik.
Samimi gayretlerin yanında çirkinlikler de oldu. Özellikle barış görüşmeleri arifesinde son Sumud filosuyla ayyuka çıkan görüntüler —samimi olanları tenzih ederek— işi sulandırdı.
Bu yüzden Gazze’yi yazmak ve konuşmak bana hep riyakârlık gibi geldi. “Niye yazmıyorsun?” diyenler oldu; kendimi tam ifade edemedim, birçoğunun kalbini kırdım. Yazmamak/konuşmamak da içimde ukde oldu.
Aslında Gazze’nin bana değil, benim Gazze’ye ihtiyacım olduğunu düşündüm. O, üstüne düşeni fazlasıyla yaptı; hâlâ da yapıyor. Zavallı onlar değil, aciz olan bizlerdik. Onları böyle bir sonla karşı karşıya getirmenin acısı ve mahcubiyeti içimi kapladı. Pekâlâ, durum böyle olmayabilirdi: On binlerce insan katledilmeyebilirdi; açlıktan ölümler olmayabilirdi.
Yusuf’un kuyuya kardeşleri tarafından atılması gibi biz de Gazzeli kardeşlerimizi gömmeyi tercih ettik sanki. Şimdi de çıkmışız hiçbir şey olmamış gibi kahramanlık yapmaya çalışıyoruz. Yiğidi öldürüp hakkını da inkâr etmemek lazım. Türkiye’nin Katar ve Mısır’la birlikte samimi gayretleri elbette yadsınamaz. Özellikle de MİT Başkanı ve Cumhurbaşkanımızın girişimleri göz ardı edilmemeli. Türkiye İslam coğrafyasında hep umut oldu; ama çoğu zaman yalnız bırakıldı. İsrail ise İslam dünyasının kalbinde bir hançer. Bu durumda, gözü kan bürümüş bir caninin karşısında ancak böyle bir netice elde edilebildi. Evet, ama yetmez.
Bir gerçek var: netice ne olursa olsun, onlar imtihanı başarıyla verdiler; zelil olan biziz. Paramız, malımız, rahatımız, hayatlarımız daha ağır bastı. Dünya galip geldi; biz kaybettik. Oysa onlar kazandı. Ebu Ubeyde’nin dediği gibi: yapmamız gerekirken yapmadıklarımızla o davanın hasımları olduk. Bu kokuşmuş dünyaya öyle bir ders verdiler ki; Müslüman olmayan bile onları bizden daha iyi anladı. Onların yüreği bizden daha çok acıdı. Biz insanlığımızı kaybettik; acımasızlaştık.
Bunu kabul edip sorumluluk almak zorundayız. Bilinçli ya da bilinçsiz yaptıklarımızla esas yapılması gerekenlerin üstünü örttük. Her geçen gün işin özü kayboldu; asıl olan yapılmadı. Halen de öyle —çünkü böyle geldi işimize ve bazı kesimlerin işine.
Bana “Niye Gazze ile ilgili yazmıyorsun/konuşmuyorsun?” diyorlar. Ne yazayım bu ikiyüzlülükle? Üç-beş süslü cümle çaresizliğimizi dile getirir mi? Gazze zaten her şeyi yaşayarak yazdı ve anlattı. Hal böyleyken ben daha ne konuşup yazabilirdim ki? Bu tür konuşmalar çoğu zaman kendimizi rahatlatmaktan öteye gitmiyor.
Şimdi ise İsrail’in öldürdüğü Gazze’yi kendi ellerimizle gömüyoruz; acımızı içimize bastırıyoruz. Hamas bütün bunların fevkinde barış masasına oturdu. Çünkü bunca zaman hiçbir İslam ülkesinden beklediği desteği görmedi; İslam âlemi sus-pus oldu. O da acıyı içine gömdü. Görünüşe göre bu planı kabul etmekten başka çaresi yoktu: en azından mevcut durumu idare edip yaşayanların hayatlarını sürdürmesine imkân oluşturmaya çalıştı.
Tıpkı Aliya’nın 1995’de Bosna’da imzalamaya mecbur bırakıldığı Dayton Anlaşması gibi Hamas da buna mecbur bırakıldı.
Ama iş henüz bitmedi. Asıl mücadele bundan sonra başlayacak. Belki geç kaldık, belki çok şey kaybettik; ama hâlâ bir şeyler yapabiliriz. Yeter ki suskunluğumuzu eyleme, pişmanlığımızı sorumluluğa dönüştürelim.
Peki, ne yapmalı?
Evvela; İslam dünyası, parçalanmışlıktan kurtulup ortak bir duruş sergilemeli. Türkiye’nin çabaları, bu birliğin öncüsü olabilir mesela.
İkincisi; Gazze’ye sadece geçici yardımlar değil, altyapı, eğitim, sağlık gibi kalıcı çözümler üretilmeli.
Üçüncü olarak; toplumlar Gazze’nin acısını içselleştirmeli, bireysel ve kolektif sorumluluk almalıyız. Bu, sadece sloganla değil, hayat tarzımızla, tüketim alışkanlıklarımızla, siyasi duruşumuzla olmalı. Boykot önemli bir duruş mesela.
Son olarak; kendi nefsimizle, konfor alanlarımızla, suskunluğumuzla mücadele etmeliyiz. Gazze’nin direnişi, bize bu cesareti vermeli.
Netice olarak; Gazze’yi yaşamak, orada olanlar için bir varoluş mücadelesi; konuşmak ise bizim için bir vicdan sınavı. Gazze, bize insanlığımızı hatırlattı; şimdi sıra bizde. Onların direnişine layık olabilmek için, suskunluğumuzu kırmalı, eyleme geçmeliyiz. Çünkü Gazze hâlâ umut, hâlâ insanlığın vicdanı. Ve evet, iş henüz bitmedi. Büyük cihat, şimdi başlıyor.
Kaynak: dibace.net