Seyahat notları

Gün Zileli'nin artı gerçekten yayınlanan yeni yazısı;

Seyahat notları

 

Yunanistan’da iki büyük kent gördüm: Selanik ve Kavala. Eğer geldiğimiz kentlerin adları bana “İzmir” ya da ne bileyim “Antalya” diye söylense kesin yutardım. En fazla, “Kordon biraz değişmiş görmeyeli” derdim.

İsrail’in Filistin halkına karşı toplu cinayetleri sürerken, Hrant Dink’in katili salıverilirken ya da Can Atalay konusundaki bariz hukuk ihlali açıktan açığa sürdürülürken bu “seyahat notları” da nereden çıktı şimdi diye soracaktır okur. Okura hak vermediğim sanılmasın. Ne var ki, neredeyse bütün yazar arkadaşlarım bu konularda haklı ve güzel eleştiri yazıları yazarken onları tekrarlamayı hiç istemem, böyle durumlarda kalemim duruverir.

Öte yandan, kimsenin pek değinmediği konuları yazmanın da kendini tekrarlamak gibi bir riski olduğunun farkındayım. İki gündür bunun sıkıntısını çekiyordum: Ne yazmalı?

Sonunda bu konuyu buldum. Kırk yılda bir üç günlük de olsa seyahat olanağı bulmuş ve buna geçen haftaki yazımda kısaca değinmiştim. Bu konuyu biraz daha açmak beni hem diğer yazar arkadaşları hem de kendimi tekrarlamaktan kurtarabilirdi. Yazının gerekçesi olarak bu kısa “savunma” yeterli sanırım.

SELANİK - İZMİR

Yunanistan’da, bir köyünde konakladığımız Dedeağaç’ı saymazsak iki büyük kent gördüm: Selanik ve Kavala. Eğer geldiğimiz kentlerin adları bana “İzmir” ya da ne bileyim “Antalya” diye söylense (tabelalardaki Yunan harflerini görmemek kaydıyla) kesin yutardım. En fazla, “Kordon biraz değişmiş görmeyeli” derdim belki. Kısaca belirtecek olursam, Yunanistan’la Türkiye’nin batısı, yapılanma, alış-veriş, davranış ve kültür bakımından neredeyse birbirinin aynı. Farklı bir ülkeye geldiğinizi algılamıyorsunuz bile. Kuzey Makedonya’daki Koçana kasabası ve Bulgaristan’ın iç bölgeleri ise Türkiye’nin batısından çok, orta Anadolu’yu hatırlatıyor.

Tabii, girdiğiniz kafede çay istemediğiniz sürece. Üç ülke de çaya oldukça yabancı. Daha doğrusu demlenmiş çaya. “Çay” ya da “tea” dediğiniz zaman anlıyorlar ama karşılığı yok. En fazla “sallama çay” sunabiliyorlar size. Kahve kültürü tamamen egemen. Soğuğundan köpüklüsüne kadar her türlü kahve anında gelebiliyor önünüze. Koçana’da çay sorduğumuzda, bize gönüllü tercümanlık yapan bölgeden bir arkadaş aracılığıyla, “çay”ın sadece şu ilerideki camide bulunduğunu, cami imamının ara sıra çay demlediğini aktardılar. Rus ve Osmanlı kültürünün uzun yıllar etkili olduğu topraklarda çaya bu uzaklık şaşırtıcı.

Selanik’in caddelerinde ve sokaklarında dolaşırken gerçekten İzmir’de dolaştığımı sandığım anlar oldu. Sokaklarda modern giyime ve davranışlara sahip genç bir nüfus ağırlıkta. Konak ya da Kordon’da olduğu gibi. Annemin memleketi olan Kuzey Makedonya’nın Koçana kasabasının ve Bulgaristan’ın Melnik köyünün tam tersi. Bu iki yerde edindiğim izlenime göre, gençler neredeyse tamamen terk etmişler buraları. Kalan nüfus oldukça yaşlı. Tabii bunlar ilk bakışta edinilen yüzeysel gözlemler ama ilk izlenimlerin önemini ortadan kaldırmaz.

DİL MESELESİ

Selanik ya da Kavala’da dil bakımından hiç sıkıntı çekmezsiniz. Kafelerdeki genç garsonlar çoğunlukla Türkçe anlıyorlar (en azından bir şeyler ısmarlayacak kadar), olmadı, derdinizi İngilizce anlatabilirsiniz. Koçana’da da daha iner inmez (tesadüf mü bilmem) Türkçe bilen birkaç arkadaşa rastladık. Hatta bu arkadaşlardan biri bize gönüllü tercümanlık yapmayı da üstlendi. “Börek şurada var” dedi ilerdeki bir dükkânı gösterip; biz oraya yönelince, “onlarla hangi dilde konuşacaksınız?” diye sordu. Biz “İngilizce” deyince, “onlar İngilizce de Türkçe de anlamaz, ben geleyim sizinle” dedi. Arkadaşın tercümanlığıyla ısmarladığımız börekler harikaydı ama ödeme konusunda bir karışıklık yaşandı. Üç böreğin ve üçer ayranın (ayranlar Türkiye’dendi) karşılığı 800 dinar tuttu. Arkadaş, internetten 800 dinar’ın yaklaşık 10 euro olduğunu bulup hesabı ödedi.

Türkçe bilen arkadaşa, annem tarafının bu bölgeden geldiğini söyledikten sonra, “burada Türk nüfus var mı epeyce?” diye sordum. Sağ taraftaki bir yokuşu göstererek, “bu taraf hep Müslümandır” dedi. Buralarda ulusal kimlik dinle ifade ediliyordu anlaşılan.

Bulgaristan’ın Melnik köyünde dil konusunda epey zorlandık. Burada ne Türkçe ne de İngilizce bilene rastladık. Hediyelik eşya satan bir kadınla “Tarzanca” anlaşmaya çalıştık. Oturduğumuz bir yerde arkadaş (oralı olsa da Bulgarca bilmiyordu) ısmarlayacağımız şeyleri İngilizce söyleyince garson kadın yanımızdan adeta kaçtı ve bir daha da semtimize uğramadı. İster istemez kalktık oradan. Aynı izlenimi, yıllar önce Türkiye’de devamlı kalma hakkım olmadığı dönemde, üç aylık aralarla ülke dışına çıkıp girme mecburiyeti dolayısıyla gittiğim Bulgaristan’ın Filibe kentinde de yaşamıştım. İngilizce yol sorduklarım sanki cinayet mahallinden kaçar gibi ters yüz edip uzaklaşıyorlardı. Baktım olacak gibi değil, Roman görünümlü esmer bir adama Türkçe yol sordum. Bana yolu Türkçe olarak bir güzel tarif etti. İngilizceden şeytandan kaçar gibi kaçan Bulgar vatandaşları Türkçe konuştuğumu görünce, “komşi komşi” diyerek epey yakınlık göstermişlerdi bana.

Bulgaristan’ı yolda giderken o kadar fazla gözlemleyemedim ama Kuzey Makedonya toprakları ve ormanları beni büyüledi desem yalan olmaz. Kapitalizmin henüz içine etmediği bakir topraklar ve ormanlıklar insanın içini açıyor. Şu anda Avrupa Birliği’nin kapısında bekliyor Kuzey Makedonya. Sonrası ne olur bilemem ama geçmişteki “sosyalizm” deneyi bu ülkeye doğanın korunmasını hediye etmiş en azından.

BLACK BLOCK SÜRPRİZİ

Dönüş yolunda Selanik’e yeniden geldiğimizin gecesi, şöyle bir dolaşmaya çıktığımızda, bir hediyelik eşya dükkân sahibinin Diyarbakırlı bir Kürt çıkıp “Türkiyeli hemşeri”sine 1 euro tutarındaki “Selanik hatırası”nı hediye etmesini (artık global dünyadayız ya!) saymazsak beni bir başka sürpriz daha bekliyordu. Arkadaşlar bana kentin önemli bir meydanını göstermek istiyorlardı. Oraya giderken aniden polis ana yola bir şerit çekti. Herhalde bir trafik kazası oldu diye düşünüp, o meydana arka yollardan gitmeyi denedik. Bir yerlerden yeniden ana yola çıktığımızda bir gösteriyle karşılaştık. Bu manzarayı iyi anlatmam gerekiyor.

En önde koca siyah bezlere koca siyah harflerle bir şeyler yazılıydı. Tabii tek kelime anlamadık. Siyah pankartların ardında en az yirmi kişiden oluşan siyahlar giyinmiş siyah maskeli, toplamı on sıra tutan düzenli bir “birlik”le karşılaştık. Hepsinin ellerinde kalın sopalar vardı. “Anarşistler bunlar” dedim. Evet, anarşistlerin en dövüşken kesimini oluşturan “Black Block”tu bu. O şaşkınlıkla fotoğraf çekmeye çalışırken geçip gittiler. Ben ancak arkadan gelen, biz sıradan faniler gibi giyinmiş, ellerinde kızıl-kara ve A işareti bulunan diğer anarşistlerin fotoğrafını çekebildim.

Seyahat dolayısıyla yeni tanıştığım ve yol boyunca çeşitli konularda çekişip durduğum arkadaş, “Black Block”un sopalarını kastederek, “hani anarşistler şiddete karşıydı” dedi, benim arabada giderken ileri sürdüğüm bir argümanıma atıfta bulunarak. “Polisin saldırısına karşı bir savunma ya da caydırma bu” diye cevap vererek durumu kurtarmaya çalıştım!

Kavala’nın en hâkim tepesinde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın görkemli bir heykeli vardı. Anarşistler konusunda yediğim “golü” telafi edebilmek için, “Türkiye’de herhangi bir Hristiyan komutanın heykelini göremezsin” dedim çekiştiğim arkadaşa. “Piyer Loti var ya” diye yanıtladı beni. “Piyer Loti komutan değil, seyyah” diye yanıtladım.

Böylece “maç” 1-1 sonuçlandı.