SESSİZLİK VATANSEVERLİK MİDİR?

Yıldıray OĞUR ANALİZ ETTİ...

SESSİZLİK VATANSEVERLİK MİDİR?

Topraklarımız bizi besleyen vatandır. Hepimiz biliyoruz ki, Anadolumuz zelzele mıntıkası dahilindedir. Bu sebepten zelzele nasıl gelirse gelsin hepsine mukavemet edecek evlerin yapılması, tespit edilecek inşaat sisteminin can damarını teşkil eyler... Ancak soba başında ve sıcak odalarda hüküm vermek doğru değildir. Eski inşa malzemesi olan ağaç, kireç, tuğla yerine çimento, demir imdada yetişti deniliyor. Erzincan’ın bugünkü enkazı aksini söyler gibi oluyor. Erzincan zelzelesinden kurtulan Avusturyalı bir mühendise Erzincan istasyonundaki beton binaların niçin yıkılmadığını (birisi tamamen yıkılmıştı) ama şehirdeki betonların niçin yıkıldığını sorduğum vakit bana “zelzele dalgalı olmuştur” diye cevap verdi...İstasyondaki yıkılmayan beton binanın 25 metre yakınında bulunan yıkılmış beton binayı mühendise elimle gösterince “Teori yok” diye bağırdı.... Kusur zeminde mi, temelde mi, çatıda mı, malzemede mi bilmiyorum. Bir katlı mı, ahşap mı, beton mu, çatısı vidalı mı yapılsın bunu da bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, işi acele bitirmektir. Yerin altından önce yerin üstündeki binalarının vaziyetlerini incelemek için, Erzincan şimdi çok faydalı bir sahadır. Orada sağlam kalan evlerin yıkılmadan yerli ve ecnebi jeologlara, teknisyenlere, profesörlere, mimarlara çok çabuk tektik ettirilmesi ve alınacak neticeye göre yeni bir inşaat sisteminin kabulü ve bundan sonra yapılacak binaların aynı sistem dahilinde yapılmasının mecburi olduğunun kanuni müeyyidelerle tayini ve diğer Anadolu evlerinin buna göre tadili veya payandalandırılması zaruridir. Aksi halde gene bir çok ölümlere şahit olacağız.”

27 Aralık 1939 günü Erzincan ve çevre illerde meydana gelen, resmi rakamlara göre 32 bin insanın öldüğü, 100 bin insanın yaralandığı 7.9’luk depremin ardından şehre gelen yazar Safi Dümer, Cumhuriyet gazetesine bu makaleyi yazmıştı.

Yazının üzerinden 80 yıl geçmiş.

Ama yazıda Erzincan geçen yerlere Elazığ yazıp, dilini de bir miktar günümüz Türkçe’sine çevirirseniz, Elazığ depremi üzerine yazılmış güncel bir yazı olarak da okuyabilirsiniz.

Maalesef jeolog, sismolog, inşaatçı ya da mimar olmayan yazar Safi Dümer’in yazının sonundaki öngörüsü doğru çıktı, o inşaat sistemi bir türlü kurulamadı ve deprem yüzünden bir çok ölümlere şahit olduk.

1939’dan 2020’ye geçen 80 yılda Türkiye’de meydana gelen depremlerde resmi rakamlara göre 50 binin üzerinde insan hayatını kaybettik. 

Üstelik o depremlerden biri 1992 yılında, 1939’daki depremin merkez üssüne çok yakın bir yerde meydana gelmiş ve yeni kurulan Erzincan, 700 insanın üzerine bir kere daha yıkılmıştı.

2020 yılına da Türkiye 6.8 şiddetinde bir depremde 40’a yakın insanı kaybederek girdi. 

Depremde insanların öleceği gerçeğini kabullenmiş toplum, enkaz altından gelen mucize kurtuluş haberleriyle teselli buluyor, devlet de deprem sonrası kurtarma ve yardım organizasyonunun mükemmelliğiyle övünüyor.

Gerçekten de Türkiye’de hem devlet hem belediyeler hem de sivil toplum örgütleri, devletin günlerce ortada görünmediği, insanları enkazların altından Yunanlı, Rus, İtalyan, İsrailli kurtarma ekiplerinin kurtardığı 1999 depremine göre büyük bir mesafe aldı. Büyük bir beceri ve fedakarlıkla bu ekipler yine görev başındaydı. Göz yaşartan sahneler yaşandı. Yardımlar çığ gibi yağdı. Mensubu olduğumuz toplumun dayanışma ruhuyla tekrar gurur duyduk.

Ama bütün bu ümit verici gelişmeler, şükür vesilesi mucize kurtuluş haberleri can yakan büyük gerçeği değiştirmiyor. Türkiye’de 2020 yılında hala 7’in altında bir depremde 40’a yakın insan enkazlar altında hayatını kaybedebiliyor.

Neredeyse üç-dört yıl arayla Türkiye’nin farklı bir şehrinde 6’ın üstünde meydana gelen depremlerde büyük yıkımlar ve ölümler yaşanıyor.  Bundan 10 yıl önce yine Elazığ’da 6.1’lik bir depremde 42 kişi hayatını kaybetmişti. 

Ama devlet büyükleri, her seferinde Türkiye’de sanki ilk kez deprem olmuş gibi davranıyor, bu can yakan büyük gerçeği değiştirmek için deprem öncesi yapılacaklar konusunun açılmasından ve bu yüzden eleştirilmekten pek memnun gözükmüyor. 

Yaptıkları açıklamalara bakılırsa deprem durdurma şansımız olmayan bir tabiat olayı, karşısında sabretmemiz gereken bir imtihan. O yüzden devlet bütün hazırlığını ve organizasyonunu deprem sonrası için yapmış durumda. 

Peki gerçekten de 2020 yılında deprem hala kaçınılmaz bir imtihan mı? 6’ın üstündeki her depremde insanlar enkazlar altında kalmaz zorunda mı? 

Bu konuda akla ilk olarak deprem olurken hayatının devam ettiği Japonya geliyor. 

Haydi Japonya zengin, ileri teknolojinin hakim olduğu bir ülke, bizim tam dengimiz değil. Oralarda 7-8 şiddetinde depremlerde kimsenin burnunun kanamaması bizim için ulaşılması zor hedefler.

Ama dünyada binlerce yıldır fay hatları üzerinde yaşayan zenginlikleri, gelişmişlikleri bize denk başka insanlar ve ülkeler var.

Mesela Şili. 

Şili, 1960’da 9.5 şiddetiyle dünya tarihinin ölçülmüş en büyük depreminin meydana geldiği, sık sık depremlerin olduğu bir ülkeydi. Hatta 1835 yılında meydana gelen deprem sırasında Darwin de evrim araştırmaları için bulunduğu Şili’de depreme tanıklık etmiş ve not defterine “Kötü bir deprem en köklü kavramları alt üst edebiliyor” diye yazmıştı. 

Ama Şili, 1960 depreminin ardından sıkı tedbirler almaya başladı. 70’lerde önce Allande ve ardından darbeci Pinochet döneminde çok sıkı inşaat standartları geliştirildi ve bu kurallar kararlıkla uygulandı.

1960 depreminden sonra Şili’de bir kısmı 8’in üstünde, çoğunluğu ise 7’in üstünde büyük depremler meydana geldi ama  bu depremlerde toplam ölü sayısı 1250’de kaldı. Bu depremlerin en büyüğü 2010 yılındaki 8.8 şiddetinde üç dakika süren depremdi ve bu şiddetli depremde 525 kişi hayatını kaybetti. 

Son 10 yılda ise Şili’de meydana gelen üçü yine 8’in üstünde çoğunluğu 7’in üstünde olan 20 civarındaki büyük depremde toplam ölü sayısı sadece 26 oldu. 

Şili’yi 1960’da sarsılarak kendine getiren ve gerekli tedbirleri aldıran deprem, Türkiye’yi sürekli sarsmasına rağmen bir türlü kendine getiremedi, bir türlü faylar üzerinde yaşadığımız gerçeğiyle yüzleştiremedi, acı tecrübelerden ders çıkarılamadı. 

Haydi 1939 erken bir vakitti ama 1999 depremi gibi devletin çöktüğü bir tecrübeden sonra bile 21 yıl sonra hala Türkiye’de 6’ın üstündeki depremlerde insanlar ölmeye devam ediyor.

Ülkenin en büyük şehri, kalbi İstanbul, nefesini tutmuş 7’nin üstünde bir depremi bekliyor. Depremde yıkılması beklenen en az 50 bin sakat binanın olduğu resmi bir bilgi. 50 bin daireden değil, binadan bahsediyoruz. Yani milyonlarca insanın hayatından. 

Yine fay hatları üzerinde kurulmuş onlarca şehirde depreme dayanıksız on binlerce bina var ve her yıl yenileri hiçbir standardı olmadan onlara ekleniyor.

Ama bu dehşetengiz bilgiler de devleti, deprem sonrası sosyal medyadaki eleştiriler kadar telaşlandırmış gözükmüyor.

Devlet, deprem öncesi için somut ve radikal bir hazırlık içinde görünmezken, çoğunluğu fay hatları üzerinde yaşayan insanlar da haklı olarak 1999’da bir gecede çıkarılmış ve hala cep telefonu faturalarıyla ödemeye devam ettikleri deprem vergilerinin nereye gittiğini soruyorlar. 

Saplantılı muhaliflikten değil, insanın en temel duygusu olan hayatta kalma güdüsünden kaynaklanan, vatandaşlığın en asgari gereği olan ve iktidarların da sabırla cevap vermek zorunda olduğu sorular bunlar...  

1999’da deprem vergisi çıkarılırken, bu vergiden elde edilecek paranın sadece deprem mağdurları ve binaların güçlendirilmesi için harcanacağına dair verilen onca söze rağmen, neden bu paralar ülkenin en acil, en ölümcül ve kaçınılmaz olarak bizi bekleyen meselesi için harcanmıyor, neden bu paralarla bütün Türkiye’de depreme karşı dayanaksız binalar güçlendirilmiyor, bir seferberlik halinde kentsel dönüşüm hamleleri yapılmıyor?

Ve neden 2020 yılında bile insanların altında kalarak öldüğü binalarla dolu bir ülkede hala bu binalara resmiyet kazandıran imar afları çıkmaya devam ediyor?

Bu soruların güncel ve gündem olabildiği yegane zamanlar da yeni bir depremin hemen sonrası. Çünkü bir hafta sonra deprem yine gündemden düşecek ve kimse her an bizi bekleyen bu tehlike üzerine konuşmayacak. 

Bu soruları sormak, acılar varken siyaset yapmak, birlik ve beraberliği bozmak değil, bir sonraki depremin, potansiyel olarak hepimizin adayı olduğu mağdurlarıyla dayanışmak, onların yaşam hakkını savunmak demek.

Ama bu haklı sorular, sorgulamalar iktidar cenahından şimdi sırası değil tepkisiyle karşılandı. Neredeyse deprem çalışmalarını aksatmaya, acıları sömürmeye, deprem üzerinden siyaset yapmaya sokuldu. Her toplumda olabilecek radikal, marjinal, kötücül eleştirilerle eşitlendi. 

Halbuki bu eleştiriler siyaset yapmaksa, daha geçen sene seçim için imar affı çıkarmış bakanın deprem bölgesinden her saat başı yaptığı basın toplantılarında yaptığından, uzatılan her mikrofona deprem sonrası devletin çalışmalarını öven bakanların, siyasetçilerin, bürokratların beyanlarından, deprem yardımlarını bile siyaseten ayıranlarınkinden, işi gücü bırakmış sürekli sosyal medyada yazılanlardan bahsedenlerin, o şartlarda bile aklına tweet atanlara soruşturma açma tehditleri gelenlerin siyasetinden çok daha faydalı bir ‘siyaset’ olduğu açık.

Çünkü bu depremden sonra da devleti deprem öncesi tedbirleri için harekete geçiremezsek, 80 yıl önce Erzincan Depremi’nin ardından yazdığı yazıda Safi Dümer’in son cümlesinde dediği gibi “Aksi halde gene bir çok ölümlere şahit olacağız.”