Tarih: 13.12.2017 15:39

"Buğday filmi bir talip olma hikayesi"

Facebook Twitter Linked-in

30. Tokyo Film Festivali´nden en iyi film ödülü ile dönen Buğday, yakın ve belirsiz bir gelecekte, yeryüzündeki yaşam yok oluşa doğru sürüklenirken yaşanan bir yolculuk hikâyesini anlatıyor. İnsanlığın dertlerini bir insanda hemdem ederken sembollerin dili ile İslam geleneğine göndermeler yapıyor ve insanı iç yolculuğa, talip olmaya, dertli olmaya, soru sormaya, sorumluluk almaya davet ediyor.

Filmin yönetmeni Semih Kaplanoğlu ile Buğday filmi üzerine konuştuk.

Bilim ve teknoloji ile gelinen nokta insanlığa bir şey vadetmiyor mu? Geleceği bu kadar karamsar görmeye iten şey neydi sizi bu filmi çekerken?

Bir distopik dünya mı kurduk yoksa dünya bu halde de biz bunu bir şekilde ortaya çıkarmaya mı çalıştık? Ben oturup reel olmayan fütüristtik, distopik bir dünya kurmak üzerinden hareket etmedim öncelikle. Filmle ilgili hep böyle birtakım kavramsallaştırmalar yapıyorlar; distopya, bilim-kurgu vb. O tür öğeler filmin içerisinde olabilir ama bunlar filmin tür olarak o tür bir çerçeve içine sokulmasını gerektirir mi, ben kendi adıma bunu doğru bulmuyorum.

Filmin türünü siz nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben filmin türünü tanımlamıyorum. Bir sinema filmi, bu kadar benim için. Çünkü distopya, ütopya, bilim-kurgu vs. bunlar kendi düşünce hayatımızın dışında, bizim üretmediğimiz kavramlar. Amiyane tabirle söylersek, bunlar bizim defterimizde yazmıyor. Keşke biz kendi irfan geleneğimiz içinden bu tür kavramlar, kavramsallaştırmalar yapabilsek; onları bir şekilde derleyip toplayıp günümüz dünyasında hayatın getirdiği dıştan-içten durumları kendi içimizden tanımlayabilsek...

Distopya, modern dünyaya özgü bir tür ancak bizim dünyamızda bunun bir karşılığı yok sanırım.

Biz bir distopya yaşayamayız. Biz umudu taşıyan, Kur´ân-ı Kerim´in ve O´nun Peygamberi´nin (s.a.v.) takipçileriyiz. Bizde umut hiçbir zaman bitmez. Distopya dediğimiz şeyde umut yoktur. Ütopya da öyledir. Bizim ütopyamız var ama biz ona ütopya demiyoruz. Tabii ütopya bu dünyada mı kurulur, nerede kurulur, nasıl kurulur? Bu dünyada kurulmayan şey öbür tarafta nasıl olur, olur mu olmaz mı?.. Bunların hepsi üzerinde tartışılması ve konuşulması gereken şeyler.

Biz bu anlamda düşünce üretemiyoruz. Bizim bu kavramlara karşı tezler ortaya koyabilen bir düşünce hareketi içerisinde olmamız lazım. Biz hep bu kavramları kabulleniyoruz ve -sırf bu film özelinde söylemiyorum- kendi hayatımızın içerisinde olup bitenleri de bizim olmayan kavramlarla açıklamaya çalışıyoruz. O zaman da sürçüyoruz, tam tespitimizi yapamıyoruz.

Filmi tersinden okuyalım; bilim ve teknoloji insanlığa iyi gelemez mi?

Tek yönlü bir durum olamaz. Bu olumlu ve olumsuzların bizim hayatımızda nasıl tecelli ettiğini, zorladığını ya da kolaylaştırdığını bir şekilde biliyoruz. Ama şöyle bir şey var; şer de hayır da O´ndan geliyor. O anlamda bütün yaşantımıza giren teknolojiyi ve bilimin sonuçlarını vs. belli bir kıstastan değerlendirmemiz lazım.

Ölçülerimiz var bizim. Biz ölçüsüz yaşamıyoruz. Biz teknolojinin ölçüleriyle yaşamamalıyız. Biz kendi ölçülerimizle teknolojiyi, bilimi, şehri vs. ele almalıyız. Bence en büyük eksikliğimiz de buradan kaynaklanıyor. Her zaman söylenir ya ?iyi olanlarını al, kötülerini alma? diye?

Bu mümkün olmuyor mu?

Olmuyor tabii. Çünkü biz buraya kendi ölçülerimizi koyamıyoruz.

Niye kendi ölçülerimizi koyamıyoruz? Bizde eksik olan nedir?

İslam´ın gündelik hayatın içerisinde en pratik haliyle yaşanamıyor olmasından anlıyorum ben bunu. Çünkü biz bütün bu hızlı değişime ve teknolojinin gelişine bir bakış geliştiremiyoruz. Onu bir şekilde kabul ediyoruz. Kabul etmeyelim ya da reddedelim demiyorum ama biz burada bunu insanlığın yararına nasıl daha fazla çevirebiliriz, insanlık bundan nasıl daha fazla faydalanabilir, zararları nasıl en aza indirebiliriz, bunu tefekkür etmiyoruz.

Mesela şehirlerimizi ne hale getiriyoruz. Biz bu şehirleri bu hale getirirken insanlara faydalı olmuyor muyuz? Oluyoruz; insanlar daha iyi yaşasınlar, düzgün evlerde otursunlar, sıcak suları olsun vs. gibi bir düşünceyle yapıyoruz. Yoksa insanlar doğayı parçalayalım, perişan edelim diye yapmıyorlar. Bu yapılırken bunun sebep olacağı şeyleri düşünmüyoruz. Bir şeyin sebep olacağı durumun ölçüsü yok mu bizde? Sürekli bu konuda uyarılıyoruz, hem Kur´ân-ı Kerim hem Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizi uyarıyor. Ölçü dediğim benim bu. Demek ki bunları dikkate almıyoruz.

Buğday´ı çekmenizin altında yatan düşünce neydi?

Dünyada şu anda ekolojik felaketlere, türlerin yok olmasına, iklimdeki bozulmalara, GDO´dan dolayı yaratılmış çeşitliliğin bir şekilde ortadan kalkışına, kanser veya salgın hastalıklara, savaşlara, açlığa, mültecilere dair birçok hadise gerçekleşiyor ve bence her birimizin bu konuda bir sorumluluğu var. Sorumluluğumuz olduğu için de bunu unutarak, yok sayarak ya da bundan kaçarak yaşayamayız. O zaman hesaplaşmamız gerekiyor. O hesaplaşma sonunda bir umut var. Kendimizle her hesaplaşmamız, kendimizi baştan aşağı yeniden ele alışımız, yıkıp yeniden yapmamız bir umuttur. Bizde hep bu söylenir ya; sen bir hata da yapsan yanlış da yapsan tövbe edersin, bir daha yapmamaya çalışırsın, o sorumlulukla davranırsın. Umut budur.

Bu anlamda da dünyanın hiçbir zaman insanların kendi başlarına bırakıldığı, kendilerinin çalıp oynadıkları bir yer olduğunu düşünmüyorum. Biz biliyoruz ki böyle devirler gelip geçmiş. Bu devirlerin sonunda insanlar hüsrana uğramış, helak olmuş, şehirler altüst olmuş. Sadece Kur´ân-ı Kerim´de geçen vakaları düşünürsek (helak olmuş şehirleri vs.) o zaman, dünyanın şu anına dair bizim yapabileceğimiz şeylerin izlerini bulabiliriz. Bunun izi bizde var.

O yüzden ben de onların izinden bir şekilde giderek bugünün dünyası ile onların hayatları arasında köprüleri hem vahyin üstünden hem Efendimiz´in (s.a.v.) üstünden hem vahyin kıssaları üstünden ele alarak bir bakış getirmeye çalıştım. Çünkü biz tek tek bu konulardan sorumlu insanlarsak, o zaman kendimize bir ayna tutmamız, kendimizi olması gereken insan konumuna yükseltecek yolları bulmamız gerekiyor. Filmin altında yatan düşünce enerjisi buydu.

Doğadan uzaklaşan modern toplumun kendinden uzaklaştığına dair bir eleştiri getiriyorsunuz ki galiba herkes buna katılıyordur. Peki, insanın fıtratına uygun, doğayı tahrip etmeyen, onunla uyumlu bir hayatı kurması için (tıpkı Erol´un yolculuğu gibi) bir yolculuğa mı ihtiyacımız var? Birini mi bulmalıyız? Neyi kaybettiğimizi nasıl hatırlayabiliriz?

Valla bu işlerin sonunda şunu fark ettim ve anladım, insan kendinden kendine yolculuk yapıyor. Tabii ki bir mürşid-i kâmil, örnek aldığımız bir kişi, Peygamber Efendimiz´in (s.a.v.) hadisleri, sünnetleri, biz buna ihtiyaç duyuyorsak açılıyor. Eğer biz buna ihtiyaç duymuyorsak, umurumuzda da değilse şekle dönüşüyor olay.

Talip olmak, dertli olmak, ne yapıyoruz diye soru sormak bize Hızır´ı çağırıyor. Biz Hızır´ı böylece çağırmış oluyoruz. Çünkü biri gelip bunu düzeltecek. Sen kendi kendinin de Hızır´ı olabilirsin ya da birisi Hızır olur gelir seni düzeltir. Bu yüzden diyoruz ya ?her geleni Hızır bil?, bu demek aslında. Buna talip olmak meselesidir. Buna talipsen bu olur. Farkında değilsen, umurunda değilse öyle gelip gider hayatın.

Buğday´ı bir talip olma hikâyesi olarak da okuyabiliriz öyleyse.

Tabii ki. Hz. Musa ile Hızır (a.s.) kıssası da zaten o değil mi? Sonuçta bir bilgi arıyor, Kur´ân-ı Kerim´in ifadesiyle ?O kulum? (Hızır) dediği kişiye bilgi almak için gidiyor. Çünkü anlıyor ki kendisinden daha fazla bilen birisi var ama o bilgiyi alabilmek için de hazneyi genişletmek lazım. Hızır geliyor, tekneyi kırıyor, bir feryat-figan, öleceğini zannediyor. Hâlbuki İbn-i Arabi Hazretleri ve bazı tefsirciler diyorlar ki tekne hakikatte Hz. Musa´nın vücuduydu çünkü Mu-sa, tahta ile su arasında demek. Onun vücudunu değil, cismaniyetini kırdı ve onu deryaya bıraktı. Başka yorumlarda da Kur´an´da da bu soru soruluyor; ?niye kayığı kırdın? çünkü kayığı ele geçireceklerdi?

Demek ki öncelikle bir talibin olması gerekiyor. Talip olmak, dertli olmak, kendi eksikliğinin farkına varmak gerekiyor. Ben bilirim, her şeyi bilirim ve yaparım değil... Bugün bilimi ve teknolojiyi kullanan insanlar bunu tartışmasız bir kavram haline getiriyorlarsa bilime tapmaya başlıyorlar. Akademiyi bir kutsal mekân haline getiriyorlar vb. burada da bir putlaştırma oluyor.

.

Talip nasıl olunur diye sormak geliyor içimden.

Talip, dertle olunur. O nasıl başlıyor, kim kimi çağırıyor, kim kimin içine tohumu atıyor vb. bilmiyoruz bunu. Önce kişinin kendisine ?bende bir eksiklik var? demesi lazım. O kıssada öyle oluyor çünkü. Bende bir eksiklik var, ben bunu bilmiyorum diyor ve biri varmış bilen, dur bakayım ona bir gideyim, bir sorayım bakalım o kabul edecek mi, alacak mı verecek mi? Her şeyin bir bedeli var değil mi?

O kadar az insan kendisindeki eksikliği zamanında fark edebiliyor ki, gerçekten neyin eksik olduğunu ama? Yoksa eksiğiz psikoloğa gidelim, şu dersi alalım, alışverişe gidelim onu alalım, bunu alalım diyerek o eksiklik kapanmıyor. O eksikliğini sen başka bir şeyle telafi ediyorsan o zaten kapanmayacak bir şey. Ama yeter ki sen o eksikliğin gerçekten kendindeki eksiklik olduğunu keşfet; o zaman onu tamamlayacak biri bulunur diye düşünüyorum. Ya kendin ya da başka birisi, bilmiyorum artık.

O zaman filmdeki taliplimizin peşinden yolculuğa devam edelim? Şehri bırakıp Ölü Topraklar´a giden Cemil Akman (Ermin Bravo) karakteriyle birlikte bilimi bırakıp inanmayı, nefsini terbiye etmeyi, hakikati seçen birini görüyoruz. Semboller üzerinden kurduğunuz dünyada verimli toprakların bir türbede saklanıyor olması, insanlığın kurtuluşunun imanda, tasavvufta olduğunu hissettiriyor bize. İnsanlık böyle bir dünyaya mı aç?

Filmde geçen temiz toprak, bence gerçekten temiz topraktı. Ben ona sembolik bir anlam atfetmedim. Zaten temiz toprak öyle bir dünyada ne yaparsan yap sembolik kalıyor. Ama saklandığı ve koyulduğu yer olarak düşünüldüğünde; orada eski bir dergâhın içinde saklanmış; dışarıdan gelebilecek zararlı şeylere karşı etrafını kapatmış, kirler girmesin, gübre vs. karışmasın diye oraya onu saklamış. Niyeti de belki temiz, fıtratı bozulmamış tohumlar bulup, toprağı temiz bir yere götürüp tarımı tekrar başlatmak. Bunu söylüyor da zaten. Ben bunu düz anlamıyla düşünüyorum hep, ciddi söylüyorum. Orada özel bir anlam atfedeyim demedim.

Şöyle bir gerçek var tabii: Orası eski bir dergâh ve o dergâhta görüyoruz ki bir silsile var; birileri yaşamış, sarıklı mezar taşlarını görüyoruz, en sonunda da mermer bir mezar taşı var. Bu bir silsilenin devam ettiğini ve elden ele geçtiğini gösteriyor bize. Bir anlamda gelenek oluyor o temiz toprak, öyle düşünülebilir. Bugün gübreyle ya da gereksiz tohumlarla içerisine zararlı maddeler karışmamış Anadolu´da bir sürü toprak var. Bir gün hayatımızda böyle bir şey olsa biz o toprakları, tohumları olabildiği kadar temiz yerlere götürüp saklayacağımız yerler ararız. O toprak orada kendi kendine oluşmuş bir toprak değil. Onun toplayıp, getirip koyduğu yer orası. O toprağı ben gelenek olarak düşünüyorum.

Bu toprak mı insanı kurtaracak? Yani Anadolu geleneği mi insanlığı kurtarabilir?

İnsanlık çok büyük bir cümle olur ama bu toprağın, geleneğin insanı kurtaracağını düşünüyorum. Çünkü insanlar tek tek kendi iç dertlerini, meselelerini çözebilirlerse o zaman toplum da kendi derdini ve meselesini çözebilecek. Ben o yüzden gündelik hayatımızın çerçevesini çizen ideolojilerin veya gündelik hayatımızı iyileştireceğini ya da insanlığa düzen getireceğini söyleyen tüm ütopyaların aslında tek tek insanı, bireyi düşünmediğini görüyorum.

Hz. Peygamber´i (s.a.v.) düşünelim, o tek başına. Ona bir vahiy geliyor, üç sene kesiliyor, bir daha gelmiyor. Telaşa kapılıyor, kendinden kuşkuya düşüyor. Böyle baktığınızda bunlar hep mesajlar? Sabrediyor, sonra vahiy geliyor tek başına. Milyarlarca insan bugün var. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali bir kişiden geliyorlar, arkasında bir tane adam var. Onlar da talip olmuşlar, diyorlar ki ?biz sana tamamız, uyuyoruz, ne söylersen söylediklerine inanıyoruz?. Bu bir kişiden gelmişiz, yani biz bunu yaşamışız hayatımızda. Sünnet bizi böyle bir yola sokmuyor mu? Sonuçta o durumda da sen bir kişisin. Mesele bu. Biz bunu sistemleştirip şöyle olacak, böyle olacak dediğimiz zaman riya başlıyor. O kişi onu talep etmiş olmuyor ki; bir sürü mantığı başlıyor.

Çok bireysel bir talip olma hikâyesi olmuyor mu bu?

Beni burada çok bireysel görüyor olabilirsiniz. Herkesin toplumsal dizayn fikri, bir projesi var. Ama ben tek tek insanlarla bunun çözülebileceğini düşünüyorum. Bir kişinin Allah´ın izniyle birçok şeyi başarabileceğini, kendini yeniden yapabileceğini düşünüyorum. O zaman toplumdaki, dünyadaki birçok sorun çözülebilir. Dünyaya bizim örnek olacağımız şey de bu değil mi?

Bir başka yolculukta, Yunus Emre ile Hacı Bektaş-ı Veli karşılaşması üzerinden söylenen ?buğday mı himmet mi?? sözünü filmde ?buğday mı nefes mi? sorusuyla görüyoruz. ?Buğday´ın nefesi? diye yazmıştı Leyla İpekçi Hanım, sizdeki karşılığı nedir bunun?

Bu da Hz. Musa ile Hızır (a.s.) kıssasındaki gibi bir durum. Yunus da talip ama neye talip olduğunu bilmiyor. Eğer sen talipsen, derdin de varsa o buğday bir süre sonra nefese dönüşebiliyor.

Derinliğini de şöyle düşünüyorum: Yunus Emre bizim Türkçemizi, bugün konuştuğumuz dili kuran insan. Onun kelimeleriyle birbirimizi anlıyoruz. O sözün üstüne söz koyuyoruz. Ben Yunus´u hep bir tohum gibi düşünüyorum. Yunus bir tohum ve ondan bin yıldır binlerce ürün çıkıyor. O nefes canlı aslında. Bunun bir bu yönü var. Öbür yönü de Yunus Emre ile Hacı Bektaş-ı Veli arasında olan şey bence hep olup duruyor. O bitmez bir şey.

Biz bunları tarihsele mahkûm ettiğimizde (Yunus Emre dizisi vb.), öyle izlediğimizde bunları tarihsel bir olay gibi algılıyoruz. Tarihte bırakıyoruz, olmuş o zaman diyoruz. Hâlbuki bugün de yaşayan Yunuslar var, Hacı Bektaş-ı Veliler var. Bugün de yaşanıyor bu bir şekilde. Bitmiş, tükenmiş bir şey değil. O yüzden bir kıssayı anlatırken ya da böyle bir menakıbı anlatırken bugünün hayatını işaret etmek bence çok önemli. Çünkü öbür türlü hep tarihselleşiyor.

Hz. Peygamber´i (s.a.v.) de tarihselleştiriyoruz. O zaman öyleymiş, öyle yaşanırmış diyoruz. Tamam da bugün de olur, o bugün olmayacak bir şey değil. Ama biz bugün olan şeyi sırf misvağa veya kıyafete indirgerseniz olmuyor tabii. Oluyormuş gibi oluyor ama olmuyor. Hakikatini bulamıyoruz. Kostümlü bir şeye dönüşüyor bence. O yüzden bugünün yaşantısına, dertlerine, insanlığın yaşadığı sorunlara, meselelere sen onun karşılığını bulamazsan, o köprüleri kuramazsan, o zaman geçmişte kalıyor. O zaman biz bugün ne söyleyeceğiz? Söyleyecek sözümüz olmuyor. Söyleyeceğimiz sözümüzü bu pratiğin içinden söylememiz lazım. Sinema, edebiyat, müzik vs. yapacaksak, düşünce üreteceksek buradan ele alıp çıkış yapmamız lazım.

?Hepimiz rüyadayız, ölünce uyanacağız? sözü gibi filmdeki uyuma sahneleri vs. rüyaya atıflar yapıyorsunuz. ?Rüya ile gerçeklik? arasında kurduğunuz ilişkiyi nasıl açıklarsınız?

Bu konuda geleneğe doğru gidersek, biliyorsunuz rüya ya da mânâ da diyorlar. Geleneğin süregelen dallarında mânânın-rüyanın hem yorumlanması, tefsir edilmesi hem o kişinin yaşadığı manevi durumun anlaşılması seyrü suluk açısından çok önemli. Bir de Resulullah Efendimiz´e (s.a.v.) atfedilen hadiste ?bundan sonra vahyin kırkta biri rüyadır? dediğini varsayarsak demek ki mânâ-rüya aslında bize bir şey söylüyor. Tabii bunun sahih olma-olmama durumu var, bunu geleneğimiz ayırt ediyor. Bu rüyalar düzgün yorumlandığında kişinin durumunu anlamak, onun hangi seviyede olduğunu görmek ya da bir sorunu varsa o sorunu anlamak açısından önemli.

Freud´un rüya meselesi yine aklımıza geliyor. O bunu nereden almış, nereden böyle bir yol, böyle bir köprü kurmuş, biz bunu bugüne kadar hiç konuşmadık. Hiç kimse tartışmadı. 600 yıllık geleneğin var, kaydı tutulmuş. Şeyh efendi ile müridi mektuplaşmalarında rüyalarını anlatıyor; o da rüyaya yorum getiriyor. Bir sürü yazılar var elimizde, bunları bile oturup sormamışız; acaba Freud bunu biliyor mu, bundan beslenmiş mi? O seküler dünyanın içinden nasıl bunu yorumlamış, nasıl bir mantıktan çıkmış? Adam Yahudi geleneğinden geliyorsa acaba oradan bir beslenme mi var? Bunları hiç tartışmıyor ve konuşmuyoruz. Hâlbuki bunları konuşmamız, tartışmamız, anlamaya çalışmamız gerekiyor.

Olayın ikinci boyutu; madem biz rüyayı bu şekilde düşünen ve geleneğimizde de bu şekilde ele alan bakış açısına sahibiz, sinema da bir tür rüya mantığı taşıyor. Çünkü sinemada karanlığa giriyoruz. Biz niye mutlak karanlığa gireriz, gece uyumak için. Sinema salonunda ışıkları kapattığımızda da gece olur ve bizi bir tür uykuya ve rüyaya çağırır sanki. Sinemanın rüya temsili mantığı ister istemez bizim bu coğrafyada film yapan insanları rüya ile mânânın açılımlarına da bakmaya itmesi lazım. Rüya aynı zamanda eğer gelenekte bir kişinin yaşantısının temsili ise onun ruhunun, vardığı yerin karşılığı gibiyse o zaman biz film yaparken o rüyayı, geleneğin içindeki bütün mânâları da ele alarak bir anlatım yoluna çevirebiliriz, hayırlı, sahih bir rüyaya dönüştürebiliriz.

Bu anlamda ben bütün Amerikan sinemasını, Hollywood´un yaptıklarını, Avrupa sinemasının belli bir kısmını kâbus gibi görüyorum. Onların hayatlarının karşılığı o. O toplumların rüyaları gibi düşünebilirsiniz bunu. Anla sen o toplumun ne olduğunu, gör yani filminden; tamamen nefsani rüyalarla yaşayan bir dünya. Onlar asla bizim rüyalarımız olamaz. Bizim kendi rüyamızı, kendi hülyamızı, hatta Leylamızı da filmlere koymamız lazım. :)

 

Kaynak: Dünya Bizim




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —