Şehrin Büyüğü mü Küçüğü mü Makbul?

VEYSİ DÜNDAR- 14.08.2018

Şehrin Büyüğü mü Küçüğü mü Makbul?

Bir haftadır Doğu turunda, küçük kentlerdeyim. Mardin´de geçirdiğim zaman o kadar nizamlı intizamlı ki, değil bir hafta sanki aylardır buradayım rahatlığı ve rehaveti yaşıyorum. Acaba büyükşehirlere göçme ve yaşama ısrarımızla, kendi hayatımızı daha da zorlaştırmıyor muyuz sizce? Daha zora koşuyoruz hayatı sanki?

Şehirlerde yaşayan nüfus artarken şehir planlamacıları kentlerin insan psikolojisi üzerindeki etkilerinin ?nöro-mimari? ile yeniden ele alınması gerektiği konusunda hem fikir.

?Biz binaları biçimlendiriyoruz, sonra onlar bizi biçimlendiriyor? demişti ünlü İngiliz siyasetçi Winston Churchill, İkinci Dünya Savaşı´nda bombalanan parlamentonun tamiri konusunda konuşurken.

Ortaya attığı tezi bugün ?nöro-bilimciler? ile psikologların desteklediğini Churchill duysa kesin mutlu olurdu.

- Reklam -

Bugün binaların ve şehirlerin genel sağlığımızı ve ruh halimizi etkilediğini, beynimizin hipokampal bölgesindeki özel hücrelerin, yaşadığımız yerin geometrik ve alan düzenlemelerine uyum sağladığını biliyoruz.

Fakat çoğu zaman, eşi olmayan bir tasarım yaratma kaygısının, bu tasarımın şehirde yaşayanlar üzerindeki etkisinin önüne geçtiğini görüyoruz.

Geçen yüzyıldan itibaren insanlar kırsal kesimlerden, çiftlik ve küçük kasabalardan şehirlere göç etme eğilimine girdiler. ?Taşı toprağı altın? gibi görülen şehirler nüfus artışı sebebiyle giderek büyüdü. Çünkü özellikle büyük şehirlerde iş, sağlık ve geniş yelpazede mal ve hizmet bolluğu olduğundan oralarda yaşamak insanlara çekici geliyordu.

Şehir hayatı aynı zamanda çeşitlilik ve konfor sunuyordu. İnsanlar ihtiyaçlarına daha kolay ulaşabiliyorlardı. Eğitim imkânları üst düzeydeydi. Ulaşım araçları boldu.

Ancak böyle avantajlarının yanında bazı problemler de çıkmaya başlayınca şehirlerin öyle çok mutlu olunacak yerler olmadığı anlaşılmaya başlandı. Kırsal yörelerdeki dostluk, dayanışma, tanışık olma ve yardımlaşmanın yerini rekabet, maddi yarış, hırs ve hayal kırıklıkları almıştı. Para ve maddiyat sahibi olmak, el üzerinde tutulmanın ölçüsü haline gelmişti.

Teknolojik gelişmeler ve araçlar sosyalleşmeye darbe vurmuştu. Aynı mahallede veya apartmanda yaşayanlar bile birbirini tanımayabiliyordu. Komşuluk asgari düzeydeydi.

Bütün bunlar şehirde yaşayanların psikolojisine şöyle yansıyordu:

Şehir insanı daha depresif, yani ruhsal yönden çökkündü.

Mutsuzluk ve tatminsizlik hissi daha sıktı.

Depresyona yakalanma riski daha yüksekti.

Öfke kontrolü zayıftı.

Daha çabuk ve yersiz öfkelenebiliyor, karşısındakini incitebiliyordu.

Gereksiz yere kaba kuvvete başvurabiliyor, hırçınlaşabiliyordu.

Kaygısı daha yüksekti. Daha sık anksiyete krizine girebiliyor, panik atağa daha fazla rastlanabiliyordu.

Her insanı rahatlatan, kendine ve çevresine güven sağlayan aidiyet duygusu şehir hayatında maalesef yetersiz kalıyordu.

İnsanlar bunu futbol takımı tutma gibi kökü olmayan birlikteliklerle sağlamaya çalışıyordu.

Tahammülsüzlük, hoşgörü, müsamaha insanları önyargılı görme ve başkalaştırma yine şehir insanının maruz kaldığı problemlerden bazılarıydı.

Böylelikle ortak yaşam duygusu zayıf bireyler ortaya çıkıyordu.

Kalabalıklar içinde, üstelik onları tanımadan yaşamak insan doğasına uygun değildi.
Modern insan kalabalıklar içinde yalnızdı çoğu zaman.
Bu da yabancılaşma duygularını arttırıyordu.

Candan Erçetin´i severim, kişiliği, sesi, sanatı tartışılmaz.

Geçenlerde eski bir şarkısını dinledim, şöyle sesleniyordu:

Bu şehir insana tuzak kuruyor.
Bu şehir insanı uzak kılıyor.
Bu şehir insanı hayli yoruyor.
Bu şehir insanı hep kandırıyor.
Gel bu şehirin havası böyle kalsın, tuzakla dolmuş her yer?
Yorulmuş tüm bedenler acep neden?

Londra´da bin kişi üzerinde yapılan bir araştırma İstanbul´un, dünyanın stres oranı en yüksek metropolleri arasında yer aldığını ortaya koydu.

Araştırmadan, stresin ana kaynağı olarak ilk sırada ?maddi endişeler?in geldiği anlaşılıyor; ?trafik?, ?artan yaşam giderleri?, ?insanların sabırsız tutumları?, ?yoğun çalışma saatleri? ve ?kötü hava koşulları? stresi artırıcı faktörler arasında.

İstanbul´un Türkiye´nin nüfusu en yoğun ve en hareketli şehri olmasının yanı sıra dünyanın da stres oranı en yüksek metropolleri arasında bulunduğu ve Avrupa´nın en stresli metropolleri arasında Londra, Paris ve Roma´dan sonra dördüncü sırada yer aldığı araştırma ile ortaya konuldu.
Araştırmada öne çıkan ilk üç metropolde görülen ve ?büyük şehir hastalığı? olarak nitelendirilen problemlere İstanbul´da da sıkça rastlanıyor. Ancak diğerlerinden farklı olarak İstanbul´da altyapı yetersizliğine rağmen büyük bir hızla kalabalıklaşan şehir, sakinlerini diğer metropollerden çok daha fazla yoruyor ve gittikçe yalnızlığa sürüklüyor. Bütün bunlardan hareketle ?stresin ana kaynağı yaşanılan şehirler olabilir? düşüncesi ağırlık kazanıyor.

Netice:
Yaşadığı şehri sevemeyen, benimsemeyen, mutlu olamayıp mecbur olduğu için yaşayanların ruh hali, şehre işte böyle yansıyor?

Kalabalıklar içinde her geçen gün daha fazla yalnızlaşan bireyler?

Düşüncem o ki; büyük şehrin gürültüsü, kalabalığı, koşuşturması, yalnızlığı, çok hızlı akan zamanı yaşayanları şehrin dışına önünde sonunda atacaktır.
Anadolu´da bir gün bir yıla, büyük şehirde bir yıl bir güne tekâbül etmekte.

Anlayacağınız zaman mefhûmu bile farklı işliyor. Bizzat müşahede edip, sağlamasını yapan biri olarak söylüyorum.