Tarih: 03.02.2020 15:57

Sefalet Kader midir, Tercih midir?

Facebook Twitter Linked-in

"Başınıza gelenler kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Şura 30.

Doğu toplumlarında tek bir kişi özgürdür, o da hükümdardır. Hegel."

Demokratik toplumlarda; yasama yetkisi parlamentoya aittir. Parlamento, halktan aldığı yetkiyle ihtiyaç duyulan yasaları yapar. Yürütme organı olan hükümet, yasamanın yaptığı kanunlara göre ülkeyi yönetir; yargı ise bütün bu süreçlerin yasalara ve anayasaya uygun yürütülüp yürütülmediğini denetler.

Locke ve Montesquieu gibi düşünürler tarafından geliştirilen bu sistem, günümüzde ülkeleri siyasi kriz, iç çatışma ve darbelerden uzak tutmanın en önemli mekanizması olarak kabul edilir. Yasama, yürütme ve yargı yetkisinin tek bir kişi ya da kurumda toplanması ise bir toplumun başına gelebilecek en büyük talihsizliktir ve çoğunlukla da ağır bir felaketle sonuçlanır.

Bu yüzden sağduyulu toplumlar bunun ortaya çıkmaması için tedbirler alırlar. Milletvekillerinin “dar bölge” ya da “tercihli oy” vb. yöntemlerle doğrudan halk tarafından seçilmesi ya da parti üye ve delegeleri tarafından belirlenmesi, parti genel başkanlığı başta olmak üzere bütün pozisyonların belli sürelerle sınırlandırılması, parti genel başkanlığı ile başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı gibi yetkilerin aynı kişide toplanmasının engellenmesi, yüksek yargı üyelerinin çoğulcu yaklaşımla belirlenmesi, üst düzey atamaların bir kurul onayından geçmesi, genel seçimler ile yerel seçimlerin farklı tarihlerde yapılması, seçimlerden önce adalet, içişleri ve ulaştırma gibi bakanlıkların tarafsız kişilere bırakılması bu amaca yönelik alınan tedbirlerden bazılarıdır.  

Söz gelimi brexit tartışmalarından dolayı bir önceki dönem neredeyse üç yılda üç başbakan değiştiren İngiltere’de, kimin başbakan olacağına her seferinde, iktidardaki Muhafazakâr Partinin toplam 162.000 üyesi karar vermiştir. Bizde ise bu işlerin nasıl kotarıldığı, örnek vermeye gerek bırakmayacak kadar açıktır. 

250 yıllık Amerikan tarihinde, iki dönemden (8 yıl) fazla başkanlık yapmış tek örnek olan Roosevelt 1936’da %61 oyla ikinci kez seçildiğinde, yeniden seçilmenin verdiği özgüvenle bazı kararlarına karşı direnen Anayasa Mahkemesini hizaya getirmek istemişti. Bunun için mahkeme üye sayısını 5’den 9’a çıkarmak ve yaş sınırı getirmek istiyordu, böylelikle bazıları emekli edilecek ve yeni atanacak üyelerle de durumu kendi lehine çevirecekti. Yasa teklifine senato ve kongre üyelerinin özlük haklarını iyileştirici maddeler eklemeyi de ihmal etmemişti. Fakat bütün çabalarına rağmen yasa teklifi hem senato hem de kongre tarafından reddedilmişti. Üstelik her iki grupta da çoğunluğa sahipti.  

Bu sonucun çıkmasında tabii ki, kongre ve senato üyelerinin, bazı ülkelerde olduğu gibi genel başkanların siparişiyle değil de, kendi seçmenlerinin doğrudan oylarıyla seçilmiş olmasının büyük payı vardı. Önerilen şeyin, kısa vadede lehlerine olsa bile, uzun vadede hem kendilerinin hem de Amerikan halkının aleyhine olacağının farkındaydılar. Bu yüzden kesin bir kararlılıkla kendi başkanlarının tasarısını reddedip çoğulculuğun ve erklerin bağımsızlığının korunması yönünde oy kullandılar. 

Fakat aynı şey, Hitler dönemi Almanya’sında ve sonraki yıllarda onlarca ülkede denenmiş ve başarılı olmuştu. Almanya, yasama, yürütme ve yargıyı tek kişinin vicdanına bırakmanın ağır bedelini, tarihinin en büyük trajedisini yaşayarak ödemek zorunda kalmıştı, diğerleri ise hala ödemekle meşguller.

İronik olan ise, bu örneklerin çoğunda, yapılan değişikliklerin bizzat halk tarafından da onaylanmış olmasıdır. Tam da Kuran’da belirtildiği gibi: Başınıza gelenler kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şura 30). Her şey Sünnetullah’a uygun gerçekleşiyor aslında: Allah Teâlâ, birey ve toplumların iradesine gösterdiği ihtimamın gereği olarak onlar ne istiyorsa onu veriyor. Özgürlük isteyene özgürlük, sefalet isteyene sefalet…

Birinci Dünya Savaşı Almanlar için felaketle sonuçlanmıştı. Almanya, savaşı başlatan tarafın kendisi olduğunu ve büyük miktarda savaş tazminatı ödemeyi kabul etmişti. Bunu karşılayabilmek için halk ağır vergiler ödemeye mahkûm edilmişti. Bu durum ciddi gerilimlere yol açıyordu. Gençler isyan etmiş, aile birliği bozulmuş, toplum kendine olan güvenini kaybetmişti. Almanlar fakirlikten ve hastalıktan kırılıyordu.

Her bunalım dönemi gibi bu dönem de kurtarıcısını çıkarmakta gecikmedi: Büyüklük hastalığıyla malul Adolf Hitler. Alman halkı sonunda bir kurtarıcı bulmuştu. Kurtarıcı bulmak kolaydı, ancak bu kurtarıcıdan kurtulmak o kadar kolay olmayacaktı.   

Hitler, 1919’da Münih’te İşçi Partisine üye olmuş ve kısa sürede partiyi yöneten 7 kişiden biri haline gelmişti. Ateşli hitabeti ve öfkesi dinleyenleri adeta esir alıyordu. Hitler, iktidarın zayıf yönlerini eleştiriyor, Almanya’nın savaş öncesi şaşaalı günlerini yüceltiyor, Bolşeviklerin Almanya için yarattığı tehdidi abartıyor ve iç düşman olarak gördüğü Yahudileri hedef alıyordu.  

İlk zamanlar yaptığı toplantı ve mitinglere birkaç parti üyesinden başka kimse katılmamıştı. Fakat o yılmadı, düzenlediği başka bir mitinge, bu sefer sadece 11 kişi katılmıştı. Bu, onun için yeterli değildi. Sonunda kitleleri harekete geçirebilecek silahı bulmuştu; Yahudi düşmanlığı! Yetmiş kişinin katıldığı bir sonraki toplantıda bu sefer kalabalığın ilgisini çekmeyi başarmıştı.

Hitler, bundan bir yıl sonra, yani 1920’de kendi partisini kurdu, partinin kısa adı Nazi Partisiydi (Ulusal Sosyalist Alman İşçi Partisi). Parti 1928’de 800 bin oy aldı. Hitler, partisini yarı militer bir güce dönüştürmeye başlamıştı. Parti bünyesinde fırtına birlikleri adında bir milis gücü oluşturdu. Bir sonraki seçimde ülkenin en büyük ikinci partisi oldu. Milis kuvvetlerinin sayısı ise yarım milyonu aşmıştı. 1933’de diğer küçük sağcı partiler de Nazilere katıldı. Almanya Cumhurbaşkanı, ortada programı olan başka bir parti olmadığı için istemediği halde hükümeti kurma görevini Hitler’e verdi. Hitler’in beklediği günler yakındı.

27 Şubat 1933’de şüpheli bir kundaklama eylemi sonucu alevler içinde kalan parlamento binası Hitlere beklediği fırsatı vermişti. Hitler, bu yangından Yahudileri ve sosyal demokratları sorumlu tuttu. Ertesi gün, cumhurbaşkanına kişi hak ve hürriyetlerini ortadan kaldıran bir kararname imzalattı. Beş maddelik bu yasa Hitler’e, her türlü yasayı meclisin onayı olmaksızın yürürlüğe koyabilme ve Almanya’yı bir polis devletine dönüştürme fırsatı vermişti. Dahası, bu kararla Almanya’nın kaderi tamamen Hitlerin eline geçmişti.

Hitler kendini, iletişimin denetlenmesi, ev baskınları, özel mülke el koyma gibi, ancak diktatörlerin kullanabileceği yetkilerle donatmıştı. Elindeki yetkileri kullanarak Nazi partisi dışındaki tüm partilerin yayın ve seçim çalışmalarını durdurdu, komünist partinin 181 milletvekili ve parti ileri gelenlerini tutuklattı. Nazi Partisi artık tek partiydi.

Sıra Yahudi düşmanlığının kurumsallaştırılmasına gelmişti. 1 Nisan 1933’de Yahudi işyerlerine toplu boykot başlattı. 7 Nisanda Yahudiler, politikadan ve öğretmenlikten uzaklaştırıldı. Bu safkanlaştırma politikaları Yahudilerle sınırlı kalmadı, 14 Haziran’da toplumun Çingenelerden, zencilerden ve engellilerden de arındırılmasını öngören kanun çıkarıldı. 

2 Ağustos 1934’de Cumhurbaşkanı ölünce meydan tamamen Hitler’e kaldı. Bunun üzerine Hitler, Cumhurbaşkanlığı ve Şansölyelik unvanlarını birleştirerek kendisini III. Alman İmparatoru ve Führer (lider) ilan etti. Artık önünde hiçbir engel kalmamıştı. Sonraki günlerde komşularını ve diğer Avrupa ülkelerini işgal eden Hitler, 50 milyonu aşkın insanın öleceği İkinci Dünya Savaşı’nı başlattı.

Aynı dönemde tarihin en dramatik ve en utanç verici hadiselerinden biri olan, büyük çoğunluğu Yahudi, milyonlarca insanın katledildiği soykırım da başladı. Bu soykırım, “insanın insana neler yapabileceğinin” bir göstergesi olarak hafızalara kazındı. Çoğu Yahudi, sayıları 6 milyona varan insan bu vahşetin kurbanı oldu.  

Yahudilerle ilgili süreç; haklarının kısıtlanmasıyla başlamıştı. Bunu, önemli mevkilerden uzaklaştırma, mal varlıklarına el koyma, fişleyerek gettolarda toplu halde yaşamaya mahkûm etme ve en nihayetinde kamplarda toplayıp akıl almaz yöntemlerle katletme izledi. 1939’da savaş başladığında Yahudilere yönelik vahşetin fitili de ateşlenmişti.

Savaşın başlarında Naziler aldıkları bir kararla bütün Yahudileri işgal ettikleri Polonya’daki gettolara yerleştirmeye başladılar. Sayıları hızla artan bu gettolarda açlık, soğuk ve salgın hastalıklar, balık istifi yaşayan Yahudileri kırmaya başlamıştı. Gettolar tam bir can pazarına dönüşmüştü. Devamında aşağılayıcı bir adım daha geldi ve bütün Yahudilere yakalarına Davut yıldızı takmaları zorunluluğu getirildi. Almanya’da kalanların evlerinin kapılarına ise “Burada bir Yahudi oturuyor” yazıları asılmaya başlandı. Bu konuda haber yasağı getirilmişti. Karartma uygulanıyordu. Sistematik kıyım için bütün şartlar hazırdı artık... (*Daha geniş bilgi için bkz: Downs ve Güngör, 2007).

Yahudiler için hazırlanan ilk ölüm kampı Münih yakınlarında inşa edilmişti. “Kurşuna dizme” yoluyla başlayan toplu kıyım Nazileri tatmin etmiyordu. Zira çok vakit alıyordu. Daha hızlı bir yol bulunmalıydı. Buldular da: “Gazlama Kamyonları”! Bir başka yere nakletme bahanesiyle kamyonlara doldurulan Yahudiler, aynı kamyondan çıkan egzoz gazının kamyonun içine basılması yoluyla zehirleniyordu. Fakat bu da onları tatmin etmemişti. Bu sefer Alman mühendisler yeni bir buluşa imza attılar: Gaz odaları…  

ABD ve müttefiklerinin Normandiya üzerinden, Rusların ise Polonya tarafından on binlerce uçak, gemi ve milyonlarca askerle yaptıkları çıkarmanın ardından savaş bittiğinde “üstün ırk” sapıklığı geride tam bir vahşet bırakmıştı. Savaştan sonra en azından suçluların bir kısmı Numberg Kanunlarına nazire yaparcasına Numberg Adliye Sarayında yargılandı.  

Bütün bunlar dünyaya, kontrol edilemeyen, denetlenemeyen ve sınırlandırılamayan siyasal gücün nelere yol açabileceğini açık şekilde göstermişti. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin bağımsızlığı ilkesi tam da bunu önlemek için geliştirilmişti. Darısı, yaşadıkları bütün sefalete rağmen hâlâ bunu göremeyen toplumların başına… 

Açıktır ki bu marazlardan kurtulmanın tek yolu, adalet, özgürlük, hukukun üstünlüğü, sınırlı süreli yönetim, denge denetleme sistemleri, çoğulculuk ve insan haklarına riayetten geçecektir. Ancak o zaman, coğrafya olarak sadece tek kişinin değil, herkesin eşit ve özgür olduğu toplumlara dönüşebiliriz.

*Downs, R. B ve Güngör, E., 2007. Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Ötüken Yayınları, İstanbul.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —