Sahte Bir Dervişin Orta Asya Gezisi -IX-

Şakir Diclehan Yazdı;

Sahte Bir Dervişin Orta Asya Gezisi -IX-

İslam toplumu içinde gerçek anlamda samimi ve ihlas sahibi Müslümanlar olduğu gibi, sahte bir kılıkla onları kandırarak münafıklık yapanlar da tarih boyunca hiçbir zaman eksik olmamıştır. Arminius Vambéry de, sahte bir derviş kılığıyla hem sahip olduğu ideal ve amacını gerçekleştirmek ve hem de Müslümanların inancını bozmak olmuştur.

Sahte dervişin seyahatteki asıl hedefi, 1400 yıldan beri İslam kültür ve düşüncesine beşiklik etmiş olan Buhara şehrini ziyaret etmektir. Orta Asya’nın en büyük çöllerinden olan Kızılkum’un ortasında Zerefşan Ovası’nın aşağı kesiminde yer alan Buhara şehri, İslam medeniyetinde önemli bir yere sahiptir. Tarihte Doğu ile Batı’yı İpek Yolu üzerinden bağlayan, kültürlerin, dinlerin ve ticaretin kesişme noktası olan Buhara, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle göz kamaştırmıştır her zaman.

Yüzyıllarca Orta Asya’da Müslüman devletlerin siyasi ve kültür merkezlerinden olan Buhara, yetiştirdiği bilim ve din adamlarıyla dünyada “Kubbet-ül İslam” unvanına sahip üç şehirden biri sayılır. “İslamiyet’in kubbeleri” anlamına gelen bu üç şehir: Buhara, Ahlat ve Belh şehirleridir.

 Sahte Derviş buradaki günlerini şu şekilde açıklamaya devam ediyor: “Buhara’da meydana vardığımızda, bir rastlantı sonucu, meğer Hiyve’de iken (Orta Asya’nın önemli şehirlerinden biri) Şükrullah Bey’e bağlı olduğumu söylediğim Nakşibendi’ye tarikatı dervişlerinin zikir ve mukabele günleri imiş. Bunların piri, Miladın 1388 tarihinde sonsuzluk yurduna göçerek Buhara’nın iki saatlik dışında gömülü ünlü Şeyh Bahaeddin Nakşibendi’dir. 

Bütün Türkistan halkı nezdinde büyük velilerden sayıldığından, Çin sınırlarından beri ziyaretine geliyorlardı. Bu zatın türbesi, küçük bir bahçe içindeydi ve yanı başında da bir cami bulunuyordu. Türbenin üzerinde birkaç koç boynuzu bir bayrak ve Mekke’den gelmiş bir süpürge vardı. Bu türbe civarında bulunan dilenciler, dilbazlıkta Roma ve Napoli dilencilerinden aşağı kalmıyorlardı.

Başlarında ucu sivri büyük külahlar, ellerinde âsalar bulunan, tarak görmemiş uzun saçları karmakarışık Nakşibendi dervişlerinin o gün yaptıkları garip zikir ve mukabeleyi bugün bile hatırlıyorum. Ayın bitince, arkadaşım, bir çay içmek üzere, beni yukarıda söz ettiğim çaycı dükkânlarından birine götürdü. Oturunca, kendinden geçmiş bir halde “Buhara’yı nasıl buldunuz?” diye sordu.

“Buhara giysileri giyindiğim, yüzüm öz annemin bile tanıyamayacağı biçimde güneşten yandığı halde, yine de nereye gitsem, halk çevremi sarıyor, benimle tokalaşmak, kucaklaşmak için yarış ediyorlardı. Sözün kısası,  çoğu zaman, dayanma gücünü aşan zahmet ve sıkıntılar veriyorlardı. Başımdaki kocaman sarıkla boynuma attığım büyük boy Kur’an-ı Kerim, bana bir Şeyh görünüşü kazandırdığından, bu tür zahmetlere katlanmak zorundaydım. Bununla birlikte, Bu durumun, benim açımdan memnuniyet verici olduğu da inkâr edilemezdi. Çünkü bu şeyhlik niteliği ve giysisi, beni dünyaya ilişkin soru ve cevaplardan kurtarıyor, bu tür şeyler, yalnızca arkadaşlarıma soruluyordu. Bense, çevremdekilerin, hayret ve şaşkınlık içinde, hakkımda alçak sesle yaptıkları konuşmaları, hiç önem vermek zorunda kalmadan dinliyordum.

Çevremi saranlardan birisi, “Bu nasıl bir vera’, dine bağlılık ve takvadır ki, yapayalnız ve hiçbir koruyucusu olmadığı halde bir gün bu adam, Şeyh Bahaddin Nakşibendi Hazretlerini ziyaret kastıyla İstanbul’dan Buhara’ya gelmiştir?” diye sordu. Diğer birisi, “ O kadar şaşıracak ne var ki, bizler de buradan Mekke’ye gidinceye kadar az mı sıkıntı çekiyoruz!” diyerek cevaplandırdı. Sonuçta hepsi birden, “Bu tür adamlar ömürlerini ibadete, büyüklerin kabirlerini ziyarete harcarlar” diyerek ortak düşüncelerini dile getirdiler.

Tüm bu hokkabazlık ve sahteliklere rağmen, kendisinden şüphelendiklerinde, yine bir yolunu bulup sütten çıkan ak kaşık gibi kendisini hep temize çıkarmayı başarır bu Sahte Derviş… “Benim çevremi, casuslar sarmıştı. Ben bu adamları, büyük bir sabır ve sessizlikle dinledikten sonra, bu sözlerden duyduğum üzüntüyü dile getiriyor ve artık beni rahat bırakmalarını rica ediyordum. Onlara, “Ben sırf cehennemlik Avrupalılardan kurtulmak için İstanbul’u terk ettim şimdi hamdolsun, Buhara-yı Şerif’te kendi âleminde tatlı bir hayat sürüyorum. Yine onların anılması, hatırlanması ile neşemin bozulmasını istemem” diyordum.

İşin ilginç yanı, Buhara’daki sosyal hayatı anlatırken, gerçekçi bir tarzda kalem oynatır ve bu aradaki yaşantıyı, kelime kalıplarına şu şekilde döker. “Buhara, doğudaki ahlaki bozulmanın merkezi gibi olmasına karşın bir gün kimi zaman küçük bir yolsuzluk, öldürülmeye neden olan büyük bir suç olarak kabul ediliyordu. Burada erkekler, geniş ve parlak renkli giysileri giyindikleri halde, kadınların giysileri dar ve koyu renkliydi. Kadınlar sokağa çıktıklarında, başlarını örtüyorlar ve koyu mavi renkli, yakalı, uzun feraceler yiyorlardı. Yüzlerini, bellerine kadar uzanan, beygir kılından örülmüş, elek olmaya bile elverişli olmayan kaba bir peçe ile örtüyorlardı. Bu peçelerin, burun ve yanaklara değdikçe, bir hayli rahatsızlık vereceği açıktı. Önemli ailelerden olan kadınlar, çarşı ve pazar gibi kalabalık yerlere kesinlikle gitmiyorlardı. Evlerinden çıkmaya mecbur olurlarsa, yoksul ve yaşlı kadınlar gibi giyinerek çıkıyorlardı. Hatta on sekiz yirmi yaşlarındaki genç kızlar bile, tanınmamak için, iyice örtüye sarılarak, ellerine koca karılar gibi birer asa alıp ona dayanarak titreye titreye yürüyorlardı. Kentin güzel kadınlarını görmek isteyenlerin, Alafranga saat 10’dan öğleye kadar RİKİSTAN ile büyük cami arasındaki caddede bulunmaları gerekiyordu.

Buhara Hanı’nın subayları ile diğer büyük memurlarının ayaklarındaki mahmuzlu çizmeler, üzerlerindeki parlak renkli ve bol biçimli giysilerle büyük bir uyumsuzluk oluşturuyordu. En tuhafı da, bunların bir edâ ile kırıtıp sallanarak yürümeleriydi. Bu yürüyüşü çok beğenen Doğulu şairler, şiirlerinde, bir servinin rüzgârda sallanmasına benzetiyorlardı. Oysa Avrupalılara göre bu yürüyüş olsa olsa, Semiz bir kızın kümese gidişini hatırlatır.”

Sahte derviş, gezisinin bu noktasında sözü can alıcı bir noktaya getirerek anılarını şöyle aktarır bize… “İbadetlerimi, dervişlere özgü zikir ve tahlilleri bitirdikten sonra hücremden çıkıyor, genellikle pazara giderek 26 dükkândan oluşan Sahaflar çarşısına varıyordum. Batılı kitapların az bulunduğu sahafta, Doğu kültür ve edebiyatı ile uğraşan Avrupalılarca değeri ölçülemeyecek nefis yazma kitaplar bulunuyordu.  Ama gerekli mali gücümün üstünde bulunduğundan, gerek uymak zorunda olduğum dervişlik gereklerine uygun düşmeyeceğinden dolayı, bunları edinemiyordum. Çünkü dünya işleri ile uğraştığımı ya da bu konularda bilgim olduğunu gösterecek davranışlarda bulunursam, gerçek niteliğin ortaya çıkar diye korkuyordum.”

Buhara ile Semerkant’tan getirdiğin Bir miktar kitap ve risaleleri, pek çok zahmetlerle satın alabildim. Gördüğüm halde, alamayarak orada bırakmak zorunda kaldım kitaplara, hala üzülürüm yoksa Çünkü uğraştığımız Doğu araştırmaları konusunda o kitapların büyük yararı olacağı açıktı. (SÜRECEK)

 

Kayank: farklı bakış