Tarih: 24.09.2022 12:55

Rodos’ta bir gün…

Facebook Twitter Linked-in

Elimdeki krokiye göre, hemen sağda Konak Çeşmesi olacaktı. Duvara yaklaştım, karşıma kilitli bir kapı çıktı. İçeriyi, ancak haç şekli verilmiş bir boşluktan görmek mümkündü. Başımı uzattım, evet tam karşımdaydı Konak Çeşmesi. Başlığındaki kitâbesi silinmemişti: Osmanlı Türkçesi, bembeyaz mermerin üzerinde hâlâ konuşuyordu.

Geçtiğimiz salı sabahı -20 Eylül-, günübirlik ziyaret ettiğim Rodos’ta, uzaktan Ada’nın siluetine hâkim olan camilerden sonra, yoluma çıkan ilk Osmanlı eseri Konak Çeşmesi oldu. Rodos Şövalyeleri’ne ait tapınakların, silahlı talim alanlarının ve kışlaların bulunduğu taş döşeli uzun bir bulvarın sol yakasında, yüksek binaların arasına gizlenmişti. Hemen karşısında da Hanzâde Mescidi vardı.

Birkaç dakika sonra, Kanunî Sultan Süleyman Camii’nin önündeydim. 1523’te, Rodos’un fethi münasebetiyle inşa edilmiş bir camiydi burası. Ve kondurulduğu yüksek mevki nedeniyle, Ada’nın her yerinden kolayca görülüyor, bütün fotoğraflarda da kenardan illâ ki gülümsüyordu. Camiyi ve Ada’nın tamamını yüksekten izleyebilmek için, hemen yandaki Fethi Paşa Saat Kulesi’ne (1856) tırmandım. Kulenin en üst katında, Rodos’un dört bir yanını sonsuz bir keyifle temaşa etmek mümkündü. Nemden tamamen arınmış, rüzgârlı bir sonbahar günü Rodos’ta bulunduğumdan, manzara doyumsuzdu.

Fethi Paşa Saat Kulesi’nden çektiğim fotoğraflarda, kadraja Rodos’un bütün camileri giriyordu: Sultan Süleyman, Pargalı İbrahim, Mehmed Ağa, Demirci Mescidi, Recep Paşa, Mustafa Paşa ve Hamza Bey… Bunlardan Sultan Süleyman ve Pargalı İbrahim’in minareleri de ayaktaydı üstelik. Kuleden Rodos’un genel manzarasına bakınca, burayı Türkiye’nin herhangi bir şehri zannetmemek mümkün değildi. (Nitekim neresi olduğunu söylemeden fotoğrafı gösterdiğim herkes, sahil şehirlerimize dair tahminlerde bulunacaktı.)

1793 tarihli Hâfız Ahmed Ağa Kütüphanesi, Sultan Süleyman Camii’nin tam karşısında. Kütüphanenin iç kısmını ziyaret edebiliyorsunuz, yazma eserler ise kilitli bir odada muhafaza altına alınmış. Kütüphanenin meşrutasında Rodoslu Türk bir ailenin ikamet ettiğini, yaşları geçkince hanımların balkondaki Türkçe sohbetinden anladım. Öylesine koyu bir muhabbete dalmışlardı ki, sözlerini bölüp araya girmek istemedim. Rodos’ta 3 bin 500 civarında Müslüman Türk’ün yaşadığı tahmin ediliyor. Ekseriyeti, 1522’deki fetihle birlikte Ada’ya iskân edilen Osmanlıların torunları… Rodos’un genel nüfusu ise 115 bin.

Sur içindeki en işlek caddenin tam ortasında, yola doğru adeta bir nöbetçi gibi uzanan Mehmed Ağa Camii’nden geçerek, Pargalı İbrahim Camii’ne geldim. Kitabesinde verilen bilgiye göre, mabedin temeli, 1525’te “Kanunî’nin can dostu” Pargalı İbrahim Paşa tarafından atılmış. Cami -nice aksamalarla- 1540’da, Pargalı’nın boğdurulmasından 4 sene sonra nihayet ibadete açıldığında, tahmin edilebilecek sebeplerle Paşa’nın ismi resmî ithaflarda hiç anılmamış. Ama halk hafızası Pargalı’yı unutmamış.

Öğle namazını Pargalı Camii’nde kıldım. Burası, Rodos’un ibadete açık tek camisi aynı zamanda. İç kısmındaki mimarî özellikler, restorasyon ve eklemelerle artık kaybolmuş bulunsa da, halılara ayak basıp mermerlerine dokunmak eşsiz bir duyguydu.

Elimde harita ve krokilerle İslâm eserlerini adımlarken, Rodos’ta neredeyse girmediğim sokak kalmadı. Denizin kattığı muhteşem atmosfer eşliğinde, Kıbrıs’la Kudüs’ün karışımıydı Rodos. Hele labirent misali ara yollarda adeta kaybolurken, “Akdeniz havzası” kavramını oluşturan ortak paydaları iliklerime kadar hissettim. Biraz daha derinlere kulak verince, Haçlıların kılıç şakırtıları, Osmanlı kadırgalarının kürek sesleri, ezanlar, sultan ve kralların fermanları iç içe sedalar halinde yankılanıyordu…

Dikkatimi çeken bir diğer nokta, Osmanlı döneminde her caminin yanına muhakkak ulu bir ağacın dikilmiş olmasıydı. 1522-1912 arasında kesintisiz devam eden Osmanlı hâkimiyetinden sonra bugün ibadete kapatılan camilerle bu ulu ağaçlar öylesine iç içe geçmiş ki, o semtin “İslâmî” ve “uhrevî” havasını dağıtmak da mümkün olmamış. 1588 tarihli Recep Paşa Camii’nin bulunduğu meydan mesela, “Ben Dârü’l-İslâm’ım!” diye haykırıyordu. Tıraşlanmış minareye, suyu kesilmiş şadırvana ve zincire vurulmuş son cemaat yerine rağmen…

Rodos’taki son durağım Murad Reis Camii (1636), türbesi ve haziresi oldu. Kale İçi’nin kuzeyinde, deniz kıyısında bir külliye burası. Yüzlerce Osmanlı mezarının yanı sıra Mehmed Şekib Paşa türbesi, Canberk Giray Han türbesi, Memi Paşa türbesi ve Mehmed Redif Paşa türbesi, haziredeki diğer eserlerdi.

Vakit dolup da feribotla yeniden Fethiye’ye dönmek üzere Ada’ya veda ederken, şöyle mırıldanmaktan kendimi alamadım:

Sultan Süleyman’a binlerle rahmet olsun. Rodos’a vurduğu İslâm mührü öylesine derinlere işlemiş ki, hâlâ kazınamamış.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —