Uzun zamandır sesini çok duymadığımız bir isim anayasa hukukçusu Prof. Dr. Osman Can. Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk döneminde, iktidarın hukuk konularında en güvendiği, kamuoyunda en çok sesinin duyulmasını istediği çekirdek ekibin içindeydi. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, partiden eleştiriyle ayrılmasına rağmen, Osman Can’ın 2018 yılına kadar Avrupa Konseyi’nin hukuk alanındaki danışma organı Venedik Komisyonu’nda ‘Türkiye Temsilcisi’ olarak görev yapmasını engellemedi. Ancak 2018’ten sonra iktidar, Osman Can’ın Venedik Komisyonu’ndaki görev süresine uzatma istemediği gibi yollarını da tamamen ayırdı.
Osman Can’ın AKP tarihindeki kritik rolünü kendi web sayfasına koyduğu birkaç ana başlık üzerinden hatırlayalım:
“2007 yılında ortaya çıkan Cumhurbaşkanlığı krizini çözmeyi amaçlayan Anayasa Değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesi’nde açılan davanın raportörlüğü ile görevlendirildi. Görüşleri doğrultusunda Mahkeme ret kararı verince Cumhurbaşkanı’nın Türkiye tarihinde ilk defa halk tarafından seçilmesi mümkün hale geldi.
2008 yılında AK Parti’nin kapatılması talebiyle açılan davanın raportörlüğünü üstlendi ve kapatma isteminin reddi yönünde görüş sundu. Parti kapatılmadı. Raporunda savunduğu usule ilişkin görüşleri, mahkemece oybirliğiyle ilke kararlarına dönüştü.
2010 referandumunun askeri vesayeti ortadan kaldırmasına rağmen sistemi demokratikleştirmeye yetmeyeceği, hızla yeni bir toplum sözleşmesi üzerine bir anayasal düzenin inşa edilememesi durumunda Türkiye’nin yönetilemez hale geleceği düşüncesinden hareketle, Türkiye’nin sayılı medya, üniversite, sivil toplum ve siyasal aktörleriyle bir araya gelerek, siyasi aktörleri yeni anayasa yapımına ikna etmede önemli rol üstlenen Yeni Anayasa Platformu’nun oluşumunda yer aldı."
Bugünlerde ise sade bir hukuk hocası olarak Frankfurt ile İstanbul arasında bölüştürdüğü iki şehirli bir hayat yaşıyor. Goethe ve Marmara Üniversitelerinde anayasa hukuku dersi veriyor. Türkiye’nin siyaseten ve hukuken bugün geldiği noktadan dolayı çok üzgün. 2010 ve 2017’deki anayasa referandumlarını Türkiye’deki ‘kişiselleşmiş otorite’ sorunsalının iki kritik eşiği olarak yorumluyor. Ne hazindir ki 2010’da referanduma sunulan anayasa değişiklikleri paketinde onun da imzası var. Ne hayal ederek yola çıktıklarını ve işin nerede takla attığını anlatırken “2010 paketinin tamamını ‘günah’ olarak değerlendiriyorsanız benim günahım çok. Ama bireysel Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkına Tayyip Bey’i ikna eden de benim” diyor.
AKP’li yıllarla olabildiğince samimi bir yüzleşme yapmaya çalışırken, ‘askeri vesayetle mücadele kampı’na mensup biri olarak çok canını yakan bir durumun tespitini de halının altına süpürmüyor:
“Kimse kendini kandırmasın, askeri vesayetin ortadan kaldırılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeninde denge denetimi olamadı.”
Vesayetin sahibi değişince vesayetin bitmediğini, toplumun hak ve özgürlükleri açısından sorunların nasıl da derinleşerek devam ettiğini zaten biliyorsunuz. Detaylarıyla bir de Osman Can’dan dinleyin…
“İmamoğlu dosyasındaki tartışmaların içinde her şey var, yargı yok; şu an sadece siyaset konuşuyoruz”
-Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları iki ay önce tutuklandı ve henüz iddianameyi görmedik. Bir takım MASAK raporları ve savcılığın aldığı, almaya devam ettiği ifadeler var. Şu anda somut biçimde önümüzde olan hukuki belgeler üzerinden siz nasıl bir okuma yapıyorsunuz? MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sürece yönelik açıklamaları ‘iddianame bir önce yazılsın’ şeklinde bir uyarı olarak algılandı. Hukuk açısından konu henüz iddianamenin yazılmamış olmasından mı ibaret, değilse nedir?
Öncelikle şunu söylemem gerekir. Dosya henüz mahkemeye intikal etmemiş, deliller netleşmemiş, ortada değil. Yargılama süreci başlamamış. Dolayısıyla da bu dosya hakkında hukuki değerlendirme yapılamaz. Bunu yazıp bir kenara koymamız gerekiyor. Siz de hatırlattınız, tartışma şu anda Devlet Bahçeli'nin açıklamaları, hükümetin açıklamaları üzerinden yürütülüyor. “İddianame yazılsın mı, yazılmasın mı?” gibi tartışmalar, “Ne kadar sürer?” gibi tartışmalar. Yani bu süreçteki tartışmaların içinde her şeyi var ama yargı yok. Dolasıyla da tamamen politik bir dosya. Politika konuşuluyor, politik aktörler bu konuyla ilgili bir değerlendirme yapıyor. Bu değerlendirmelere göre bir hızlanmanın ya da yavaşlamanın yaşandığını görüyoruz. Çok açık ki burada siyasi bir mesele var. Yargı süreci de ortada olmadığına göre siyaset konuşuyoruz şu anda. Bu da bize yargının bir adalet mekanizması olarak tam anlamıyla çalışamadığını gösteriyor.
“Meselesinin politik olduğunu gösteren asıl şey diploma iptali”
-Cumhurbaşkanı Erdoğan da İmamoğlu dosyasını siyaseten sahiplenmekte bir sorun görmüyor. Daha geçen gün “Her gün birileri çıkıp itirafçı oluyor. Yeni deliller ortaya çıkıyor. Bu adamlar ahtapotun kolları gibi uzanmış, her yere yapışmışlar” dedi. Demek ki bizim kamuoyu olarak sahip olmadığımız deliller onda var. Böyle mi okumak lazım Erdoğan’ın tavrını?
Bakın, Türkiye'ye yolsuzluklar oluyor. Belediyelerde yolsuzluklar oluyor mu? Muhtemelen oluyor. Bu konuda pek kimse aksini iddia etmiyor. Ama asıl başka bir şeyle, diploma meselesiyle başlayan bir süreç var. Diploma meselesi neden bu kadar önemli? Çünkü diploması olmayan bir kişi zaten cumhurbaşkanlığına adaylığını koyamıyor. Diploma sürecindeki hukuka aykırılığı daha rahat bir şekilde tespit edebiliriz. Şu aşamada yolsuzluk konusunun nasıl ilerleyeceğini bilmiyoruz. Belki gerçekte veriler vardır ya da yoktur, bilemiyoruz. Ama başta söylediğim gibi işin politik olduğunu gösteren asıl konu diplomanın iptali. Geçmişe dönük olarak hukuk kurallarını ya da YÖK kararlarını uygularsanız ciddi bir zorlama yapmış oluyorsunuz. Böyle zorlama bir adımla bir kişinin diplomasını iptal ettiğiniz zaman, burada hukuku aramak boşuna. Buradaki politik saiği görebiliyorsunuz. Politik saikle başlatılan bir soruşturma varsa diğer soruşturmalar da onun gölgesinde kalır ister istemez. Ve yine tek kanallı olarak sadece belli medya alanlarına, soruşturmanın gizliliğinin söz konusu olduğu bir alanda görüntüler ya da bilgiler, belgeler sürekli servis ediliyor. Bunlar da politik saik teyidi olan şeyler. Hele hele bir de zaten Türkiye'nin de 2017 anayasa değişikliklerinden başlayarak yargı bağımsızlığının yapısal olarak zarar gördüğü bir süreç içindeyken bu yapıldığında, bu süreç şüpheli hale geliyor. Adalete yönelik inanç ortadan kalkıyor.
-Zaten bu da genel rakama da yansıyor. Ekrem İmamoğlu'nun aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı güçlü bir siyasi rakip olduğu için tutuklandığını düşünenlerin oranı yüzde 60'ların altına düşmüyor gördüğüm kadarıyla.
Bana çok şaşırtıcı gelmiyor. Bu konuda bir kanaatin oluşabilmesi için illa bütün verilerin ortada olması gerekmiyor. İnsanlar zincirleme olarak olayları üst üste koyar ve bir tablo görür.
“En baştan politik amaçla hareket edildiği için yolsuzluk soruşturması insanların ‘hukuka aykırılık’ kanaatini değiştiremiyor”
-Şunu söylemiş oluyorsunuz; İmamoğlu’nun neden Silivri’de olduğunu anlamak için üst düzey bir akademik formasyona, siyasi tecrübeye ya da kuvvetli istihbarata sahip olmaya gerek yok. Sokaktan görünen neyse, gerçekte olan da bu.
Gerek yok tabii ki. Bakın şimdi Can Dündar kararıyla başlayalım mesela. Can Dündar'la ilgili olarak Cumhurbaşkanı “Bunun peşini bırakmayacağım, sonuna kadar gidilmesi gerekir” falan dedi ve yargıda mekanizmalar harekete geçti. Sonra Demirtaş hakkında buna benzer şeyler söyledi. Keza Kavala'yla ilgili olarak kişisel mesele haline getirme durumları gördük. Ve bunlar sadece medyada konuşulan şeyler değil, bunlar aynı zamanda yargı kararlarıyla sabitlenen tespitler olduğu için söylüyorum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye hakkında kararlar verdi. Ve bu kararlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dedi ki; “Yargı burada politik amaçlarla kullanılıyor. Aslında bağımsız değil yargı. Politik amaçlarla başlatılan bir süreç vardır, politik amaçlarla tutuklamalar vardır.” Politik amaçlarla yapılan tutuklamalarla yetkili olan ya da devleti yönetenlerin sözleri arasındaki uyumu ya da iş birliğini o mahkeme kararlarında da görüyoruz. Şimdi orada bir realite var. Burada da yine Cumhurbaşkanı adayı olarak birisi ön plana çıkıyor. Önce hukuka aykırı bir şekilde diploması iptal ediliyor. Ondan sonra da bir yolsuzluk soruşturması başlıyor. Dolayısıyla bu yolsuzluk soruşturmasında gerçekten soruşturması gereken bir şey olsa bile bu artık ‘hukuka aykırılık’ kanaatini değiştirmiyor.
AYM ve AİHM kararları uygulanmadığı için kuşku, anayasal olarak da haklılık kazanıyor”
-Yani baştan siyasi motivasyon ortaya konduğu için toplumun geneli yolsuzluk dosyasının içine bakmaz hale geliyor…
Bakmıyor, bakamıyor. Çünkü o konudaki tablo evet yani veriler ortada ve veriler bu konunun objektif olarak yargı bağımsızlığı ve yargı tarafsızlığı süreci içerisinde yürütülmediğine yönelik kanaati besliyor. Anayasa Mahkemesi kararlarının anayasaya aykırı bir şekilde uygulanmaması bir gerçek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargının politize edildiği ya da yargının politik amaçlarla kullanıldığı tespitleri ve büyük daire tespitleri var. Bunları da göz önünde bulundurduğumuz zaman, insanların bu kadar kuşku duyması kadar doğal bir şey olamaz. Bu kuşkuları sadece iyi niyetlerle gideremezsiniz, 2017 Anayasa değişiklikleriyle iktidarın tek elde toplandığı gerçeği karşısında kuşku anayasal olarak haklılık kazanıyor çünkü.
“Şu şartlarda diplomanın iptaline açılan davadan olumlu sonuç elde edilir mi emin değilim”
-Bu arada diploma veri tabanından da silinmiş. Yani şu anki şartlarda hakkındaki yolsuzluk iddiaları düşse bile Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olamıyor.
Olamıyor, şu an itibariyle teknik olarak mümkün değil. Diploma yok, diploma yoksa zaten YSK bu konuda herhangi bir adaylık kabul etmeyecek. Seçim ne zaman olacaktır? 2028 diyelim. Daha en az iki sene var. Bununla ilgili dava açıldı sanırım, ama yargıya dair temel soruna bakıldığında o davadan olumlu bir sonuç elde edilir mi çok emin değilim.
“Kendimi ‘muhalif’ olarak tanımlamıyorum, iktidar yarışının bir tarafında değilim, sadece hukukçuyum”
-Siz eski bir siyasetçisiniz de. AYM Raportörlüğü sonrasında hem 2010 referandumu sırasında hem de 2013-2015 dönemindeki çözüm sürecinde hükümetin politik hattına çok destek verdiniz. Kanaat önderi olarak kamuoyunda sizi çok görüyorduk. Tam o dönem AKP MKYK üyesi oldunuz, sonra 2015’de milletvekili seçildiniz. Ama kısa süre sonra siyaseti bıraktınız. Bir ara DEVA Partisi kurulurken Babacan ile birlikte hareket etmeniz beklendi ama ondan da vazgeçtiniz. Sonrasında ise adeta inzivaya çekildiniz.
İnziva diyebilir miyiz bilemiyorum. Şartlar biraz o noktaya getiriyor. Yani kişisel meseleler, belki işte akademik çalışmalara öncelik verme gibi bir şeyler söyleyebilirim. Ama işin doğrusu bu görüşlerimi dile getirme kanallarının açık olduğu kanaatinde değilim. Ana akım medya ciddi bir şekilde değişti. Bir de sözünüzün etkisini yitirdiği bir dönemdeyseniz eğer konuşmazsınız. Konuşmadığınız zaman bana göre dünya sona ermiyor. Yani tanrıcılık falan oynamamıza gerek yok. Sözümüz vardı ama bu sözümüzün de dinlenebileceği ya da anlam ifade edebileceği dönemler vardı. Belki de konuşmamanın daha iyi olabileceği dönemler vardır. Sanırım biraz öyle bir süreçten geçtik ve geçmeye de devam ediyoruz. Bireysel olarak biraz zorlandım tabii ki. Ama bu, ülkeye yönelik düşüncelerimizi çok fazla değiştirmedi. Bir de ben kendimi ‘muhalif’ olarak tanımlamıyorum. Ben bir hukukçuyum. Analiz yaparım.
-Şu anda dışarıdan ‘muhalif’ olarak tanımlanma ihtimalinize dönük bir endişe mi var?
Yok kaygı da değil. Bu benim ahlaki duruşum zaten. Yani Türkiye'de bir iktidar yapısı vardır. Bir de bunun karşısında muhalefet yapıları vardır. Bir iktidar yarışı vardır. Ben bunun içinde bir yerde konumlanmıyorum.

Tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu
“Venedik Komisyonu’nun 2017’deki otoriterlik uyarısının altında benim de imzam var, hükümet ondan sonra benim görev süremi uzatmadı”
-Ama söyledikleriniz aslında ‘artık muhalif kanattaymışsınız’ gibi algılanıyor olabilir.
Öyle algılanabilir ama bu da benim için çok belirleyici değil çünkü ben bir anayasa hukukçusuyum. Bu ülke yani 2016'lardan itibaren özellikle anayasacılık mücadelesinde demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularında çok ciddi bir şekilde geriye gitti. 2017 yılında yapılan anayasal değişikliği Türkiye’ni artık demokratik olmayan ülkeler ligine düşürdü. İktidarın tek elde toplandığı sisteme artık demokrasi demek mümkün değil çünkü. Anayasa’nın 2. Maddesi’nde veya diğer maddelerinde istediği kadar “Türkiye Cumhuriyeti demokratiktir, hukuk devletidir” desin, aslında değil. Venedik Komisyonu 2017’deki değişiklikler yürürlüğe girmeden önce bunun ülkeyi kişisel bir otoriterliğe götüreceğini belirtmiş ve Türkiye’nin bu değişikliklerden hemen geri adım atması çağrısı yapmıştı. Venedik Komisyonu'nun o raporunun altında benim de imzam var. Yani şahsen atmadım ama kurum olarak yanında durdum. Hatırlarsanız o dönem ben (2014-2018 arasında) Venedik Komisyonu üyeliği ve bilimsel konsey başkan yardımcılığı yaptım. Ancak hükümet tabii süremi uzatmadı. Şaşırmadım tabi.
-Siyaseten onlarla beraber yol yürüdüğünüz için sizi aday gösterdiler ama ne zaman ki yollarınız ayrıldı… Böyle mi özetlemek lazım yaşadığınızı?
Ama zaten ayrıştığım bir döneme denk geldi. Orada bir çizgimiz var.
“İktidar kanadında dahi benim hukukçuluğumla ilgili olumsuz bir şey duyamazsınız”
-Eleştirilerinizin dozu artana kadar iyi bir hukukçuydunuz hükümet nezdinde -ki sizi ülkenin yurtdışında hukuk alanında en üst temsil noktalarından birine uygun gördüler. Sistem değişikliğinden sonra iyi hukukçuluğunuzun bir kıymeti kalmamış olabilir mi onlar açısından?
Ben şundan çok eminim; iktidar kanadında dahi benim hukukçuluğumla ilgili olarak olumsuz bir şey duymazsınız. Beni bu anlamda eleştirselerdi, duyardım. Haddini bilmez insanlar her tarafta olur, ayrı bir şey. Ama bunu hem muhalefet kanadında olsun hem iktidar kanadında olsun sanırım biraz da hukukçu duruşumu korumama borçluyum. Ben bir anayasa hukukçusuyum, anayasal değerler benim için çok önemli. İktidar alanında anayasal, hukuksal düzlemde çok ciddi geriye gidişler olduğunda bir anayasa hukukçusu olarak bunları konuşmak zorundayım. “Kuvvetler ayrılığı çok önemlidir” dediğimde ister istemez iktidarın hoşuna gitmeyen bir şey söylemiş oluyorum. Ama bu muhalefet amaçlı olarak söylenen bir şey değil ki, anayasacı olmanın en basit bir gerçeği. Bu benim mesleğimin gereği olarak ve inandığım değerlerle ilgili olarak yaptığım bir şey.
“Bildiğin bir şey varsa manipüle etmeden ve öfkenle arana mesafe koyarak söylemeye devam et”
-Bu vurguyu yine yapıyor olmanızdan eleştirdiğiniz için otomatikman ‘hükümet karşıtı’ gibi algılanmaktan hiç da memnun olmadığınızı anlıyorum.
Ama benim memnun olmamam çok fazla bir şey değiştirmiyor. Sadece şu var; bildiğin bir şey varsa, doğru bildiğini manipüle etmeden, kişiselleştirmeden, kendi öfkenle, kızgınlıklarınla veya hayal kırıklıklarınla mesafe koymak suretiyle söylemeye devam et. Çünkü bu önemli. Bir kişi duyar, on kişi duyar, yüz kişi duyar ama bunlar önemli şeyler. Bu, korur aynı zamanda.
“Beklentiye rağmen 2011 seçimlerine girmedim, yargıdan siyasete yoğun geçişler doğru gelmedi”
-Aynı yolu yürüyüp de eleştirenlerin hiçbirinin artık AKP içinde olmaması nedeniyle dışardan bakanlar da ister istemez şu soruyu soruyor; Erdoğan sizin gibi profillere biraz kendi gündemi açısından ‘enstrüman’ gibi mi baktı ilk döneminde? İşlerine gelen bir anayasa değişikliği paketi referanduma sunulduğunda, siz de onun yüzlerinden biri olduğunuzda bu siyaseten onlar açısından avantajlıydı ve size belli rütbeler getirdi. 2014-2018 döneminde Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu üyeliği böyle mi geldi mesela?
Böyle bir algının insanların zihninde oluşması kadar doğal bir şey yok. 2010 yılında referandum sürecini destekledim. 2008'de Anayasa Mahkemesi raportörüyken AK Parti'nin kapatılmaması gerektiğine ilişkin bir hukuki görüşüm oldu. Ondan iki yıl sonra referandum süreci başladı, askeri vesayetin sona erdirilmesi önemliydi, yargının demokratikleştirilmesi önemliydi. Ama askeri sıfatının altını çizelim ve itirazımızın demokratik olmayan her tür müdahale imkânı olarak vesayete olduğunu belirtelim. 2011 seçimlerinde bir beklenti vardı ama ben frene bastım, beklentilerin aksine siyasete girmedim, ki popülerliğim hayli yüksekti ve aynı dönem yargı içinden pek çok kişi siyasete girmiş ve milletvekili seçilmişti. Bu bana doğru gelmedi.
“2012’de Erdoğan’a ‘Eleştirilerimin farkında mısınız?’ diye sordum, farkında olduğunu ama yine de benimle çalışmak istediğini söyledi”
-Ama 2015’te, yani 2011’de eleştirdiğiniz ortam devam ederken, AKP’den milletvekili gösterilmeye itiraz etmediniz. Sadece dört yıl sonra sizi ikna eden ne oldu?
2012'de anayasa süreci tökezlemeye başladı ve çözüm süreci de başlamak üzereydi. Böyle bir dönemde bana siyasi teklif geldi. Cumhurbaşkanı, o zaman Başbakan, “Bu konuda bizim desteğe ihtiyacımız vardır” deyince ben de kendisini ve partisini eleştirdiğimin farkında olup olmadığını sordum kendisine. “Farkındayız tabii ki. Ama birlikte yakın çalışmak istiyoruz. İhtiyacımız var” deyince, “Tamam, siz arkamda olduğunuz sürece bu konuda elimden geleni yaparım” diye yanıt verdim. Gururum da okşandı tabii ki. Biz akademisyenler olarak bu konuda çabuk oltalanabiliyoruz aslında. Bu, akademisyenlerin genel problemi ve hatta zaafı.
“Biz akademisyenler olarak çabuk oltalanabiliyoruz, bu akademi dünyasının genel zaafıdır”
-Bu akademisyenlerin gururunu okşanması konusuyla ilgili bir hatırlatma yapacağım. Çok şaşırdığımız olaylardan bir tanesi, yeni anayasa yazımı sürecinde olumlu bir katkısının olabileceği düşüncesiyle Serap Yazıcı Özbudun'un o kadar ağır eleştiriden sonra AKP’ye dönüşü oldu. Siz ne düşündünüz?
Ben müsaadenizle Serap Hoca'yla ilgili herhangi bir değerlendirme yapmak istemiyorum. Oltalama ifadesi provakatif, biliyorum. Akademisyenlerde böyle bir zafiyeti vardır. Önemsendiği, fikirlerinin önemli olduğu, kendilerine hissettirildiği andan itibaren akademisyenleri çok kolay bir şekilde yönlendirebilirsiniz, manipüle edilebilirsiniz. Akademisyenler bu açıdan çok zayıf. Akademi dünyasından gelen bir insan olarak ben bunu söylüyorum. Deneyim sahibi bir insan olarak bunu söylüyorum.
Bir şey daha var. Hangi AK Parti'den bahsediyoruz değil mi? 2010, 2011, 2012'de biraz daha farklı bir AK Parti vardı. Onlar diye çoğul bir sıfat kullanıyorsunuz. Onlar içerisinde bugünün muhalefetinde yer alan ya da kendini tamamen siyasetin dışına çıkarmış ve muhalefet tarafından da saygı duyulan isimler vardı. Onların o dönemin yönetimde olduğu bir ortam yani. Yani o yüzden siyasete daveti partinin genel yönetimi bir ihtiyaç okuması olarak görmeyi tercih ederim. Benim daha çok hoşuma gider. Yani bir ihtiyaç olarak görüldünüz, siyasete davet edildiniz. Siz de gidip o ihtiyacı karşılamaya çalıştınız. Siyaseten elinizi taşın altına soktunuz. Bu yorumu tercih ederim elbette. Ama siyaset kompleks bir alan, motifleri, çabaları ve yöntemlerin çok farklı olabilecek insanlar aynı kadro içinde olabiliyor. Bazıları enstrümantal şekilde yaklaşmış olabilir, diğer bazıları da gerçekten ihtiyaç olarak görmüş olabilir. Çünkü ben 3 yıl orada çalıştım. 3 yıl boyunca çok iyi diyaloglarım oldu. Anayasa, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi alanlarda reformların ve değişikliklerin yapılması konusunda çok ciddi tartışmalar yaşadık. Çok ciddi toplantılar oldu ve orada ben başka bir atmosfer de gördüm. Her şeye rağmen bir şeylerin düzelebileceğine inanmak için bence nedenler vardı.
“2011 seçimlerinden sonra AK Parti için denge mekanizması değişmeye başladı”
“Eskiden parti lideri, Adalet Bakanına ‘Hakimleri neden arayıp uyarmıyorsun?’ dediğinde MKYK’da itirazla karşılaşırdı”
-Peki sizce Adalet Kalkınma Partisi içerisinde hâkim olan bu yaklaşım tam olarak nerede makas değiştirdi? Bazısı diyor ki “Cumhurbaşkanı Erdoğan 15 Temmuz’da çok varoluşsal bir kriz yaşadı.” Bazısı diyor ki çözüm sürecinde çok ciddi riskler aldı ve sonucunu alamadığı için başka bir hatta girdi. Muhtemeldir ki hepsinin payı vardır ama size göre Erdoğan’ın siyaset paradigmasını değiştiren asıl kırılma noktası, yani kronolojinin başı neresidir?
Çok şey söylendi ama ben biraz daha farklı bir şey söyleyeceğim. Parti içi demokrasi meselesini burada müsaadenizle gündeme getirmek istiyorum. Şu, parti içi demokrasisinin olmadığı yerde yavaş yavaş lider sultası ortaya çıkar. Parti tabanından irade oluşumu yerine yukarıdan aşağıya doğru irade oluşumu gerçekleşir. 2011 seçimlerine kadar AK Parti belli bir denge üzerine kuruluyordu aslında. Ağır topları vardı ve parti kararları belli bir müzakere sonrasında alınabiliyordu. Tek kişinin her şeyi belirlediği bir dönem değildi o dönem. 2011 seçimleriyle birlikte iş biraz değişmeye başladı. Ama yine ağır toplar vardı ve dengeleyici dinamikler söz konusuydu. Ben partinin MKYK’sındaydım ve örneğin parti liderinin adalet bakanına “Mahkemeler teröristleri serbest bırakıyor. Niye hakimleri telefonu açıp da uyarmıyorsun?” diye bir şey söylediğinde diğer tarafta “Bu ne biçim söz Adalet Bakanı kim ki yargıya telefon açar, müdahale eder, böyle şey olur mu?” gibi itirazların dile getirilebildiği bir dönemden bahsediyorum.