Türkiye hukuk devleti mertebesine ulaşamadığı, hukukun içselleştirilmesi için daha kilometrelerce yol yürümek gerektiği için her gün tonlarca hak ihlali yaşanıyor bu ülkede.
20 Mart’ta Adana’da Furkan Vakfı gönüllülerine polisin uyguladığı işkence halen gündemde. Polis şiddeti bilhassa son 6 yılda, olağanüstü hal ilanından bu yana, epey artmış durumda. Kanun önünde eşitliği sağlayamayan devlet kafa göz yarmada eşitliği sağlıyor. Her kesim zulme uğruyor, dövülüyor. Ne var ki bu defa durum biraz farklıydı. Polis, anayasal haklarını kullanan barışçıl göstericilerin üzerine gözü dönmüş bir şekilde saldırdı. Vahşice saldırandan ziyade polisi azmettirip o halde saldırtana bakmak lazım.
Darp edilenlerin sayısı yaklaşık 700, darp raporu alabilenlerin sayısı 300 imiş. KHK TV’ye konuşan Furkan Vakfı Başkanı Alparslan Kuytul’un verdiği bilgi bu yönde.
Yakın tarihi biraz bilenler, hemen “90’lı yıllar”la ve “28 Şubat Dönemi” zulümleriyle kıyaslama yapıyorlar doğal olarak. 28 Şubat’ta sokaktaki göstericiler bu kadar pervasızca dövülmüş müdür, sanmıyorum.
Allah’tan Kitaptan, yasalardan korkmayan (yukarlardan bir yerden teminat alan) insanlar, her yandan görüntü alan cep telefonları olmasa, kadınların, çocukların, insanların kafasını, yüzünü gözünü coplarla dağıtmakla yetinirler mi sizce? Herkesin elinde fotoğraf çeken cep telefonları ve internet olmasa 20 Mart’ta Adana’da dehşet verici bir devlet terörü sahneye konulmuştu, emin olabilirsiniz.
Türk polisinin ve askerinin sabıka kaydı ortada. Kaç darbe görüldü, kaç yüz bin insan bu ülkede işkence gördü, kaç bin tanesi gözaltında “kaybedildi”? Bu suçları Amerikan üniforması giymiş uzaylı emir kulları mı icra etti?
İnsanların sokağa çıkıp kamu vicdanına çağrıda bulunmak, bir hakkı müdafaa etmek adına ifade özgürlüğünü kullanmasına müsaade edilmiyorsa, orda devlet denen mekanizmanın meşruiyetinden bahsedilemez.
Türkiye’de devletin meşruiyet zemini var mı, ayrı konu, var kabul edenler bile bu zeminin çürük olduğunu teslim ederler, narkozlanmamışlarsa şayet. 1 Mayıs, 8 Mart gibi genel kabul görmüş “meşru” günlerde dahi insanlar barışçıl yürüyüş, gösteri yapma hakkını kullanamıyorlar. “Allah kimseyi adliyeye, karakola düşürmesin” sözü bu milletin kadim duaları arasında çoktan yerini almışsa, fazla söze gerek yok sanırım. Türkiye’de yargı olmadığı için haliyle yargıya güven de olmuyor. Adalet yoksa mülk de muhal.
“20 Mart Adana Olayları” varılan noktanın bir hayli tehlikeli olduğunu gösterdi. Bugün devleti yönetenler şunu diyorlar: “Anayasal hakları ancak bizim cici gördüğümüz muhalifler, ancak bizim makbul gördüğümüz şekilde kullanabilir, gayrısı dayağı yer!” 85 milyona verdikleri mesaj bu: Gözdağı!
Sokak, itirazın merkezi ise polis de rejimin görünen yüzü oluyor. 20 Mart’ta Adana’da çekilen fotoğraf, devlet ‘baba’nın sokak ortasında “kadın cinayeti” işlemeye ne kadar yakın olduğunu da gösteriyor.
Bu ülkenin yurttaşları olarak kesin bir kırmızı çizgi çekmeli ve defansı burada kurmalıyız: Söven, döven, korkutan, tehdit eden bir devlet istemiyoruz. İfade özgürlüğünü tehdit, eleştiren ve itiraz edeni düşman gören bir devlet, sığ ve zorba bir devlettir. Böyle bir devletten razı değiliz!
Siyaseten mevta, oturduğu koltuğa yapışıp kalmış gelgeç figüranlar üzerinden konuşmak bir seviye değil. (Yine de çocukları ekranlardan uzak tutmak lazım.) Temel sorular sormalı, bu sorulara yanıtlar bulup dik duruş sahibi olmalıyız.
Hukuk nedir, ne işe yarar? Devlet nedir, nerede başlar ve biter?
Karşılıksız çek düzenler gibi yasa çıkartan bir mekanizmaya devlet denebilir, itibar edilebilir mi?
Devlet haddini (hududunu) bilmeli ve vatandaşına hizmet etmeli. Kendi belirlediği ve beyan ettiği hukukla bağlı olmayan devlet vahşet üretir, çeteleşir, çürür ve dünyayı çürütür.
20 Mart Adana Olayları devletin bir çete görünümüne bürünmesi neticesi cereyan etti. Devleti bu kadar ayağa düşürenler ya da böylesi vahşi bir kimliğe bürüyenler bunun hesabını vermeliler.
Kaynak: Yeni Pencere