Tarih: 13.04.2020 14:44

Platform ve Hududullah

Facebook Twitter Linked-in

Corona salgını başladıktan sonra tıp çevreleri sokağa çıkma yasağını, kimileri yarım ağızla; kimileri de -başta halk sağlıkçıları olmak üzere-açık açık savunuyorlardı. İspanya ve İtalya’da da benzer tedbirler uygulanmaktaydı. Türkiye’deki karar alıcılar ise ihtiyatlı yaklaştıkları bu sürece nihayet katıldılar. İki günlük sokağa çıkma yasağı yürürlüğe konuldu. Karar hayli geç saatte, yasağın başlamasından bir kaç saat evvel evvel duyuruldu.

Karârın duyulmasından sonra yaşananlar son derecede düşündürücü. Yaklaşık iki saat boyunca başta İstanbul olmak üzere büyük vilâyetlerde yaşananlar kaos ile açıklanabilir. İnsanlar panik içinde hafta sonu ihtiyaçlarını karşılamak üzere marketlere ,büfelere saldırdılar. (Benzer hâdiseler Avrupa’da da yaşanmıştı. Bizde de farklı olmadı. Tabiî ki bu arada, salgının kontrol altında tutulabilmesinin en başta gelen kâidesi, “fiziken yakınlaşmamak” kâidesi gözardı edildi; hiçe sayıldı. İnşaallah yaşananlar salgının büyümesine yol açmaz. Bu arada, muhalefet nihâyet arayıp da bulamadığı bir fırsatı ele geçirdi. Her zeminde hükûmetin süreci yönetemediğini haykırdı. Tartışmalar devâm ediyor. Bana kalırsa , sokağa çıkma yasağı ister iki saat kala, ister bir hafta evvelinden duyurulmuş olsun, tablo çok da farklı olmayacaktı. Panik duygusu bunun hesabını yapmaz. Mesele bu paniği anlamakla alâkalı..

Dünyâ târihinde misâli var mı, bilmiyorum; elyevm üç katmanlı bir krizi yaşıyoruz. Bunlar sırasıyla finansal, üretimsel krizler ve salgın. Hepsinin üst üste geldiğini söyleyebiliriz. Şimdi 80 ve 90’ları hatırlıyorum. Devletin küçültülmesi, kabuk devletten teknik devlete geçilmesi, sivil toplumun ulusların zincirlerinden kurtarılması, ekonomik aklın, piyasanın serbestçe işlemesi için önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini söylemek âdeta entelektüel bir âmentü hâline gelmişti. Bunlara karşı çıkanlar dinazorlukla suçlanıyordu. Anaakım hâline gelen bu görüş ilk bakışta haksız da sayılmazdı. Sovyet kampı ve Çin kamusal işletmeciliğin fâhiş hatâlarıyla mâlûldü. Diğer taraftan , o kadar dikkât çekmese de Ren kapitalizmini işleten Batı Avrupa’da da tablo benzerdi. Merkeziyetçilik, bürokrasi, rutinleşmeler, kamusal siyâsetlerin aşırı mâliyet artışları yeni adımların atılmasını gerekli kılıyordu. Doğu Avrupa sert, Batı Avrupa ise ona göre yumuşak bir şekilde neo-liberal siyâsetleri yürürlüğe koydu. Karma ekonomilerle iş gören Türkiye gibi memleketler de bu kervana katıldı. Bunun bedeli ise sosyal devletin yok edilmesi ve büyük kitlelerin belirsiz ve güvensiz bir geleceğe mahkûm edilmesiydi. Bu demokrasinin kan kaybıydı aslında. Ama demokrasi meselesinin kültürelleştirilmesi âdeta entelektüel bir afyon tesiri gösterdi. Kimlik siyâsetlerini tartışırken işin aslını hepimiz unuttuk. Kültürel eşitsizlikler, derinleşen ekonomik eşitsizlikleri gözardı ettirdi.

Bu adımları atanların kafasında, bütün dünyâya ihraç edilen Amerikan Rüyâsına erişme ideali vardı. Hâlbuki ABD’de işler hiç de iyi gitmiyordu. Üretim azalıyor, alt yapı eskiyor ve yenilenemiyordu. ABD rüyâsı karşılıksız olarak basılan akıl almaz oranlarda büyüyen Doların petrol üzerinden dünyâyı teslim almasının fonksiyonuydu. Özünde büyük bir lümpenleşmeydi yaşanan. Her sefahat biraz da lümpenleşmenin göstergesi değil midir? ABD insafsızca pompalanan dolarına güvenerek istediği gibi bütçe açığı veriyor, akıl almaz harcamaları mümkün kılarak sahte bir dünyâ cenneti yaratıyordu. Bunun üretime dönen bir tesiri yoktu. Netice, borsa, bono ve emlâk sektörleri üzerinden finansal dünyânın balonlaşmasıydı. 1990’ların sonunda ortaya çıkan Pasifik , Dot.com ve nihâyet 2008’de yaşanan mortgage krizinin gösterdiği üzere bu balonlar patlamaya başladı. Elyevm bu krizlerin derinleşmesine şâhitlik ediyoruz. Kapıda muhtemel gıda krizleri var. Âdeta bir talanı andıran son görüntüler sanki bunun bir provası gibiydi.

Artık geri dönüş yok. İnsanlık bir yol ayırımında. Sahte ABD Dolarlarının köpürttüğü, sahte tüketim dünyâsında ısrar mı edeceğiz; değilse aklımızı başımıza alıp ihtiyaçlarımızı yeniden düzenleyip , kamusal öncelikler üzerinden, üretmeyi ödüllendiren sağlam paraya dayalı daha mâkûl , daha mütevâzı ve “reel demokratik” bir dünyâ habitusu mu kuracağız? Bu, özü îtibârıyla irâdî ve ahlâkî bir imtihan. Târihte irâdenin rolünü abartanlardan değilim. Ama bâzı eşikler îrâde için fırsat doğruyor. Zorlu süreçlerdir bunlar. Ama her zaman gelmez. Endişem teknolojizmin yaptığı spekülasyonlarının, sürecin özünde bir ahlâkî varoluş meselesini unutturması.

Birkaç gün evvel seyrettiğim genç İspanyol yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia’nın çektiği ve kendisinin ilk uzun metrajlı denemesi olan The Platform filminin tesiri altındayım. Ne yaptım biliyor musunuz? Hemen Mustafa Kutlu Ağabey’i bu filmden haber ettim. Hayâtının birikimini damıtan, Hududullah diyen, Kanâat Ekonomisini kurgulayan yazılar yazan Mustafa Kutlu Ağabey. Ey tercüme akılla idâre edilen muhterem Medya; hep Morin, hep Zizek, hep Chomsky olacak değil ya..




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —