Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Pınarhisar şahitliğinden Sincan’da sanıklığa: Unutulan ahit ve yargılanan vicdan üzerine bir devrin muhasebesi

Bağımsız milletvekili ve hukukçu Mustafa Yeneroğlu, Cumhurbaşkanına hakaretten yargılanan AK Parti kurucularından eski vekil Hüseyin Kocvabıyık’ın, Sincan’da görülecek olan yargılana sürecini değerlendirdi.

Pınarhisar şahitliğinden Sincan’da sanıklığa: Unutulan ahit ve yargılanan vicdan üzerine bir devrin muhasebesi

Stefan Zweig, Avrupa’nın intiharını ve bir medeniyetin çöküşünü anlattığı Dünün Dünyası adlı o eşsiz hatıratında, tarihin bazen ağır ağır akan bir nehir, bazen de tanıdığınız bütün kıyıları, değerleri ve insanları silip süpüren bir sel gibi ilerlediğini yazar. Zweig’a göre en büyük trajedi, bir neslin, kendi inşa ettiği değerlerin yıkımına bizzat tanıklık etmek zorunda kalmasıdır. Bizim kuşağımız, Türkiye’nin son çeyrek asrında, büyük umutlarla ve "sessiz devrimlerle" başlayan bir hikâyenin; tanıdık bir otoriterizme, kurumsallaşmış bir hukuksuzluğa ve hazin bir "şahsiyet yitimine" evrilişine tanıklık etmenin ağır yükünü taşıyor.

16 Aralık’ta, Ankara Sincan Cezaevi’nden İstanbul Çağlayan’daki nam-ı diğer "Avrupa’nın en büyük Adalet Sarayı"na bağlanacak olan bir sanık, bizzat Cumhurbaşkanı’nın şikâyetiyle açılan kamu davasında kendini savunacak. Teknik olarak bireysel bir ceza davası gibi görünen bu duruşma; aslında bir devrin kendi vicdanıyla, kendi geçmişiyle ve en önemlisi de milletle yaptığı "kuruluş ahdiyle" hesaplaşmasına sahne olacak.

 

Pınarhisar şahitliğinden Sincan’da sanıklığa: Unutulan ahit ve yargılanan vicdan üzerine bir devrin muhasebesi

Hüseyin Kocabıyık; AK Parti kurucusu ve eski milletvekili

 

Sanık sandalyesinde; ömrünü bu ülkenin demokratikleşme sancılarına şahitlikle geçirmiş, ortaokul sıralarında Ülkücü hareketle tanışmış, 12 Eylül’ün soğuk yüzüyle henüz 17 yaşındayken yüzleşip bir yıla yakın cezaevinde yatmış; Türkeş ve Demirel’in sofrasında bulunmuş; 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi’nin Trabzon zaferinde Asım Aykan’ın ve sonrasında Başbakanlıklarında Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller’in danışmanlığını yapmış; RefahYol’un görünmeyen mimarlarından biri olarak 28 Şubat’ın o boğucu ikliminde tekrar cezaevi bedelinin kıyısından dönmüş; 1999 yılında Pınarhisar Cezaevi’nin kapısında Tayyip Erdoğan için 'hukuk ve hürriyet' nöbeti tutmuş, AK Parti’nin kuruluş felsefesine harç taşımış, 25. ve 26. Dönem Milletvekili olarak Meclis’te görev almış eski bir yol arkadaşı, Hüseyin Kocabıyık oturacak.

Şikâyetçi koltuğunda ise kaderin en trajik ironisiyle; o gün Pınarhisar’da vesayetçi hukukun mağduru olan, bugün ise fiili kuvvetler birliği ile tahkim edilmiş "Türk Tipi" bir mutlakiyetin sahibi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın iradesi var.

2001 RUHU VE "ŞAHSİYET" VAADİ

Bugün yaşanan bu trajediyi ve Kocabıyık’ın neden Sincan’da olduğunu anlamak için önce hafızamızı tazelememiz, filmi 2001 yılına geri sarmamız gerekiyor. Tayyip Erdoğan, 14 Ağustos 2001’de AK Parti’nin kuruluşunu ilan ederken yaptığı o tarihi konuşmada, Türkiye’ye yeni bir toplumsal sözleşme öneriyordu. O gün şöyle demişti:

"Bugün Türk siyaset hayatında lider oligarşisinin çöktüğü gündür. Tekelci bir anlayışa dayanan liderlik yerine, kolektif aklın temsilcisi olan bir liderlik anlayışının yerleştiği gündür."

Bu sözler, sıradan bir siyasi vaat değildi. Voltaire’den alıntı yaparak, "Görüşlerinize katılmıyorum ama onları ifade etmeniz için canımı veririm" ufkunu çizen Erdoğan, Türkiye’yi "yasaklar ülkesi" olmaktan çıkarıp "özgürlükler ülkesi" yapmayı taahhüt ediyordu. AK Parti Programı’nda özgürlükler bir lütuf değil, "insanlığın yüzyıllar boyu süren mücadelesi sonucu elde edilmiş bir kazanım" olarak tanımlanıyor; parti içi demokrasinin, lider sultasına karşı bir teminat olduğu vurgulanıyordu.

Kurucu kadronun neredeyse tamamı gibi Hüseyin Kocabıyık da, işte bu "eşitler arasında birinci" ilkesine inandığı için oradaydı. O da o dönem yanında olan birçok yol arkadaşı gibi, Erdoğan’ı ulaşılmaz bir "kurtarıcı" olarak değil; bir orkestra şefi, ortak aklın temsilcisi ve en önemlisi de "eleştirilebilir bir fani" olarak görmüş ve desteklemişti. Onun desteği, kör bir biat değil, ilkeli bir yol arkadaşlığıydı.

"DOMBRA" REJİMİ VE ŞAHSİYETİN İMHASI

Peki, "kolektif akıl" iddiasıyla yola çıkan bir hareket, nasıl oldu da bugün kendi kurucu kadrolarını, fikir işçilerini ve en eski dostlarını "hain" ilan eden bir mekanizmaya dönüştü?

Bu süreç aslında demokrasiyle kavgalı olan Cumhuriyet mitingleri iklimi, askeri vesayet ve onun güdümünde olan yargı düzeniyle mücadelenin yaşattığı travmalarla yara ala ala sürdü. Ancak özellikle 2012’den sonra, kurucu "eşitler" sırayla tasfiye edildikçe, meydanlarda yankılanan "Dombra" şarkısı ile yeni bir süreç başladı. O şarkı ve etrafında örülen atmosfer, artık "eşitler arasında birinci" olan bir lideri değil; "ulaşılamaz, sorgulanamaz ve hata yapmaz" bir lideri kutsuyordu. Gezi olaylarının toplumda yarattığı gerilim, 17-25 Aralık operasyonları ve nihayet 15 Temmuz darbe teşebbüsü ve ardından gelen OHAL rejimi ile Türkiye, tam otoriter bir evreye girdi.

Eskiden "davanın bir neferi" olduğunu söyleyen Sayın Erdoğan, zamanla "milyonların nefer olduğu" tek bir komutana dönüştürüldü. Kelimenin tam anlamıyla toplum "rütbesiz asker", kendisi ise "tek rütbeli" ilan edildi. İşte bu "kışla düzeni", siyasette "şahsiyet" sahibi olmayı, yani kendi aklıyla düşünmeyi, eleştirmeyi, gerektiğinde "Hayır" demeyi imkansız hale getirdi. Şahsiyetin yerini "kör sadakat", liyakatin yerini "kayıtsız şartsız itaat" aldı.

Hüseyin Kocabıyık’ın trajedisi tam da burada başlıyor. O, "Dombra rejiminin" talep ettiği o "rütbesiz nefer" olmayı reddedenlerden, 2001’deki "şahsiyetli siyasetçi" modelinde ısrar edenlerden. Erdoğan’a "Etrafın sarıldı, sen aslında kendine darbe yaptın" dediğinde, ona bir düşman gibi değil, uyarıcı bir dost gibi sesleniyordu. Hüseyin Kocabıyık, sistemin nimetlerini de külfetlerini de görmüş, reel politiğin içinden gelen bir isimdir. Onu bugün Sincan’a götüren süreç, kahramanlık hevesinden ziyade, haysiyetini koruma refleksinden kaynaklanmaktadır.

İDDİANAMENİN SEFALETİ VE YARGININ ARAÇSALLAŞTIRILMASI

Hüseyin Kocabıyık için hazırlanan 6 Kasım 2025 tarihli iddianame, Türk yargısındaki "hukuki nihilizmi" belgeleyen tarihi bir vesikadır. İddianamede öne sürülen "eleştiri sınırının aşıldığı", "iftira atıldığı ve "Cumhurbaşkanına hakaret edildiği" iddiaları ne ceza hukuku ilkeleriyle ne de yerleşik AİHM içtihadıyla bağdaşmaktadır.

1. "Maddi Olgu İsnadı" ile "Değer Yargısı" Ayrımı: İddianamenin en vahim hatası, siyasi eleştiriyi "iftira" (TCK 267) kapsamına sokmaya çalışmasıdır. Kocabıyık’ın "Siyasi tasfiye yapıyor""Yargı kullanılıyor" veya "Kendine darbe yaptın" şeklindeki ifadeleri; somut bir suç isnadı değil, elbette ağır eleştiri de içeren siyasi birer analizdir. AİHM’in Tuşalp v. Türkiye kararında açıkça belirtildiği üzere, değer yargılarının doğruluğunun kanıtlanması istenemez ve bu tür ifadeler cezai yaptırıma konu edilemez. Bir siyasetçinin "İktidar yargıyı kullanıyor" demesi, belirli bir suçu isnat etmek değil, anayasal demokratik denetim ve eleştiri hakkının kullanımıdır. Savcılığın bu siyasi analizleri "iftira" sayması, siyaset yapmayı kriminalize etmektir.

2. Siyasi Tartışma Özgürlüğü ve Tipiklik İlkesinin İhlali: İddianamede hakaret sayılan "Bir iktidar sahibini düşünün, rakibinden korktuğu için..." eleştirisi, "Telef olmak" betimlemesi veya "Mandacı kim, ortaya çıktı" ironisi; muhatabın onurunu zedeleyen sövme fiilleri değil, sert siyasi eleştirilerdir. AİHM’in Lingens ve Castells kararlarında altını çizdiği üzere, siyasetçilerin eleştiriye katlanma yükümlülüğü sıradan vatandaşlardan çok daha geniştir. Handyside içtihadında da vurgulandığı üzere siyasi bir figürün politikalarına yönelik "sert, kırıcı, incitici" eleştiriler, hakaret suçunun manevi unsuru olan tahkir kastını taşımadığı gibi tipiklik koşullarını da oluşturmamaktadır.

3. TCK 299’un Siyasi Bir Susturma Aracına Dönüşmesi: Bu dava, AİHM’in Vedat Şorli v. Türkiye kararında açıkça mahkûm ettiği siyasi susturma silahına dönüşen TCK’nın 299. Madde uygulamasının tipik bir örneğidir. Mahkeme, Cumhurbaşkanına özel koruma sağlayan bu maddenin, yarattığı "caydırıcı etki" ile demokratik tartışma ortamını boğduğunu açıkça tespit etmiş ve maddenin tamamen kaldırılması gerektiğini belirtmiştir.

 

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER