Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Peygamberin Portresi: Kur’an’ın Psiko-Politik Okuması Üzerine Bir Deneme

Hayati Esen yazdı;

Peygamberin Portresi: Kur’an’ın Psiko-Politik Okuması Üzerine Bir Deneme

nanç ve ideoloji, insanın psikolojik gelişiminden ve yaşadığı bağlamdan kopuk değildir. Bunun çarpıcı örneklerinden biri, Hz. Peygamber’in Kur’an’daki portresinde görülür. Mekke döneminin başlarında, özellikle ilk vahiy yıllarında, söylemin daha keskin ve sarsıcı olduğu dikkati çeker: adaletsizlik, yetimin ve yoksulun horlanması, toplumsal ikiyüzlülük kararlı bir dille yerilir; Mekki sûrelerde bu ton çok belirgindir. Bu evrede mesaj, haksız düzeni sarsan ve vicdanı uyandıran bir çağrı niteliği taşır.

Mekke dönemi vicdana seslenir. Dil kısa, sarsıcı, doğrudandır; toplumsal körleşmeye karşı teşhir edici ve tavır almayı talep eder. “Yetimi itip kakanı gördün mü?” (Maûn 1–3) diyen üslup, merhameti sadece bir “duygu” değil “sorumluluk” olarak tanımlar. “Diri diri gömülen kıza, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğunda…” (Tekvîr 8–9) cümlesi, geleneğin meşrulaştırdığı şiddeti ifşa eder. “Sarp yokuş” metaforu (Beled 10–16), ahlâkın bir konforu değil çilesi olduğuna işaret eder: esiri özgür kılmak, açlık gününde doyurmak… Bu çağrı, salt “yasak–emir” ikiliğini aşar; vicdanın siyasallaşmasıdır. Erken dönem hitaplarıyla Müddessir 1–7 ve Müzzemmil 1–10, kişisel disiplinle toplumsal çağrıyı aynı nefeste taşır. Bu retorik, insanda yoğunlaşan adalet duygusunun dışarıya taşan enerjisine benzer: itiraz, sarsma, uyarma.

Mekke dönemindeki bu itirazcı, isyankâr tonun arka planında, erken yaşta yaşanan kayıpların bıraktığı derin iz vardır. Babasız ve annesiz büyüyen bir çocuk için “korunmasızlık” gündelik bir hakikat hâline gelir; himayeye muhtaç olmanın kırılganlığı, adalet terazisini hassaslaştırır. Yakın çevrede görülen kayırma ve dışlama ihtimalleri, haksızlığın aile bağları ve yerleşik statüler içinde nasıl sıradanlaşabildiğini gösterir. Bu tecrübe, ilk hitaplardaki keskinliğin psikolojik zeminidir: yetime sahip çıkma çağrısı ve miskinin hakkını gözetme ısrarı, geleneğin meşrulaştırdığı şiddeti ifşa eden uyarılarla birleşir. Kısacası, erken vahyin dili, “kaybedenlerin safında” büyüyen bir hayatın tanıklığıyla konuşur; merhameti duygudan sorumluluğa, imanı da sessiz kabullenişten adaleti ayağa kaldıran bir iradeye dönüştürür.

Medine’ye hicretle birlikte aynı hakikat, toplumsal bir düzene evrilir. Muhalif bir ses artık yalnızca eleştiren değil, aynı zamanda inşa eden bir toplum mimarına dönüşür. Karizmatik çağrı, Max Weber’in tabiriyle, kurumsal formlara bürünerek “rutinleşme” sürecine girer. Burada dil, yalnızca iletişim aracı olmaktan çıkar; hüküm kurar, istisnaları belirler, hak ve yükümlülükler arasında dengeli bir düzen tesis eder.

Örneğin, “Allah’ın rahmeti sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmrân 159) âyeti, sadece nezaketi değil, aynı zamanda bir liderlik psikolojisi sunar.

Hucurât Suresi’nin 10. ayetindeki “Müminler ancak kardeştir; öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin” emriyle toplumsal barışın ahlaki temeli atılırken, devamındaki ayetlerde yer alan gıybet ve mahremiyet ihlali gibi yasaklar da toplum dokusunu koruma altına alır.

Nûr Sûresi’ndeki iftira olayı (11–20), kriz anlarında öfke ve linç eğilimi yerine itidal ve hukuki prosedürü önceleyen normatif bir dönüm noktasıdır. Keza Bakara 178–179’daki kısas âyetleri ve “Adaleti ayakta tutun…” (Nisâ 135) emri, adalet duygusunu somut hukuk diline tercüme eder. Böylece merhamet hukukla, hukuk da merhametle bütünleşir; insanî olan ile ilahî olan birlikte yürür.

Kur’an, yalnızca bir inanç metni değil, aynı zamanda insanın psikolojik değişim ve dönüşümünün de güçlü bir aynasıdır. Hz. Peygamber’in tebliğ sürecindeki üslup ve önceliklerde görülen farklılaşma, bireyin gelişimi ile toplumsal sorumluluk arasındaki dinamik dengeyi görünür kılar ve insanın kendisini ve dünyasını dönüştürme sürecinde katettiği yollara dair ilginç bir örnek sunar.

Bu açıdan din, soyut bir sistem değil, insanın tecrübesiyle şekillenen psiko-politik bir süreç olarak belirir. Mekke döneminde “söz”, egemen güce karşı bir vicdan çağrısı iken; Medine döneminde egemenliğin getirdiği sorumlulukla toplumu inşa eden bir dile dönüşür. Konumla birlikte psikoloji değiştikçe dil de değişir: Dün dağıtan ve sarsan retorik, bugün toparlayan, koruyan ve ölçü koyan bir söyleme evrilir. Metinde yan yana duran sert uyarılar ile yumuşatıcı hükümler arasındaki fark, bu evrim dikkate alınmadığında bir “tutarsızlık” olarak görülebilir.

Fakat Peygamber bir otomat değil, deneyimle zenginleşen, bağlama göre üslubunu ve önceliklerini değiştiren insani bir taşıyıcıdır. Kur’an da mekanik bir bildirge değil, itiraz ile nizam arasında salınan canlı bir söylemdir. Mekke’de vicdanı uyandıran sarsıcı çağrı, Medine’de birlikte yaşamanın ilkelerini belirleyen bir hukuk ve ahlak diline dönüşür. Böylece din, sadece “neye inanılacağı” sorusuna değil, aynı zamanda “nasıl bir toplum kurulacağı” sorusuna da cevap verir.

Son kertede mesele, psikolojinin teolojiye açtığı penceredir: İnsan tecrübesi değiştikçe söylem de değişir ve bu değişim, dinin kurucu hikâyesini de yeniden şekillendirir. Metni bu gözle okuyanlar için görünen şudur: Merhamet ile adalet, öfke ile disiplin, muhalefet ile sorumluluk, aynı sürecin farklı aşamalarında işlev görür. Din, tam da bu eşikler arasında insan merkezli bir bütünlük kazanır.

 

Kaynak: konuyorum.com



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER