Peygamber ve düşünür

AHMET ÇİĞDEM'in analizi

Peygamber ve düşünür

Ahmet Çiğdem Türk şiiriyle İslamcılık düşüncesi arasındaki ilişkinin özellikle ideolojik kamptaki tezahürüne dair özgün ve eleştirel bir yaklaşım getiriyor. Tam metni perspektif.online’da yer alan yazının özeti iki bölüm olarak Görüşler’de.

Şiirin, düşünce ve düşünürler için afektüel ve entelektüel bir engel oluşturduğu iddiası doğru değildir; şiir, tam tersine, düşüncenin ufkunu açar ve tabiatını özgürleştirip muhtevasını zenginleştirir. Düşünceyse şiire derinlik katar, şiirsel olanın sui generis tecrübî tarafının anlaşılabileceği dilsel ve kavramsal zemini oluşturur. Şiiri ve düşünceyi birbiriyle yarıştırmak ve haksız bir rekabetin kollarına atmak, modernlerin sanatsal görgüsüzlüklerinden sayılmalıdır. Eğer şiir ve düşünce birbirine engel oluyorsa, bu şiirin ya da düşüncenin sanıldığı ve inanıldığı kadar sahicilik taşımadığı anlamına gelir. 

Şiirin küçümsenmesi, bildiğimiz filisten tutumlardan birisi kılığında düşünsel konformizmin kalelerinden birisi olduysa, bu şiir yazanların işlerini yeterince ciddiye almamalarıyla izâh edilmelidir. Ve doğrudur: günümüzde şiir yazmak, tekil olanın savunulmasının değil, bir şiir komününe kapılanmanın vasıtalarından birisi hâline gelmiştir. Tekilliğin ve özgüllüğün savunulması, bir komünün konvensiyonlarına itibar etmek ve orada hayatını sürdürmeye kurban edilmektedir.

***

Türkiye’de modern İslâmcılık ideolojisinin şairler aracılığıyla sürdürüldüğü, bunun İslâmcılığın ya siyasal sorunların poetizasyonuyla rasyonel söylemin ve kamusal müzakerenin dışına itilmesi veya kendisini herhangi bir yoruma açmayan, öncüllerini vargılar olarak okumayı buyuran bir partikülarizmle sonuçlandığı argümanı, hem eksik hem de kısmen yanlıştır. Necip Fazıl, 50’lili yılların başından 60’ların sonuna kadar dinsel düşüncenin kamusal temsili görevini neredeyse yalnız başına ve dergi, kitap ve konferans gibi modern iletişim araçları ve pratiklerini kullanarak yerine getirmiş; Sezai Karakoç, Büyük Doğu idealinin popülizminden uzaklaşarak daha rafine bir medeniyet ve diriliş projesinin sözcülüğünü üstlenmiş; Nuri Pakdil, bir taraftan modern, kentli bir edebiyat ve bireyin savunusuna yönelmiş, diğer taraftan antikapitalist bir direncin, gündelik hayattaki ve edebiyattaki fenomenleri üzerine yoğunlaşmış; İsmet Özel, şehirleşen, artık sadece İmam-Hatip ve İlahiyat çıkışlı insanların değil, farklı pedagojik arkaplana sahip, bilgilenim kaynakları zenginleşmiş, daha evrensel ve İslâm’ın bir seçenek olarak konumlanabileceğini düşünen genç kuşaklar için İslâmcılığın, somut konuşmak gerekirse, “millî görüş” siyasetinin temel kavramlarını (teknik, medeniyet, devlet, bilim vs.) tartışmaya açan, kışkırtıcı, uzlaşımsal olmayan bir özgül duruşu sergilemiştir. Dönemsel olarak bakıldığında, Türkiye’deki laik kültür politikalarının, eğitim sisteminin ve reel politik vasatın engellerine ve sınırlamalarına rağmen, bu saydığımız isimlerin her birinin, şair/edebiyatçı kimliklerinin getirdiği birikimden azamî surette faydalandığını söyleyebiliriz. 

Öte yandan, bu şairler topluluğunun düşünsel hakimiyeti bir siyasal düşünce olarak İslâmcılığa ikincil politik, teolojik ve kültürel girdilerin akışını engellemiştir. Fazlur Rahman’ın İslam kitabının temkinli tarihselciliği, sözgelimi, çevirisinden neredeyse 20 yıl sonra, o da sadece bir kısım teologlar arasında yankı bulabilmiştir. Tanpınar ya da sonraları Erol Göngör’ün “içeri girememesi” benzer bir olguya işaret eder. Daha rafine alanlara yönelememenin gerekçesi olarak gösterilen siyasete dair neredeyse üretilmiş tek metin yoktur; aradaki bir iki istisnayı dışarda tutarsak, Cumhuriyet dönemi İslâmcılığının Türkiye gerçekliğine ilişkin yazdıkları (“bir sosyal analiz” bağlamında) görmezlikten gelinebilir. Kimi entelektüel figürlerin giderek neredeyse bir aziz (ermiş) statüsüne yükseltilmeleri düşüncenin dünya karşısındaki kırılganlığında yatan eleştirelliği neredeyse sıfırlamış, kitlenin bir düşünceden beklediği pratik yarar, şairane söylem ve coşkucu hitabetin yaygınlaşmasını sağlamış, buna karşılık giderek kendilerini emniyette hissettikleri alanın daralması nedeniyle hem düşünsel hem de şiirsel güçlerini kaybetmiş, bu kayba karşın ya varsaydıkları ya da kendilerine zaten bahşedilmiş dokunulmazlıklarıyla daha da agresifleşen bir düşünsel tona yönelmişlerdir. 

***

Tercihleriyle hep “soyluluktan düşmüş” bir küçükburjuva olagelmiş ve öyle de yaşamış Necip Fazıl’ın, verili toplumsal imgesine bir katkısının olduğunu sanmıyorum. Belki bu imge oluşmaya başladığında sergilediği “sessiz olumlama” tutumunu eleştirebiliriz. Kitleyle ilişki kurmaya başladığında, “ermişlik statüsü”nün işlevsel olacağını keşfetmemiş değildir. Bir taraftan, “kaba softa, ham yobaz” gibi yenilikçi sayabileceğimiz kısmen eleştirel bir dilin kullanıma sokulduğu, öte taraftan şimdilerde sünni ortodoksinin esas savunucusu Hayrettin Karaman ve benzerlerinin doğru yoldan çıkmakla suçlandığı bir mevcudu muhafaza etmeye tanık oluruz. Necip Fazıl, “demişler ki” dinselliğindeki geleneksel damara hep sahip çıkmıştır. Siyasi oportunizminin yarattığı savrulmaları bir kenara bıraksak bile, gevşek bir düşünsel dilin tasavvuf yüceltimine terkedildiği bir yönelim hep belirleyici olmuştur. En önemli eseri sayılagelen İdeolocya Örgüsü’nun monarşik korporatizminin ve totaliter (hiyerarşik-elitist) örgütlenme modelinin, yıllar sonra karşımıza Gülen Cemaati olarak çıkması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Bütün Cemaat ideolojisinin, Said Nursi, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’dan devşirilen tema ve kavramlarla oluşturulması da. Adına ödüller ihdas edilen ve sonunda devlet tarafından hep arzu ettiği tanınmaya layık görülen Necip Fazıl’ın 100 küsur kitaptan oluşan külliyatının bugün için okunurluğu hayli kuşkuludur. Necip Fazıl’ın dizinin dibinde büyüyen insanların kendi çocuklarına ya da torunlarına şairi okutabildikleri konusunda esaslı şüphelerim var. Devr-i cahiliyesine ait saydığı şiirleri hariç, yaratılan kültü haklılaştırabilecek bir “büyük metin” maalesef yoktur. Hatıralarından çıkartıldığı kadarıyla kendisine biçilen role epey direndiği (Üstad, bunu bir “çile merhalesi” olarak sunsa da) anlaşılıyor. Söylenebilecek en anlamlı şey, belki de Necip Fazıl’ın şiirinde, sanatında ve düşüncesinde anlamlı olan şeylerin, hep kendi oyununu oynamaya çalışan küçük burjuva personanın davetsiz bir misafir olarak arada sırada sahneye çıkmasıyla üretildiğidir. 

Kişilik özellikleri Necip Fazıl’dan bütünüyle farklı olan Sezai Karakoç, “İslam millet ve medeniyeti direnişi” idealini savunur. Necip Fazıl’la giderek sağcılaşan politik dili, sağın ve solun ötesine taşıma gayretiyle, Türkiye ve Ortadoğu halklarının dirilişini Batı’nın zulmüne ve Doğu’nun asalaklığına bir karşılık olarak tasarlar. Yine de Türkiye’den başlayacak bir atılımın nereye kadar gidebileceği konusunda çok belirgin bir tablo sunduğu söylenemez. İslamcılıktaki ve muhafazakârlıktaki esas kalıt olarak Doğu-Batı karşıtlığını derinleştirmeye devam eder. “İslâm toplumu”nun başka şeylerinin değil de, “ekonomik strüktürün” incelendiği küçük risalesinde bu sefer kapitalizmle sosyalizm arasında yahut dışında bir seçeneği araştırır. Faiz yasağı ve “işcinin emeğinin alın teri kurumadan ödenmesi”ne dayalı kadim iktisâdi buyruk bir üretim biçimi tartışmasına girmeden tekrarlanır. Patron ve işcinin kendi sınırlarını bilecekleri, sorumluluklarını yerine getirecekleri bir barış içinde birlikte yaşama pratiği geliştirmelidirler. Moral yükümlülük, her zaman ekonomik strüktürün üstündedir- o “strüktür”, moral yükümlülüğün altını oysa da. Parasal (mâli) kapitalizm muhalefetini, kapitalizm muhalefetine indirgeyen, bir üretim biçimi tartışmasına girmeden, kapitalizm eleştirisini de ancak bu sıfatla mümkün gören geleneksel muhafazakâra tutunmak bakımından Karakoç, burada söz konusu olan isimlerle benzeşir. Karakoç da Necip Fazıl gibi şiirden vazgeçtikçe daha yerlici ve milliyetçi bir söylemi tercih eder. Son yıllarda sadece Ayasofya üzerine yazdıkları tarih konusunda nasıl bir perspektife sahip olduğunu gösterir. Bu tarihten bir diriliş evrenselinin türeyebileceğini sanmak yanıltıcı olacaktır. Doğu-Batı karşıtlığı, anti-semitizm vs. gibi sağın ve İslâmcılığın gözde temalarını da terketmemiştir. 

***

Nuri Pakdil’i esas olarak bir edebiyat erbâbı (“man of letters”) görmek gerekir. Mümkün her alanda yazmıştır. Bir eski dünya pratiği olarak, arkadaşlarına ve izleyicilerine gönderdiği mektuplar ilgi çekicidir. Anti-emperyalizmi, “anamalcı düzen karşıtlığı”, Filistin ülküsü, anti-batıcılığı (Batılılaşma=yabancılaşma), resmî ideolojiyi yok sayıcı tutumu, nominalizme yenik düşse de devrimciliği de. Gelgelelim, kendisine ait bütün bildiklerimiz ve hatırladıklarımız, “jest”le sınırlıdır, irili ufaklı, grandiyöz, sürekli ve dışardan bakıldığında bıktırıcı da olabilecek bir jestler dizisi… Bu jeste karşılık gelen bir metin var mıdır, kuşkuluyum. Sonuçta “mutlak öğreti” ve “yerli düşünce”nin düzene sokacağı bir düşünce ve sosyal hayat tasarısına varması, karşısına aldığı insanlarla açık bir özdeşlik taşır. 

Edebiyat dergisinde yazanların büyük bir kısmına “ad koymuş”tur öte yandan. Bu bir baba jesti esasında ve bunun örgütsel pratikle de bir ilgisi olmalı. Kişiliğinin geldiği yer burasıydı; artık onu terketmek zorundasın, yeni bir adın var ve ona göre davranmalısın. Kendini yeniden yarat: sana bu fırsatı veriyorum! Dergilerin bir örgüt temsiline dayanması yahut giderek derginin kendisinin örgütleşmesi çok yabancısı olduğumuz bir durum sayılmaz. Ancak bir kültür sanat dergisi, örgüt gibi davranamaz; bir örgütün parçacıl karakterine temsil olamaz. Bugün İslâmcı çevrelerde bir çok edebiyat dergisi var; ancak bu dergilerin hepsi aynı zamanda birer örgüt, “edebiyat örgütü.” Çünkü bu dergilerin öncülleri hep öyle davranmış, dışarlamayı esas pratiği saymış. Başka türlü olabilir miydi? 

AHMET ÇİĞDEM KİMDİR? 

1964 doğumlu. Sosyoloji, siyasal ve sosyal teori alanında muhtelif çalışmaları mevcut. Ağırlıkla modernlik, dinsellik ve geç dönem Türkiye siyaseti üzerine yazıyor. Yayınlanan son kitabı: Mucizenin Etik Uğrağı (Ankara: Felix, 2019).