Fatih Altaylı isimli ajitatör gazetecinin Cumhurbaşkanını tehdit suçlamasıyla tutuklanması demokrasiye aykırı ancak Türkiye’nin mevcut otoriter iklimine çok da aykırı değil. Daha nice başka insanlar benzer sözde suçlarla ceza alırken Altaylı’nın bundan muaf kalması fırsat eşitliğine aykırı bir durum olur/du. Ben olsam onu tutuklayacak kadar değer vermezdim. Ben olsam ifade hürriyetini kullanan hiçbir muhalif sese karışmazdım.
Peki ama demokrasi açısından birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için olmalı değil miyiz? Kuşkusuz. Bugün tüm dünyada otoriterliğin değişik tonlarda hakim olduğu, olmak zorunda kaldığı bir zamandayız. Eğer Türkiye bir savaş durumunda olsaydı, belki benzer bir tutuklama olağan karşılanırdı. Peki ya savaş durumu kısmen sözkonusu ise veya görünmez bir ölçek ve araçlarla vuku buluyorsa bu durumda olağandışılıkları olağan görmek mi yoksa görmemek mi zamanın (hatta demokrasinin) ruhuna daha uygun olurdu? Bu sorunun cevabı bizim neyin daha acil olduğunu düşündüğümüze ve mevcut durumda neyin mümkün olup olmadığına baktığımıza bağlı olarak farklılık gösterebilir. Buna hazır bir cevabım yok. Vakaya bakmak lazım. Zaten hareket noktam radikal bir tarihselleştirme lüzumu.
Bugün tüm dünyada liberal demokrasinin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Ve demokrasi nimetinden yararlanmada dünya-yapısal eşitsizlik ve hiyerarşilerin genelgeçer formüllerle örtülemez hale geldiği bir zamandayız. Demokrasinin içinin boşaldığı bir dönemde medyanın da içi boşaldı. Yani tencere ve kapak arasındaki denklik sadece nitelikte değil, niteliksizlikte de sözkonusu olabilir. Bir tarafta otoriterlik ve karşısında da özgür bir medya var diyebilmek garantisine sahip değiliz.
Medyanın çoğulculuğun veya demokrasinin bir aracı olduğu varsayımı bugün için ciddiye alınamayacak kadar çocukça bir iddiadır. Demokrasiyi çökerten şey, medyayı da çökertti. Sadece CNN’e karşı FOX’un bombastik puntolarla muhabirli habercilik yerine muhabirsiz yorumculuğu hakim norm haline getirmesi değildi sorun. Rıza üretim aracı olarak iktidarın eline düşmüş bir medyaya karşı, muhalif bir medyanın özgürlüğünden de bahsedemiyoruz. Öyle bir çağa geldik ki muhalefet bile iktidarın hakimiyet oyununun gönüllü veya manipüle edilebilir bir oyuncusu haline geldi. Aynı şekilde medya artık bize birşey söylemiyor, bizi iknaya çalışıyor. Medyaya dair önceki sivil toplum, demokrasi zanlarımızın acımasızca yokedildiği ve bu zandan vazegeçmemenin daha çok demokrasi değil, bir tür enayilik ürettiği bir yeni bağlamdayız. Nasıl ki muhalefet iktidarın sadece bir devamı ise bu çağda medya da otoriterliğin bir devamı olarak varoluyor. Bu yüzden Fatih Altaylı’nın içeri atılması otoriter bir pratik olsa da medya karşıtı bir fiil sayılmamalı. İzlenme veya gündemde tutulma oranları itibariyle koltuğun boş olması ile dolu olması arasında bir farkın olmaması üzerine düşünmesi gereken bir sembolik durum.
Bugün elimizde samimiyet ve dürüstlükten başka bir güç veya güvence kalmadı. Otoriterliğe direnmek bu çağda ancak şahsiyeti ayakta tutmakla olur, medyanın rolüne dair eski hüsnüzannı sürdürmkle değil.
***
Birkaç gün önce değerli dost ve büyüğüm Alper Görmüş’ün son birkaç yazımda otoriterliğe dair yazdıklarıma ilişkin eleştiri yazısını okudum. Şartların otoriterliği gerektirebileceğine dair sınırda ve tehlikeli kanaatlerime neden iktidarın hukuksuzluklarının eleştirisinin eşlik etmediğini sorguluyor. Makul bir endişe ve soru. Neden iktidarı eleştirme ödevinin gereğini yapmıyorum? Şunu söyleyebilirim: Böyle bir ödevim yok desem inşallah ayıp olmaz. Onu muhalefet yapmalı. Ve bir kısım medya da zaten yapıyor. Fakat asıl mevzu şu: İktidarın eleştirisi çok sıradan ve o eleştirinin demokrasiye hizmet edebileceği eşiğin aşıldığı kanaatindeyim. Zira bu şartlarda eleştiri demokrasi üretmek yerine demokrasi yokluğuna veya demokrasi sonrasına dair realitenin ıskalanmasına hizmet ediyor. Ayrıca iktidar eleştirisinin neredeyse en az iktidar kadar kirlendiği bir zamanda boşa düşen bir eleştirinin ötesinde bir ufuk sunmak ve fikri pencere açmak derdindeyim. Yanılıyor olabilirim ama tutarsız değilim.
Alper abi endişe ve şüphesinin cevabını, son yazıma bakarak bulduğunu düşünmüş. Son yazımdaki başka bir konuya dair gözlemlerimin radikallığinden, otoriterlik konusundaki şüphelerine bir destek çıkarmış ve benim duygusal bir tepkiyle yazıyor olduğum/olabileceğim sonucunu çıkarmış. Yirmibeş yıldır Amerika’da yaşayan bir akademisyen olarak içinden ve dışından gözlemlere dayanarak yazdığım bir tespit, fikir ve öngörü için “duygusal” demek biraz duygusal bir tepki sayılmaz mı? Eğer yanlış değilse bir fikir, ona duygunun eşlik ediyor olması bir nakise değildir. Ama bir mesele hem ahlaki hem de fikri bir meseleyse tutkulu ifade bir israf değil bir yükümlülük olur. Şehrin meydanına vaktinden önce gelen delilerin veya erken öten horozların duygusal bir ironiyle söylediği üzere “bilmeyenler ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun.”