OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E MODERNLEŞMENİN KOLONYALİST KARAKTERİ

Araştırmacı yazar Kamil Ergenç’in, Özgün İrade Dergisi 2019 Ekim sayısında, “Osmanlı ve Türk modernleşmesi” bağlamında yayımlanan analizi…

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E MODERNLEŞMENİN KOLONYALİST KARAKTERİ

Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olan modern paradigmanın İslam Dünyası toplumlarını doğrudan etkilemeye başlaması yaklaşık olarak iki asır öncesine tekabül eder. Osmanlı özelinde bu süre biraz daha geriye götürülebilir.1699 tarihi bu bağlamda dikkat çekicidir. Öncesinde de askeri mağlubiyetler yaşanmasına rağmen 1699’u ayrıcalıklı kılan husus, “gavura” toprak kaptırmaktır. Esasında İnebahtı(Leponte) ‘da Osmanlı ordusuna yaşattığı mağlubiyet Hıristiyan dünyası için oldukça yüksek bir motivasyon kaynağı olmuştu. Çünkü bu tarihe kadar mağlup edilemez olarak kabul edilen Müslümanlar bu savaşta yenilmişti. Fakat Müslümanlar toparlanmasını bilmiş ve kısa süre sonra İnebahtı’nın intikamını alabilmiştir. Ancak 1699’da Osmanlı ordusu-ki bu ordu o günün dünyasında İslam’ın sembolü olarak kabul ediliyordu- ilk defa gavura toprak kaptırmıştır. Bu durum Osmanlı bürokrasisinde alarm zillerinin çalmasını sağlamış ve yavaş yavaş Batı’da ne olup bittiğini öğrenme çabaları baş göstermiştir. Darü’l-İslam’dan bir parçanın gavurun eline geçmesi Müslüman ahalide ve devlette ciddi anlamda endişe yaratmış ve bu durumun tez vakitte tersine çevrilmesi amacıyla bazı adımlar atılmıştır. Ancak atılan adımlar gavura karşı üstünlük sağlamak bir yana, kültürel anlamda ancak “ihtida” sözcüğüyle adlandırılacak bir durumun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.”Batı’yı mağlup etmek için Batılılaşma” hamleleri, Cumhuriyet modernleşmesinin karakterini belirlemede de etkili olacaktır. Başlangıçta askeri alanda yaşanan mağlubiyetin telafisi amacıyla temas kurulan Batı, zamanla kültürel unsurlarıyla da taklit edilecek ve bugün şahit olduğumuz üzere ne Doğulu ne Batılı olamayan, iki arada bir derede kalmış, kimlik ve kişilik krizleriyle boğuşan bir toplumsal durumun ortaya çıkmasına sebep olacaktır.
Türkiye için genelde “köprü” metaforu kullanılır. Asya ve Avrupa’yı ya da Doğu’yu ve Batı’yı birbirine bağlamasıdır bu metaforun üretilmesindeki sebep. Ancak oldukça sorunlu bir durumun da adıdır köprü olmak. Çünkü kendine özgü bir kimliği olmaz köprülerin. İşlevleri sadece iki noktayı birbirine bağlamaktır.Hiçbir tarafa ait değildir köprüler. Ayrıca geleni gideni çoktur. Her iki tarafta üzerinden geçer… Melez kimlikler üretir köprüler… İki tarafın da özelliğini bünyesinde barındırır bu kimlikler. Belki çok renkli olduğu için olumluluk yüklenebilir bu kimliklere ancak renkleri kendilerine ait değildir. Üzerinden geçenlerin rengini taşırlar genellikle. Renk veremezler… Belki de bundan dolayıdır Türkiye toplumunun ne Batıya ne de Doğuya ait olamaması. Ya da ne tam modern ne de tam geleneksel olmayı bir türlü başaramaması.
Modernleşmenin, Osmanlı özelinde, kültürel alanı bütünüyle işgal etmeye başlaması 19.yüzyıla tekabül eder. Neredeyse bütün bir yüzyıl boyunca Fransa odaklı kültür ithalatı devam etmiştir. Fransa’nın tercih edilme sebebi hiç şüphesiz bünyesinde gerçekleştirdiği radikal devrimdir. 1789 ihtilali Hıristiyanlık içi hesaplaşmanın en kanlı örneklerinden biridir.Protestanlığın hedefinde olan katoliklik bu ihtilalde büyük bir darbe yemiştir. İhtilalle birlikte Fransa, ulusal bilincini tahkim ederek tarih sahnesindeki yerini almıştır. Luther ve Calvin öncülüğünde seküler muhteveya bürünen Hıristiyanlık, Fransa’nın önderliğinde diğer Avrupa uluslarına da model olmuştur. 17.yüzyıldan itibaren bilimsel alana yatırım yaparak kilise oligarşisini geriletmeyi başaran burjuvanın bu görkemli devrimi, Avrupa’nın birçok ülkesine ilham vermekle kalmamış, Osmanlı ve Cumhuriyet entelijansiyasını da etkilemiştir. Öyle ki Cumhuriyet devrimleri Fransız İhtilali model alınarak icra edilmiştir. Devrimlere karşı gösterilen tepkiler Jakobence(ihtilale karşı çıkan Katolikleri katleden Protestan tavrı) bertaraf edilmeye çalışılmıştır. Fransız entelektüelleri Osmanlı’da en tanınır ve bilinirler safına adım atmış, özellikle Roussuo, Comte, Montesque gibi düşünürlerin fikirleri yoğun talep görmeye başlamıştır. Avrupa aydınlanması hemen hemen bütün geleneksel kültürleri büyülemekte ve imparatorlukların siyasal pozisyonlarını tehdit etmektedir. 1648 Westfalya anlaşmasıyla tolerans odaklı örgütlenmeyi ve ulus-devleti inşa eden Avrupa’nın bu iklimi bir çok ulusu bünyesinde barındıran imparatorluklar için oldukça sıkıntılı bir sürecin yaklaştığının habercisidir. Latincenin emperyalizminden kurtularak kendi ulusal dillerinde dinlerini öğrenmeyi yeğleyen Avrupalı halkların tecrübesi, İslam dünyası toplumlarını da etkileyecektir. Luther ve Calvin öncülüğünde Hıristiyanlığı öte dünyacı olmaktan kurtarıp tamamen bu dünyada bir cennet inşa etme amacına matuf olarak yeniden yorumlayan bu tarihsel eşiğin Müslüman halklarda bulduğu karşılık bugün bile gündemimizi işgal eden en önemli mesele olarak durmaktadır.
İmmanuel Kant tarafından “kendi eliyle düştüğü ergin olmama halinden kurtulma ve aklı kullanmaya cesaret etme” olarak adlandırılan Aydınlanmanın Hıristiyan teolojisinde meydana getirdiği sarsıntı Müslüman entelijansiyanın da dikkatini çekmiştir. Semitik ve evrensel iddialı olmaları yönüyle ortak özelliğe sahip olan İslam ve Hıristiyanlık, aydınlanma sonrasında kimi Müslüman düşünürler tarafından aynı teolojik bağlamda değerlendirildiği için Hıristiyanlığın kendi içinde yaşadığı hesaplaşmanın İslam’a da şamil kılınması gibi bir garabet ortaya çıkmıştır. Bilimin kilise karşısında kazandığı zafer sonucunda belirginleşen din-bilim karşıtlığı tezi İslam dünyasında da dillendirilmeye başlanmış ve sınai/askeri alanda cari olan geriliğin müsebbibi olarak din öne çıkmıştır. Kamusal alanda mer’iyette olan hukuki, iktisadi, siyasi ve içtimai yapının Batı’da gelişmeye başlayan ferdiyetçilik, özgürlük, bağımsızlık, katılımcılık, teşebbüs hürriyeti, bireysel haklar gibi olgularla baş etmesi oldukça zordur. Çünkü Osmanlı ilmi ve entelektüel havzası uzunca bir süredir kendi dışındaki dünyaya karşı ilgisiz kalmış, ilgilenmeye başladığında ise iş işten geçmiştir. Medrese sistemi 16.yüzyıldan beri ciddi bir kriz yaşamaktadır ve bırakın zamana tanıklık etmeyi içinde yaşadığı toplumun sorunlarına bile cevap üretemez hale gelmiştir. İktisadi alan bütünüyle iktidarın kontrolü altındadır ve teşebbüs hürriyeti, özel mülkiyet gibi ferdiyet bilincine etki eden alanlar oldukça sınırlıdır. Toplumun siyasal hayata katılımı mümkün olmadığı için, ciddi bir siyasal edilgenlik söz konusudur. Okur-yazar oranı 19.yüzyılın sonuna doğru bile yüzde onlar civarındadır. Bundan dolayıdır ki örneğin gazetenin İmparatorluk sınırlarına girmesi toplumsal dokuda oldukça sarsıcı bir etki yapmıştır. Bilginin herkese hızlıca ulaşımını önceleyen gazete, Osmanlı modernleşmesinde hayati öneme sahip olmuştur.
19.yüzyıl kültür ithalinin zirvede olduğu dönem olması bakımından önemlidir. Askeri alanda yapılan yeniliklere rağmen imparatorluk kan kaybetmeye devam etmektedir. Fransız İhtilali’nden ilham alan milliyetçilikler her geçen gün güçlenmekte ve bağımsızlık talepleri artmaktadır. Henüz yüzyılın başlarında Balkanlarda başlayan bağımsızlık hareketleri, ayrışmayla sonuçlanmaya başlamış ve imparatorluk sürekli olarak daralmıştır. Modernleşme alanında attığı tüm radikal adımlara rağmen yaşanan bu mağlubiyetler bir Batı İmparatorluğu olan Osmanlı’nın ana sütunlarında derin yarıklar açmıştır. 1699’dan sonra, o güne dek başına gelen bela ve musibetlerin sebebi olarak dinine/diyanetine yeterince sadakat göster/e/memiş olduğunu düşünen ve bundan dolayı da kendisini murakabe eden “akıl’, Avrupa karşısında sürekli olarak yaşadığı mağlubiyetlerin sorumluluğunu artık inandığı/yaslandığı hakikat sistemine yüklemeye başlamıştır. Yani, bir vakitler yaslandığı hakikat nizamını yegane gören ve “gavurun aklı olsaydı Müslüman olurdu”diyen kimlik yerine, Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olarak doğan modern değerler sisteminin ve bu sistemin belirlediği iktisadi, içtimai, hukuki, siyasi, felsefi v.b kavramsal çerçevenin ulviliğine iman etmiş yeni bir kimlik türemiştir. Bu türeme elbette ki bir anda olmadı. Yaklaşık iki asırlık bir sürecin sonunda, bugünkü Cumhuriyet Türkiye’sini inşa eden “aydınlanmış akıl” ortaya çıktı. Bu aklın ilham kaynağı Augouste Comte, Charles Darwin, Roussuo gibi düşünürlerdi. Comt’un, metafizik-teolojik ve pozitivist olarak süreçlendirdiği tarihsel zamanı merkeze alan Jön Türklerin,Fransız İhtilali’nin Jakoben karakterine olan hayranlıkları, Cumhuriyet Türkiye’sinde yapılan devrimleri anlamak açısından mühimdir. Çünkü Comtçu tarih teorisinde din,ilkel/primitif/arkaik kültürlerin hayal, vehim ve korku saikiyle ürettiği bir olgudur. İnsanlık, bu evreleri aşmış ve akli olgunluğa ulaşmıştır. Dolayısıyla dine ihtiyaç kalmamıştır.
Fransız filozofun bu teorisi, ikinci meşrutiyetin banisi olan Jön Türkler’in İslamcılarla tartışırken “Allah bilgiyi sarıklılardan alıp feslilere verdi” sözlerinde belirginlik kazanır. Nitekim Cumhuriyet devrimlerinin yapılış gerekçesi de Comtçu tarih algısında gizlidir. Yeni durumun kanıksanması /içselleştirilmesi için, geçmişin ya yok edilmesi ya ötekileştirilmesi ya da modern/post-modern olanın lehine olacak şekilde yeniden yorumlanması gerekiyordu. Sonucu en kesin olan geçmişin ötekileştirilmesiydi. Esasında bu yöntem, geçmişin aynı zamanda yeniden yorumlanması demekti. Her yorum,yeni bir içerik kazandırma denemesi olduğundan geçmişe dair modern tarihin söylediği her şey, bizim bugünü daha ileri/medeni/uygar görmemizi perçinleme amacına matuftu. Geriye doğru gittikçe insanlığın ilkel/barbar ve vahşi olduğuna şartlandırıldık. Bu süreç öylesine profesyonelce yürütüldü ki, Doğu/Orient da yaşamaktan başka bir suçu olmayan toplumlar, kendilerini Batı/Occident da yaşayanlara göre “geri” görmeye başladılar. Bu “gerilik” algısının oluşmasında antropoloji, sosyoloji ve psikoloji biliminin etkileri oldukça önemliydi. Bu bilimler, insanlık ailesinin etnik, mezhebi, folklorik, duygusal, kültürel, filolojik gen haritasını çıkararak kategorize ettiler. Batı da yaşayanlar, hem etnik hem de kültür ve medeniyet olarak merkezde konumlandırıldı(eurocantrism).Diğer kültür ve etnisiteler ise Batı’ya olan yakınlıkları ve uzaklıkları nispetinde makbul veya gayr-ı makbul olarak tasnif edildi. Bu süreç iyi analiz edildiğinde, doğrudan sömürgeye maruz kalmamakla birlikte, sömürge toplumlarının yaşadığı travmalara benzer şeyler yaşayıp yaşamadığımız hususu da netlik kazanacaktır. Henüz daha bu gelenekle gerçek anlamda yüzleş/ebil/diğimiz söylenemez. Bilakis ilhamını pozitivist üstatlardan alan Cumhuriyet devrimlerinin la yüs’el(sorgulanamaz)liğine öylesine şartlandırıldık ki ,sorgulama çabası güden her eylem, ya ihanetle ya da mürtecilikle itham edilmeyi baştan göze almalı…
Tanzimat ve Islahat fermanları Cumhuriyet modernleşmesinin ilk adımları olarak okunabilir. Millet sisteminin ortadan kaldırıldığı ve “gavura gavur demenin yasaklandığı” bu süreç Müslüman kamuoyu üzerinde psikolojik olarak oldukça olumsuz bir etki yapmış, İslam’ın üstünlüğü inancına darbe vurulduğu düşünülmüştür. Hıristiyan uleması bile “İslam’ın tefevvukuna” razı olduklarını ancak Yahudilerle eşit sayılmalarının kabul edilemez olduğunu beyan etme ihtiyacı hissetmişlerdir. 19.yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde imparatorluğun selametini sağlamaya aday ideolojilerin ortaya çıktığına şahit oluruz. Bunlar arasında en dikkat çekenleri İslamcılık ve Türkçülük(daha sonraları milliyetçilik) olacaktır. Osmanlı üst kimliği etrafında birleşmeyi hedefleyen ve esas hedef olarak imparatorluğun mekansal olarak daralmasını önlemeye çalışan Osmanlıcılık ideolojisinin ise ömrü kısa olmuş, imparatorluğun çökmesiyle tarih sahnesinden çekilmiştir. Ancak Türkçülük ve İslamcılık bugün bile varlığını devam ettiren ve Cumhuriyet modernleşmesi sürecinde birbirini etkileyen iki önemli ideoloji olarak dikkatleri üzerine çekmektedir.
Türkçülük ideolojisi Osmanlı’yı bir Batı imparatorluğu olarak görmüş ve Türklüğü zaafa uğrattığını düşünerek, etnisite temelli yeniden yapılanmanın bayraktarlığını yapmıştır. Özellikle Macaristan merkezli Türkoloji enstitülerinden ve Kafkasya odaklı Türkçü entelektüellerden ilham alan bu ideoloji Avrupa da yaşanan ulus-devletleşme sürecini merkeze alarak bir Türk devletinin kurulması gerektiği tezini işlemiştir. Türkleri sadece savaş zamanlarında hatırlayan Osmanlı’ya karşı husumet besleyen bu ideoloji, ittihat terakki bünyesinde varlığını sürdürecek ve başlangıçta değilse bile kısa bir süre sonra Cumhuriyetin kurucu paradigması olacaktır. İstiklal Harbi sırasında İslamcı ideolojinin örgütleyici ve direnişçi doğasından ziyadesiyle istifade eden Türkçülük, harbin sona ermesiyle birlikte İslamcılarla arasına mesafe koyarak iktidarı bütünüyle temellük etmiştir. Her ne kadar birinci mecliste Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir İslam devleti olduğu beyan edilmişse de, ikinci mecliste bu beyan geri çekilmiş ve aralarında Akif’in de olduğu İslamcı kadrolar tasfiye edilmiştir. Akif’in hayat hikayesi İslamcılığın Türkiye’de ki serencamının anlaşılması bakımından mühimdir. İstiklal Harbi’nin manifestosunu yazacak kadar sürecin içinde olan İslamcı ekol, ittihatçı/Türkçü kadrolar tarafından tasfiye edilmiş ve Yeni Türkiye’nin kıblesi olarak Avrupa Medeniyeti tercih edilmiştir. Bu inhiraf halen yaşadığımız kimlik-kişilik sorunlarının anlaşılması açısından dikkatle incelenmelidir.
19.yüzyılın başından itibaren tedrici olarak devam eden modernleşme sürecinin altın vuruşunu Cumhuriyet dönemi yapmıştır dersek herhalde yanlış olmaz. Ünlü tarihçi Arnold Toynbee Türkiye Cumhuriyetini tarif ederken “Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş bir anıt “ ifadesini kullanır ve ekler “Bu anıt Batı uygarlığının bazı çizgiler üzerinde gelişmesi ve ilk dar sınırlarının dışına çıkmasıyla mümkün olmuştur”. Toynbee haksız sayılmaz. Fransız tandanslı modernleşme sürecimiz pozitivizmin ulviliğine olan inançla şekillenmiştir. Cumhuriyet kadroları üzerinde hatırı sayılır etkisi olan Augouste Comte’un üç hal yasası dönemin manifestosudur adeta. Tarihi “teolojik, metafizik ve pozitivist” olarak kategorize eden bu anlayışa göre din/ler ilkel tarım toplumlarının korku ve vehimlerinin ürünüdür. İnsanlık, zihinsel tekamülünü tamamlamış ve pozitivizmde demirlemiştir. Dolayısıyla geçmişin tarım toplumlarına vaziyet eden ilkelerin bugün bir kıymeti harbiyesi olamaz. Bu nedenledir ki Yeni Türkiye “gökten indiği varsayılan ilkelere göre değil “ en hakiki mürşit olan “ ilim ve fen” ile yol alacaktır. Din, sadece bireylerin vicdanlarında karşılık bulan bir değer olarak kabul edilebilir. Ancak kamusal alana ilişkin bir belirleyiciliği ve tayin ediciliği olamaz. Bu perspektif bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca cari olmuştur. Ancak pek tabiidir ki asırlarca dinin belirleyici olduğu bir toplumsal yapıda yaşayan halkları bir anda din dışı(seküler) bir dünya tasavvuruna ikna etmek kolay değildir. Nitekim Çarlık Rusya’sında gerçekleşen Bolşevik ihtilali de katı seküler doğasına rağmen Ortodoks kültürü bütünüyle hayatın dışına atamamış ve bugün de görüldüğü üzere yeniden dini milliyetçiliğe yaslanarak 21.yüzyıla tutunmaya çalışmaktadır. Aynı şekilde Fransız İhtilali de katı pozitivist ve jakoben tavrına rağmen Hıristiyan kültürünü bütünüyle ortadan kaldıramamış, hatta ihtilalin tedhişçi doğası Edmun Bourke gibi muhafazakar entelektüellerin ortaya çıkmasına ve hatırı sayılır bir mevzi kazanmasına sebep olmuştur. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de attığı ultra-radikal adımlarla yukarıdan aşağıya bir modernleş/tir/me projesi uygulamış ve önemli oranda başarı da elde etmiştir. Ancak toplumun bütünüyle sekülerize edilmesi mümkün olmadığından, Osmanlı’da ki şeyhülislamlığın muadili olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ihdas ederek dini kontrol altına almaya çalışmıştır. Fakat sadece kontrolle yetinilmemiş, ulus-devletin mukaddesatlarını tebcil ve takdis etmek için din dilinin araçsallaştırılması da bizzat devlet eliyle gerçekleştirilmiştir.
Türkiye modernleşmesinde hayati öneme sahip kurumlardan biri de –diyanetten sonra- üniversite olmuştur. Modern bilgi kuramını merkeze alarak çalışan üniversite pozitivist perspektifin rahmi işlevi görmüştür. Dinin, ilkel/primitif toplumların sığınağı olduğuna dair pozitivist iddiaya yaslanarak “bilgi” üreten üniversiteler, kamusal alanda modern paradigmanın meşruiyetini sağlayan “seküler mabetler” olarak tebarüz etmişlerdir. Semitik dillerden herhangi birini konuşan toplumların edilgen, irrasyonel,duygusal, otorite mahkumu, bilim üretemeyen olduğunu iddia eden oryantalist söylemi merkeze alan üniversite, cumhuriyetin cebri modernleş/tir/me çabasını itinayla desteklemiştir ve desteklemeye devam etmektedir. Asırlarca dinin belirleyici olduğu bir toplumsal dokuda yaşamış olan halk, kıvama getirilmesi/ehlileştirilmesi gerekenler olarak görülmüştür üniversite tarafından. Buradaki “kıvam “ve “ehlileştirme” esasında dinin belirleyici olduğu bir düşünüş ve eyleyiş tavrının ve tarzının değiştirilmesi amacına matuftur. Muhatabın kıvama gelip gelmediğine veya ehlileşip ehlileşmediğine de yine kendisini merkezde konumlandıran “akıl” karar verecektir. Bu kararı verirken de en büyük yardımcısı hiç şüphesiz ki bilimdir. Üniversal bilginin üretildiği yer olan üniversite, Cumhuriyet modernleşmesinin benimsetilmesi sürecinde oldukça işlevseldir. Filoloji, tarih, coğrafya, felsefe, sosyoloji ve antropoloji gibi disiplinler, tıpkı kolonyalistlerin halkı Müslüman ülkeleri sömürülebilir kıvama getirmek için yaptıklarına benzer şekilde araçsallaştırılmıştır. Oryantalist aklın öncülük ettiği “uygarlık misyonu” klişesi burada da devrededir.”Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” veya “çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak” şeklinde formüle edilen adımlar, zımnen dinin geriletilmesi amacı gütmektedir. Dinin ilkel/primitif/arkaik olarak kodlandığı bu süreçte, bilimin tartışılmazlığı ve belirleyiciliği esastır. Bilgi, sadece akıl, deney ve gözlem sonucu elde edilen ve “güç” olarak kodlanan gerçekliktir.Bu güç, sadece iktidarda kalmayı sağlamaz aynı zamanda tanımlama, içeriklendirme ve kodlama avantajı sağladığı için sürekli olarak merkezde kalmayı da temin eder. Eğitim sistemi tamamen bu paradigma üzerine kurulur. İktisadi, ictimai, hukuki, siyasi, felsefi tüm kavram ve kurumlar aydınlanmacı bir perspektifle yeniden inşa edilir. Kolonyalistlerin halkı Müslüman ülkeler için belirlediği etnik, mezhebi ve kültürel ayrışma temelli stratejisi aynen uygulanır.Türk tarih tezi,güneş dil teorisi gibi çalışmalar filoloji ve antropoloji disiplinlerinin desteğiyle yapılır.Türk etnik kimliğinin yüceliğini ispatlama amacıyla yapılan bu çalışmalar, Türk olmayanı daha alt bir kategori olarak kodlar. Böylece Türkçülük, Cumhuriyetin (ve sonraları Kemalizmin) yaslandığı en önemli istinatgah olarak belirginleşir.
“Dil”de yapılan değişiklikle birlikte yeni bir düşünme biçimi icat edilmeye çalışılır. Kur’an alfabesi yerine tercih edilen Latin alfabesiyle,”dedesinin mezar taşını bile okuyamayan” bir nesil yetiştirilir. Bu değişiklikten murat, aslında aydınlanma aklının ve ufkunun daha kolay benimsenmesini sağlamaktır. Dinin şekillendirdiği gelenekle temas kesildiğinde, modern değerler sisteminin daha kolay benimseneceği düşünülmektedir. Kendisi de bir dilci olan ünlü müsteşrik Ernest Renan’ın, 1883’te Sorbonne da verdiği bir konferansta söylediği “İslam mani-i terakkidir” sözü Jön Türkler aracılığıyla Cumhuriyet kadrolarına “köklü bir değişikliğin gerekliliği”tezini destekleyen önemli bir argüman olarak miras bırakılır. Bu köklü değişikliğin en önemli göstergesi de hiç şüphesiz dildeki değişimdir. Bu değişikliği İslam’ın zaman tasavvurunu iptal eden takvim değişikliği izler. İlerlemeci/lineer tarih algısının benimsetilmesi ve kapitalist iktisadi sisteme tam entegrasyon amacıyla gerçekleştirilen bu değişiklik, adeta bir ihtida sürecini imler. Aziz İslam’ın varoluş mücadelesindeki en hayati süreci/zamanı işaret eden hicret eylemini başlangıç yapan ve bu vesileyle bilinen insanlık tarihine son nübüvvet mührünün Hz.Muhammet(s.a.v) tarafından vurulduğunu ikrar ve tasdik ederek, felahın sadece aziz İslam’a ram olarak gerçekleşeceğine iman eden Müslüman kimlik,t akvim değişikliğiyle birlikte, Hıristiyan kültürünün mahkumu olmaya itilir. En nihayetinde, Protestan Hıristiyanlıkta olduğu gibi laiklik ilkesi benimsenerek anayasadaki yerini alır.

Devamı >>>