Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Ortadoğu’ya Dayatılan Yeni Gerçeklik ve Türkiye

Kamil Ergenç Yazdı:

Ortadoğu’ya Dayatılan Yeni Gerçeklik ve Türkiye

Irkçı-sömürgeci “beyaz adam” Türkiye’nin de içinde yer aldığı Ortadoğu’nun (neo-selefi/ vehhabi kodlar eşliğinde) dindarlaşmasını istiyor. Neden? Çünkü “katı, müsamahasız, yorumu kerih gören, dışlayıcı, bölücü, tarihi tecrübeyi yadsıyan” özellikleriyle temayüz eden bu dindarlık biçiminin halkı Müslüman beldelerde ayrışmayı/parçalanmayı/iç savaşı tahrik edeceğini biliyor. Dahası, Yahudi-Hıristiyan referanslarla teçhiz edilmiş modern paradigmayla ve bu paradigmanın doğal çıktısı/karakteristiği olan siyonist-evanjelist-kolonyalist-kapitalist tutumla uzlaşacağından, hatta onu daha güçlü ve dokunulmaz kılacağından, emin… “Öze dönüş/ kaynaklara dönüş” adı altında Arap kültürünü İslam sosuyla pazarlamaya meyilli bu dindarlık biçimi, Tevrat’ı siyonizmin İncil’i evanjelizmin/protestanlığın mesnedi kılan Yahudi-Hıristiyan zihniyetiyle ortak paydada buluşuyor. İnsanlık ailesinin rol modeli olan Nebi (s.a.v)’ yi Arap kültürünün dar kalıplarına sığdırmaya çalışan, Arapçayı (Katolik Hıristiyanların Latinceye yaptığı gibi) “lingua sacra (kutsal dil)” mertebesinde gören, “hilafetin Kureyşiliği” adı altında iktidarı/otoriteyi Araplaştırmaya çalışan oldukça yüzeysel bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Her biri görkemli birer kapitalist mabet görüntüsü veren Körfez Krallıkları’nın “gösterişli görgüsüzlüğüne” toleranslı ve fakat tarihe/geleneğe/yoruma (en önemlisi de evanjelist-siyonist ittifaka karşı direnişe) oldukça şedit bir yaklaşım…    

İbrahim(a.s)’in Hacer’den olma çocuğu İsmail’i ve onun neslini “köle efendi doğur/a/maz” diyerek ötekileştiren/düşmanlaştıran ve böylece “kan asaletine dayalı” teo-politik perspektifini aşikar eden siyasal Yahudilik (Siyonizm), yanına (yine kan asaletine inanan) siyasal Hıristiyanlığı (evanjelizmi)alarak, Yüce Allah’ın insanlığa ikramı olan nübüvveti ırkçı emellerinin dayanağı yapmaya teşebbüs etmek suretiyle ilahi vahye düşmanlıkta karar kıldığını açık etmiştir. İlahi vahye düşman olan (siyasal Yahudilik ve Hıristiyanlık) insanlık ailesinin de düşmanıdır. Vehhabiliğin siyonist-evanjelist ittifakla kurduğu yakınlık, stratejik/ konjonktürel olmanın ötesinde, İslam’ın Arap olmayanlar tarafından yozlaştırıldığına (özünden uzaklaştırıldığına) , en muteber temsilinin ise Araplar tarafından yapıldığına/ yapılacağına dair (cahiliyenin kabile kültürünü anımsatan) perspektifinin “kan odaklı yaklaşıma” müzahir doğasıyla irtibatlıdır.

Bu yaklaşım benzerliği “Arapları parya İsrail’i efendi” kılan Abraham Anlaşmaları’ndaki istiskal edici gerçekliğin yadsınmasını sağlıyor. Çünkü cahiliye döneminin pagan/müşrik Arap’ı kitap ehli Yahudiler karşısında değersiz/kıymetsiz idi… Son Elçi(s.a.v) tarafından temsil ve tebliğ edilen ilahi vahiy, kan asaletine dayalı tüm itikatları/inançları/öğretileri yerle bir etti. Bir doktrin olarak vehhabiliğin tarihsel tecrübeyi yok sayarak öze/ kaynaklara dönüş söyleminin ürettiği pratik, aziz İslam’ın cihanşümul mesajının en yetkin şekilde temsil ve tebliğini değil, cahiliye dönemi Arap asabiyesinin diriltilmesine yol açıyor. Öte yandan bu söylem ( yine ürettiği pratik itibariyle) , evanjelist-siyonist kodlarla şekillenmiş modern/post-modern paradigmanın halkı Müslüman beldeler üzerindeki sömürgeci emellerine kolay erişebilmesini sağlamaya dönük “operasyonel” bir içerik te taşıyor. Vehhabiliğin tarihi, bu operasyonel içeriğin nasıl ustaca kullanıldığının örnekleriyle doludur.    

Şimdilerde Suriye’nin de Abraham Anlaşmasına katılmaya ikna edilmesi için diplomatik ataklar yapıldığına dair rivayetler söz konusu. Malum Suriye’nin direksiyonunda artık vehhabi eğilimli kişiler/gruplar var. Bu ülkenin, aşina olmadığı bu (yeni) gerçekliğe itiraz edecek mecali kalmadığı gibi (on yıldan fazla süren iç savaş nedeniyle) kendi gerçekliğine uygun siyasi-iktisadi-akademik-hukuki yapıyı inşa ve ikame edecek cesaret, dirayet ve yetkinlik sahibi siyasal-entelektüel kadroları da yok. İsrail’e (kurulduğu 1948’den bu yana) sunulan en büyük hediye (hiç kuşkusuz) dağı(tıl)mış/tarumar edilmiş Suriye oldu… Ve bu sürecin mimarları arasında ne yazık ki Türkiye de var.

Anlaşılıyor ki seküler/sosyalist/milliyetçi Baas rejim/ler/ine yaptırılamayanlar, neo-selefi/ vehhabi/kapitalist kadrolara zahmetsizce yaptırılacak. Suriye, Körfez Emirlikleri’ne benzer bir siyasal yapıya dönüştürülerek hem İsrail için tehdit olmaktan çıkarılacak hem de sosyalist baas rejimi dönemindeki içe kapalı iktisadi yapısı küresel şirketlere açılarak hızlı bir şekilde kapitalizme entegre edilecek. Bu entegrasyon süreci,daha önce Irak’ta olduğu gibi, “şok doktrini” projesiyle eşgüdüm halinde ilerleyecek.  

Arap olmadığı için Abraham Anlaşmasına taraf ol/a/mayan Türkiye’nin (bu süreçte) kolaylaştırıcı (ya da “nötr”) bir tutum alması bekleniyor. Hatta Osmanlı’dan mülhem “ağabeylik rolünü” oynayarak yeni Ortadoğu’nun dizaynında taşeronluk vazifesini deruhte etmesi isteniyor… Siyasi-iktisadi kazanımlarını artıracağı ve tahkim edeceği düşüncesiyle bu vazifeyi büyük bir iştahla üstlenmeye teşne oportünist politik kadro/lar tarafından idare edildiğimiz gerçeği görmezden gelinemez. Bu kadrolar Türkiye’nin aleyhine ama parti/ hizip/ klik lehine olduğu için emperyalist-sömürgeci haramilerle çok yönlü çok boyutlu ilişkiler geliştirebiliyor. Bunu yaparken de din ve milliyet efsununu son derece profesyonel bir şekilde kullanıyor. Toplumsal bünye, uzun süredir sistematik olarak maruz kaldığı bu efsun yüzünden sağlıklı düşünme kabiliyetini yitirdiği için başına örülen çoraptan habersiz görünüyor. Nitelik düşmanı popülizmin anaforunda debelenen kitlelerin akli yetkinliğe erişme imkanı kalmıyor. Kalabalıkları küresel sistemin memuru politik figürlerin marabası yapmak için ihdas edilen “politik psikoloji disiplini” , iktidar sahiplerinin elinde, görevini bihakkın yerine getiriyor.

Vaktiyle önce Britanya sömürgeciliğine karşı Alman emperyalizminin çıkarları için daha sonra ise Avrupa’nın (özellikle de Britanya’nın) Rus tehdidinden emin olması için “Panislamizm” terviç edilmiş/ araçsallaştırılmıştı. Şimdi de (benzer şekilde) neo-selefi/ vehhabi “din dili” ekseninde “19.yüzyılın yarı sömürge Osmanlısı” yeniden canlandırılarak NATO konseptiyle tam dayanışma sergileniyor. Toplumumuz “Türkiye şahlanıyor, Osmanlı geri döndü” mottosuyla kendinden geçerken ”beyaz adam” şirketokrasi düzeninin Ortadoğu ayağını tahkim ediyor.

Türkiye’nin muhafazakar kesimleri (tıpkı Körfez Monarşilerinde olduğu gibi) radikal denebilecek ölçüde “şeklen dindar” ama emperyalizmle-siyonizmle-kapitalizmle barışık otoriter tek adam/şef/sultan rejimine razı olmuş görünüyor. Daha doğrusu bu rejimi takdir, tebcil ve ikame ediyor, can suyu veriyor. Bu durum Türkiye’ye mahsus muhafazakarlığın hem modern/post-modern paradigmanın asırlara baliğ tahakkümüyle yüzleşme / hesaplaşma bilincinin çok zayıf olduğunun hem de yüce İslam’ın insan-toplum-devlet telakkisi hakkında yeteri kadar donamına/müktesebata sahip olmadığının göstergesi olarak okunabilir. Sömürgeci-emperyalist-siyonist gerçekliğin en büyük avantajı bu yetersizlikte gizlidir.     

Beyaz adam “ferdiyete-şahsiyete-liyakate-haysiyete ” kıymet veren (istişare zemini güçlü) toplumları/devletleri sevmiyor. Az düşünen, hızlı karar alan, (pragmatist-muhteris-riyakar-narsist-megaloman-popülist) karizmatik figürlerden hoşlanıyor. Ulus devletlerin (şirketokrasi eliyle) “ulusal/milli” özelliklerinin aşındı/rıldı/ğı (hatta felç edildiği) , geriye sadece finans kapitalin güvenliğini ve (tıpkı kan gibi) “sorunsuz akışını” sağlayacak devlet gücünün kaldığı bir vasatta, Türkiye’nin bölgesel liderliğinin Osmanlı imgesi üzerinden dolaşıma sokulması oldukça manidar. Bu imgenin “ümmetçi retorikle” beyaz adamın etnisite-mezhep eksenli parçalama stratejisine katkı sunma ihtimali ne yazık ki gözden kaçırılıyor. Dahası (tek adam / şef/führer) düzeninin kendi içinde de kırılgan bir toplumsal bünye ihdas ettiği gerçeği görmezden geliniyor.

Tanzimattan bu yana II.Mahmut esinli Kemalizm ile II.Abdülhamit esinli Muhafazakarlık arasındaki gerilim, Kemalizmin bürokrasideki oligarşisine ve kurumsal siyasi yapısına yönelik çok yönlü çok boyutlu taarruzlarla devam ediyor. Mustafa Kemal’in kurduğu partiyi tasfiye etmeye (ve muhtemelen-orta ve uzun vadede- mezhep odaklı siyasetin ana karargahına dönüştürmeye) yönelik adımlar, beyaz adamın Ortadoğu’da görmek istediği resmin (Türkiye’ye mahsus) adımları olarak okunabilir… Bu durumda ABD’nin Ankara Büyükelçisi tarafından övgüler düzülen “Osmanlı millet sisteminin” yeni bir sürümüyle karşılaşmış olacağız herhalde…

Geçmişte olduğu gibi bugün de bölgesel ve küresel gerçekliği dışarıda tutarak Türkiye’de olup bitenleri anlamak/kavramak mümkün değildir. Türkiye dindar/ muhafazakar havzaları Kemalist bürokratik oligarşinin tasfiyesinden ve onun siyasal omurgasının kırılmasından memnun… Bu memnuniyeti haklı çıkaracak bir tarih de var hiç kuşkusuz… Ancak yakın geçmişimize nazar ettiğimizde halihazırda Türkiye siyasetinde olup bitenler kim tarafından niçin ve neden şimdi yapılıyor sorusu önem arz ediyor. Yaşananlar sadece Türkiye’nin iç dinamikleri ile açıklanamayacak kadar girift… Ergenekon-Balyoz davalarıyla ordudan/ yargıdan/ üniversiteden uzaklaştırılan Kemalistlerin/ulusalcıların yerine kimlerin yerleştirildiğini 15 Temmuz’da gördük… Şimdi de (sürecin sonunda) etnisite-mezhep eksenli bir gerilim ortamı oluşmayacağının garantisi yok. Hatta gidişat tam da buna hizmet ediyor gibi görünüyor.

Beyaz adam Irak’ta/ Suriye’de / Lübnan’da iç savaş yoluyla elde ettiği kazanımları bizde savaşsız elde etmeye çalışıyor sanki… Daha düne kadar “mutlak şer” olarak nitelenen Öcalan’ı “kurucu önderliğe” terfi ettirip ona (sadece Türkiye’deki değil) Ortadoğu’daki Kürtlerin de temsilcisi rolü biçen (ve neredeyse hükümetin gayr-ı resmi ortağı kılan) irade ile ana muhalefet partisini kriminalize eden irade aynı… Böylesine büyük çelişkiler / zikzaklar “iç cephenin tahkim edilmesi” ne dönük (zaman zaman yapılan) çağrının sahiciliğini zedeliyor.

Yakın coğrafyamızdaki Baas rejimlerinin çöküşü etnik-mezhebi fay hatlarını belirginleştirdi ve kendi otonomilerini ihdas etmelerine zemin hazırladı. Elbette ki bu çöküşler (sadece) ilgili ülkelerin iç dinamikleriyle gerçekleşmedi. İçerideki memnuniyetsizliği kaosa eviren bir “harici müdahale” pusuda bekliyordu. Bizdeki baas rejiminin (Kemalizm) çöküşü için iç savaş gerekmedi. NATO üyesi olmamızın beyaz adama bahşettiği “olağanüstü imkanlar” bu değişim sürecinin görece daha yumuşak olmasını sağladı. Soğuk savaş sürecinde Türkiye’nin komünizm işgaline maruz kalmaması için NATO himayesinde vazife üstlenen muhafazakar/ milliyetçi havzalar bugün de Kemalizmin tasfiyesi için aynı himayeden istifade ediyor. Acı gerçekleriyle / travmalarıyla/trajedileriyle/buhranlarıyla kendi iç dinamiklerine yaslanarak yüzleşemeyen / hesaplaşamayan toplumlar/uluslar/milletler sömürgecilerin “sihirli dokunuşlarıyla” istikrarsızlaştırılarak haysiyet/onur kırıcı muameleye maruz kalır ve tarihin çöp sepetine atılırlar.

Tesellimiz şu ki biz Irak-Suriye-Lübnan gibi yapay devletler değiliz. Güçlü bir geleneğimiz var. Lakin unutmamak gerekiyor ki neo-selefi/vehhabi doktrin bidayetinden beri, özellikle de 20.yüzyılda, Müslümanların aleyhine sömürgecilerle-siyonistlerle işbirliği yaparak, ağacı içinden kemiren kurt rolünü oynadı. Bu rol, 21.yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakmaya hazırlandığımız bugünlerde de devam ediyor. Hem de çok profesyonelce yöntemler eşliğinde…

 

Kaynak: farklı bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER