Ortadoğu’nun Sessiz Çöküşü

Ersin Tek, yukselovaguncel.com’da “Ortadoğu’nun Sessiz Çöküşü” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Ortadoğu’nun Sessiz Çöküşü

Modern çağın insanı, çöküşü genellikle bir patlamayla, sarsıcı bir yıkımla tahayyül eder. Oysa tarihin dili sessizdir; medeniyetler bir anda yıkılmaz, yavaşça çözülür. Bazen bir pazar yerinin boşalmasında, bazen bir çocuğun bakışındaki umutsuzlukta, bazen ise yeni çizilen bir haritanın görünmez niyetlerinde başlar çöküş. Bugün Ortadoğu, bu sessiz çöküşün en görünür coğrafyasıdır. Belki de daha sarsıcı olan, bu çöküşün artık sadece bölgesel değil, küresel bir medeniyetin krizi olduğudur.

Ortadoğu… Haritaların iç içe geçtiği, sınırların kanla çizildiği; tarih boyunca peygamberlerin, imparatorların ve sömürgecilerin ardı ardına yürüdüğü bir coğrafya. Bugünse bu kadim topraklar, bir medeniyet krizinin kıyısında değil, tam da içinde çırpınıyor. Lakin bu bir infilak değil, bir çürüme. Gözle görülmeyen, kulakla duyulmayan ama iliklere işleyen sessiz bir çöküş.

Ortadoğu’nun haritası bugün yeniden çiziliyor gibi görünse de aslında silinen sınırların yerine çok daha derin çizgiler kazınıyor: mezhep hatları, etnik faylar, jeopolitik çıkarlar. Ancak asıl kayıp, bu çizgilerin gerisinde kalan halkların iradesi, belleği ve aklıdır. Bir zamanlar iman coğrafyası olarak adlandırılan bu topraklar, bugün ya hilalin gölgesinde ideolojik bir kuşatmaya ya da haritanın sınırları içinde stratejik bir boğulmaya mahkûm. Ne hilal masumdur ne harita tarafsız. Her biri, farklı bir emperyal tahayyülün yansımasıdır.

İran’ın “Şii Hilali” stratejisi, yalnızca mezhebi dayanışmaya dayanan bir nüfuz arayışı değil, aynı zamanda Batı merkezli uluslararası düzene karşı geliştirilen bir medeniyet direnci biçiminde şekillenmiştir. Ancak bu direnişin asli taşıyıcısı halklar değil, rejimler olmuştur. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen hattında kurulan bu etki kuşağı, başlangıçta bir savunma hattı izlenimi verse de zamanla içeriden aşınan ve kırılganlaşan bir tahkimata dönüşmüştür. Bugün Şii ekseni stratejik olarak savunmadadır ama bu, varlığının sona erdiği anlamına gelmez. Zira bazı yapılar yer altına çekilerek daha dirençli hâle gelir. İran, yalnızca bir rejim değil, aynı zamanda kadim bir tarihsel hafızanın taşıyıcısıdır. Bu hafıza, çatışmadan kaçınmayı değil; zamanı geldiğinde çatışmayı göze alacak kadar sabırlı ve hesapçı olmayı öğretir. Bugün İran, sahada doğrudan yer alsa da bu, onun nihai hedefinin hâlâ sabırla örülen uzun vadeli bir direniş stratejisi olduğunu değiştirmez.

Öte yanda İsrail’in haritası fiilen genişliyor. Gazze’nin yıkımı, Filistin’in sistemli biçimde sindirilmesi, Hizbullah’a dönük askerî kısıtlama, Suriye hamleleri ve İran’a karşı doğrudan yürütülen saldırılar, Arz-ı Mev’ûd’un artık yalnızca teolojik bir iddia değil; askerî, ekonomik ve jeopolitik bir projeye dönüştüğünü gösteriyor. Doğu Akdeniz’den Körfez enerji hatlarına, Kızıldeniz koridorlarından Levant kuşağına kadar uzanan bu yayılma stratejisi, İsrail’in güvenlik doktrinini şekillendirirken bölgede yeni bir cepheleşme dalgası yaratıyor. İran’ın doğrudan karşılık vermesiyle bu doktrin artık klasik anlamda savunma değil, çift yönlü bir savaş senaryosuna dönüşmüş durumda. Ne var ki İsrail, bu haritayı genişletirken kendi iç bütünlüğünü ve sürdürülebilirliğini de riske atıyor. Zira dışlayıcı ve inanç-kimlik temelli ideolojiler entegre coğrafyalar inşa edemez; yalnızca süreğen kriz ve direnç alanları üretir.

Bu iki güç arasında Türkiye’nin pozisyonu ise daha karmaşıktır. Anadolu, tarih boyunca imparatorlukların gelip geçtiği bir eşik coğrafya olmuştur. Bugün Türkiye, aynı anda hem Avrupa’ya hem Asya’ya, hem Rusya’ya hem Araplara, hem denize hem karaya komşudur. Bu avantaj gibi görünen karmaşa, aslında sürekli bir gerilim alanıdır.

Türkiye’nin Suriye politikası, bölgesel etkinlik arayışının ötesine geçerek, ülke içi dengeyi sarsan bir kırılma noktası hâline gelmiştir. Rusya gibi sabırlı ve stratejik bir aktör karşısında izlenen her taktik manevra, tarihsel bir hesaplaşmanın gölgesini çağrıştırır.

Bütün bunların ötesinde, daha büyük ve temel bir soru duruyor önümüzde: Şii ekseni çöktü mü, yoksa sadece geri mi çekildi? İsrail kalıcı bir galibiyet mi kazanıyor, yoksa daha derin bir istikrarsızlığın temellerini mi atıyor? Türkiye gerçekten bölgesel bir denge mi kuruyor, yoksa içerideki kırılgan yapıyı dış politikadaki çelişkili arabuluculuk rolleriyle mi dengelemeye çalışıyor?

Bu soruların her biri açık bir yanıt beklese de cevaplar bugün için bulanık. Çünkü yaşananlar artık klasik anlamda bir savaş, cepheleşme ya da eksen mücadelesi değil. Bu, küresel sistemin parçalı ve çok katmanlı çöküşüdür. Ekonomik merkezlerin ağırlık kaybettiği, ahlaki normların çözüldüğü, siyasal meşruiyetin sorgulanamaz olmaktan çıktığı ve dijital çağın bireyi hem hızlandırıp hem de ruhsuzlaştırdığı bir döneme giriyoruz. Bu tablo, sadece Ortadoğu’nun değil; bütün bir insanlığın, yeni bir “karanlık çağ”ın eşiğinde durduğunu gösteriyor. Belki de en ürkütücü olan, bu çöküşün bir gürültüyle değil, alışıldık bir sessizlikle yaşanıyor olmasıdır.

Bu karanlık, bir anda çökmeyecek. Tarihsel yıkımlar çoğu zaman sessiz gelir; tıpkı bir sızıntı gibi. Enflasyonla, kitlesel göçlerle, devrilen hükümetlerle, çöküşün gündelik hayatın olağanlığına karışmasıyla yayılacak. Bu çöküşte en çok zarar görecek olanlar yalnızca mağlup olanlar değil; galip görünenler olacak. Çünkü zafer, en büyük yanılsamadır; zayıflıkları örten en kalın perdedir. Asıl kırılganlık, çoğu zaman en yüksek perdeden konuşanların arkasında gizlenir.

Bugün Ortadoğu’da ne hilal bir kurtuluşun işaretidir ne harita bir geleceğin teminatı. Asıl kaybedilen şey, halkların iradesidir. Mezhepler arasında sıkışmış, dış politikaların aracı hâline gelmiş, mülteci kamplarına mahkûm edilmiş bir ümmetten söz ediyoruz. Şii-Sünni rekabeti, Filistin direnişi, Arap-İsrail çatışması gibi büyük anlatılar artık halkların gerçek sorunlarını bastıran stratejik perdeler hâline gelmiştir.

Gerçek kurtuluş, ideolojik hilallerden ya da jeopolitik haritalardan değil; bağımsız düşünceden, adil yönetimden ve halk iradesinden geçer. Aksi hâlde her kriz yeni bir vekâlet savaşı doğurur, her savaş da daha derin bir parçalanmışlık üretir. Coğrafya büyürken insan küçülür, sınırlar çizilirken umutlar silinir.

Sun Tzu’nun uyarısını hatırlayarak bitirelim: “Stratejisi olmayan taktikler, yenilgiden önceki yaygaradır.” İsrail ve Batı bugün güçlü görünebilir; Müslümanlar sessiz kalabilir. Ancak strateji, sadece bugünü kazanmak değil; yarını korumaktır.

Asıl mesele, kalbin, aklın, iradenin ve adaletin yeniden bu topraklara dönüp dönmeyeceğidir. İşte bu yüzden bu kriz bir savaş krizi değil, bir anlam krizidir. Ortadoğu’nun asıl kaybı petrol değil; umut, sınır değil; şuur, silah değil; hikmettir. Bu, kentlerin değil kalplerin işgaliyle ilgili bir krizdir. Çünkü bir coğrafya yalnızca bombalanarak değil, hayal kurma yetisi (asr-ı saadet özlemi) elinden alınarak da çökertilebilir.

Bugün, haritanın kenarında, hilalin gölgesinde kalan halklar; ya sessizliğe gömülerek yok olacaklar ya da yeniden kendi hikâyelerini yazacaklar. Çünkü coğrafya kaderse, kader de değiştirilebilir. Ancak önce bir harita değil, bir anlam atlası çizilmelidir.

 

Kaynak: farklı bakış