Ortadoğu’da Barışın İmkânı: Tek Filistin

Bedri Soylu'nun yeni yazısı;

Ortadoğu’da Barışın İmkânı: Tek Filistin

Siyasetin tükendiği yerde barbarlık başlar. Siyasetin pozitif anlamlarından birisi, meseleleri en az maliyetle sulha erdirme faaliyetidir. Sulhu sağlamak noktasında çaresizliğe düşen insanlar tanımlı hukuk normlarının ve ahlak kurallarının dışına çıkma eğilimi gösterirler. Bundan hiçbir halk veya toplum münezzeh değil. Olumsuz anlamıyla barbarlık, müstakil olarak herhangi bir zihniyetle ya da kültürel bir kodla asla doğrudan ilişkilendirilmemesi gereken bir olgu. Ve maalesef bu hataya çok kolay düşülüyor. Muhatapları için kendini ileride görenlerin bilinçaltında sürekli işleyen bir geri kalmışlık varsayımı bu yanlış ilişkilendirmeyi besliyor, adı konmamış bir oryantalizm… Şunu net bir şekilde vurgulamakta fayda var: Bir yerde barbarlık yükselmişse iki şeyden bahsedebiliriz; 1-siyaset işlememektedir, 2-sürdürülemez hale gelmiş bir sömürü ilişkisi söz konusudur.

“Barbarlık” ifadesinin olumsuz anlamıyla kullanımı, sorunlu bir meşrulaştırma argümanına yaslanır. Yollarıyla olduğu kadar, hukuk sistemleriyle de övünen Romalılar hukuk bilmeyen ve kuralsız yaşadıklarını düşündükleri halklar için “barbar” dediler. Bu içinde hem ırkçılık hem de oryantalizm barındıran kibirli vurgu, Roma hegemonyasının tasfiyesinden sonra, genel tarih anlatısında kabul görmedi. Bunun sebepleri de gayet anlaşılır, “barbar” diye vasıflandırılan insanlar, Roma elitleri ve hâkim unsurları tarafından gayet “medeni” bir şekilde sömürüyorlardı. Kavramın farklı dönemlerde aynı maksatla başka kullanımları oldu, yabani, ilkel, “insan görünümlü hayvanlar” vb. Ancak kendine medenilik atfeden sömürücüler ile sömürülenler arasındaki ilişki varlığını korudu. Neticede tarihçiler dönemleri için barbarlık olarak tarif edilen kalkışmaları tahkirle pek anmazlar. Oluşan şiddet görüntülerini olaylar arasında bir neden sonuç ilişkisi kurmaya çalışarak değerlendirirler. Diyalektik devreye girer. Tarih bilimi bizi bu anlamda pek şaşırtmaz.

***

Fransız ihtilalinden sonra 2-3 Eylül olaylarında öfkeli halk, hapishaneleri basıp kral destekçisi olarak içeri alınanları yargısız infaz ettiler. Yaptıkları insanlığa yakışmayan bir eylemdi ve öfkeli olmanın yarattığı bir histeri halinin neticesini sergilediler. İlerici unsurlar bile bu duruma şiddetle karşı çıkamamıştı. Çünkü devrim sonrası oluşan ekonomi kriz ve kraliçenin kibri, nezaket gösterilerini bir yere kadar idare edilebilir kılmıştı. Kral hapisteydi, destekçileri hapisteydi ve ipler halkın sesine kulak veren, en azından kulak vermek zorunda hisseden insanların elindeydi. Ancak yine de bu sergilenen vahşet pek yadırganmadı. Lakin bu görüntü daha sonrasında devrimci hafızada tekrar etmemesi arzulanan bir utanç vesikası olarak kaldı.

Modern zamanlarda şiddet enstrümanı sömürgeci kuşatma altındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin bilgi manipülasyonu araçlarına hâkim olan unsurlar karşısında kendilerini gösterme biçimi olarak çokça kullanıldı. Çünkü sömürgeciler çok yalan söylüyordu. Şiddet kolektif arzunun, tıkanmışlıktan çıkma ve masaya oturma hakkı elde etme aracı olarak işlev gördü. Masaya oturmak önemliydi, çünkü başka türlü siyaset yapma şansından mahrumdular. Bunun yanında şiddet kartını devreye sokan ulusal kurtuluş hareketleri, toplumsal ve uluslararası meşruiyetleri için, bir takım ahlaki prensipleri gözetmeye çalıştıklarını da öne çıkardılar. Sivillere zarar vermemek, sadece askeri unsurları/rütbelileri hedef almak gibi… Şiddete başvuran ulusal kurtuluş hareketlerinin kendilerini haklı gösterdikleri nokta ise bir tıkanmışlık halinin öne çıkarılması oldu hep. Şiddet kartını devreye koymak zorunda kaldıklarını söyleyerek harekete geçmişlerdi. Tabi bunları söylerken siyasal edimlerde şiddet kullanmanın meşru bir enstrüman olduğunu iddia etmiyorum. Sadece, özellikle ulusal kurtuluş hareketi veren direniş örgütleri için meselenin kimyasına dair tespitte bulunmaya çalışıyorum.

***

Artık bütün dünyanın bildiği üzere HAMAS, 260 kadar insanı (sivil/asker) ani bir baskınla öldürerek/rehin alarak tasvip edilemez bir şiddetle Filistin meselesini tekrardan dünyanın gözleri önüne soktu. Bu eylemleri İsrail’in son yıllarda yükseliş gösteren demokratik iç muhalefetinin Netanyahu iktidarını artık deviremeyeceğine kanaat getirdiği bir yargı kararından sonra yaptı. Kimileri şiddetin çirkinliğinden bağımsız olarak eylem zamanlamasının tam da olması gereken anda gerçekleştiğini söylüyor. Kimileri ise bu işin arkasında başka bir hesabın yattığını düşünüyor.

Filistinliler uzun yıllardır medenilik ve çok kültürlülük iddiasını taşıyan ama temelde bir emperyalist sömürü ağının ileri jandarma kolu görevini üstlenen ırkçı bir yapı tarafından işgal altında yaşıyorlar. 75 yıldan fazladır süren bir savaşın içinde hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Bazıları bir açık hava hapishanesinde, bazıları mülteci kamplarında, bazıları da diasporada dünyanın başka ülkelerinde… Filistin halkını ve topraklarını sömüren bu yapı BM’nin tavsiye kararlarını uygulama noktasında bile hiçbir olumlu adım atmıyor. Mülkleri gasp edilen Filistinlilere toprakları verilmiyor, Batı Şeria’da yeni yerleşim yerleri açılarak duvarlar örülüyor, Filistinlilerin zeytin ağaçları kesilmeye devam ediyor ve su kaynakları işgalci yerleşim yerleri için tahsis ediliyor.

Üstelik maalesef, bölgede terör estiren bu yapı, varlığını dünyada yaşayan ve barış içinde yaşayabilecekleri bir toprağı herkes kadar hak eden, Yahudilerin haklı arzularına dayandırıyor. Bu yapı ayrıca, göstermelik bir herkesçilik sergilediği gibi barbar gördüklerinin ölümlerini meşru göstermek için dünya kadar para harcıyor. Gerçi artık “barbar” bile demiyorlar “insansı hayvanlarla savaşıyoruz” diyorlar. Bununla birlikte desantralize olsa da internetin yarattığı imkânlar nedeniyle dolaşıma giren bilgiler ve görüntüler olmazsa dünya pekâlâ sadece İsrail’in uygunluk verdiği görüntülerle bir kanaate varmak zorunda kalacaktı. Bilgi asimetrisi bir şekilde ortadan kalkınca ister istemez insan hakları değerlerine sadık kaldığını beyan eden ülkelerin iki yüzlülükleri iyice görünür hale geliyor. Gerçekler ortaya çıkıyor ve gerçekler hâlâ devrimci.

Filistinliler yaşadıkları binlerce ölümün, yıllarca süren yoksun bırakılmışlığın ve her gün tekrar eden tacizlerin sonrasında bir eylemde bulundular. İnsanı rahatsız eden görüntüleri de içeren bir saldırıydı bu. Yıllarca kendilerine uygulanan saldırılara kıyasla çok daha küçük bir saldırıydı. Ancak ezberleri bozacak kadar ses çıkardı. Şiddet hızla bütün dünyanın gündemine girdi. Hafızası olamayan, “Acaba neden?” sorusunu sormaktan aciz ve İsrail ile çıkarları olan insanlar bu saldırıları büyük puntoyla öne çıkararak İsrail’in yanında hizalandılar. Ve şimdi Gazze’ye yüzlerce saldırı düzenleniyor. İsrail, neredeyse yarısı çocuklardan oluşan bir halkın yaşadığı dışarıya kapalı mahpus bir şehre bombalar yağdırmaya devam ediyor.  Şu ana kadar Gazze'de İsrail saldırılarının başladığı 7 Ekim'den bu yana 3 bin 900'u çocuk olmak üzere ölü sayısı 9 bin 488'e ulaştı. Yaralı sayısı ise bugün itibariyle 24 bin 158 olarak açıklandı, (güncelleştirilmiştir). Gazze sokakları kana, gözyaşına ve toza bulandı. Hastaneleri bile bombaladılar. 

***

Pek neden, son yıllarda daha çok barışçıl boykot kampanyalarıyla kendini uluslararası kamuoyunda gösteren Filistin mücadelesi, sonucunda bir yenilgi çıkacağı pekâlâ kestirebilecek türden bir eylemle gündeme girdi? Bu soru biraz hafıza taramasıyla kolayca berraklaşabilecek bir cevaba sahip.

Sosyal medyada gelen bazı tepkiler İslamcı “barbarların” medeniyetsizliğini merkeze koydu. Baskınlar, zihniyet olarak IŞİD’den farklı görülmeyen bir yapının nereye varacağı belirsiz “akıl almaz” saldırısı olarak görüldü. HAMAS’ın saldırısının tek mantıklı açıklamasını, ilkellikleri ve büyük bir oyunun aparatı olarak görevini yapması şeklinde değerlendirmelerde bulunanlar da az değil. Kanaatimce içinde açıktan din düşmanlığı barındıran bu tepkiler büyük bir hafızasızlıkla ilişkili. Zaten sonrasında İsrail’in başlattığı büyük saldırıdaki orantısızlık bu ilk tepkilerin büyük oranda sönümlenmesine neden oldu. Türkiye’deki sosyalistlerin de İslamcıların kuyruğuna takıldığını ve aslında antisemitist olduklarını dillendirenler suskun bir bekleyişe düştüler. Bazı siyasi yapıların ilk başta tepki çeken açıklamaları artık eleştirilmiyor.

HAMAS bir aparat mı tam olarak bilemiyoruz ve Müslümancılıklarından sebep herkes için barış yurdu olan bir siyasal projeksiyona sahip olmadıklarını az-çok kestirebiliyoruz. Lakin kanaatimce bu mesele bugünlerin tartışması hiç değil. HAMAS zayıf siyasi projeksiyonuna rağmen her geçen yıl sesi daha çok çıkan ve etkisi artan bir örgüte dönüşüyor. Bu yükselişinin neden kaynaklı olduğunu anlamadan, yapılan eylemin anlamını kavrayamayız.

Filistinliler ilk işgalden itibaren İsrail adında bir yapıyı tanımadıklarını ve çok dinli ve kültürlü bir yapıyı benimsediklerini ortaya koydular. Ulusal mücadelenin teorisyenlerinden önemli figürlerine kadar bunun Filistin’deki örgütlerin sindirdikleri bir tutum olduğunu biliyoruz. HAMAS için yükseliş, Yaser Arafat’ın “iki devletli” yapıyı tanıdığı gün başladı. İsrail’i bir devlet olarak tanıdıklarını ilan ettikten sonra Filistin halkının siyasi iradesi FKÖ’den çıkmaya başladı. HAMAS bütün kimlikçiliğine rağmen ısrarla İsrail’i tanımama inadını sürdürdü. İslamcı siyasetlerin bölgede yükselmesi büyük oranda bu tutumla ilişkili.  Şu an yaşadığımız çatışma Batılı güçlerin belki bir şekilde ambalajlayarak dünyaya pazarlayabiliriz dedikleri “iki devletli” yapının tezahürü. Ortada iki eş düzey yapı olmamasına ve bir tarafın tamamen hapis hayatı yaşamasına rağmen hâlâ bu ambalajı dökülen formülü dillendirenler var.

***

Filistin meselesinin tek bir çıkış kapısı var: Tek devletli, bütün dinsel kimliklere ve ırksal aidiyetlere eşit mesafede duran, yerinden zorla göç etmek zorunda bırakılan insanların haklarını teslim eden, demokratik teamüllerin işlediği ve kapitalist sömürücü kurumların uydusu olmayan bir yapı. Bu yapının hem Filistin halkının haklı taleplerini karşılaması hem de tarihleri boyunca sürekli yerleşik devletlerin/halkların gadrine uğrayan Yahudilerin kendilerini emin ve vatanlarında hissettiği gerçek bir barış yurdu (Darusselam/Jarusalem) anlamına gelmesi gerekiyor.

İsrail’in kuruluşunda beri böyle bir meselesi olmadığını görüyoruz, geçici iyileştirme anlamlarına gelen BM yaptırımlarını bile dikkate almıyor. Bölgeyi ve dünyayı terörize etme potansiyelini koruyan, nükleer bir sömürgeci yapı bu. Arkasında duran büyük sermaye ile her şeyi yapabileceğini zanneden bir savaş makinesi Haliyle bütün bölge halkları ve dünya için barışı yurdu olması arzulanan bir toprak parçasında sorunun doğrudan kaynağı olarak varlığını koruyor.

Bugünlerde bir neden-sonuç görüntüsünü bütün iliklerimize kadar hissediyoruz. Barışa ulaşmak için bütün dinlerden ve ırklardan insanlar olarak coğrafyamıza saplanan ve sürekli iltihap üreten bu hançerden kurtulmak zorundayız.