Sosyal Adalet Hareketi (SAHİ), 6 – 7 Aralık’ta İstanbul’da uluslararası bir sempozyum düzenledi. İstanbul’da aynı tarihe denk gelen ve yine barış temalı bir uluslararası konferans daha vardı. 6 Aralık’ta DEM Parti tarafından düzenlenen “Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansı” Türkiye, Irak ve Suriye’den siyasilerin, farklı çatışma çözümü ve barış deneyimlerinden geçmiş ülkelerden de temsilcilerin katılımı ile gerçekleşti. Ben, kısa adıyla SAHİ’nin ev sahipliğinde yürütülen sempozyuma katılabildim.
Öncelikle belirtmek isterim ki gerek Türkiye’de yürütülen ve adını herkesin kendince, bana kalırsa aşamalara nispetle, farklı isimlendirdiği sürece toplumsal katkıyı artırmak gerekse katılımcılarının neredeyse ortaklaştığı isimle “Batı Asya” toplumları başta olmak üzere uluslararası dostluk ve iş birliği sadedinde tanışıklıkları ve dayanışmayı geliştirmeye yönelik oldukça verimli bu sempozyum hem zamanlaması hem de konusu açısından heyecanla karşılandı.
SAHİ’den Cemal Bilgin ve Güneş Cengiz’in, sempozyumun başkanı Zeki Kılıçaslan ve sekreteryada İslam Özkan’ın selamlama ve açılış konuşması yaptıkları sempozyum daha nice görünmez sorumluların emekleriyle hayat bulurken oturumlar, konuşmacılar ve katılımcıların çeşitliliği ile de dikkat çekti.
Sempozyumun heyecanla karşılanmış olması tespitini bilhassa ilk günkü yüksek katılımdan, ertesi gün katılım her ne kadar biraz düşmüş olsa da gün boyu takibin ve bilhassa günün sonunda “Doğu Konferansı yeniden canlandırılmalı mı?” sorusu etrafında yürütülen forumdan “evet”in çıkmasından anlamak mümkün.
Gerçekten de sempozyum hem dikkat çekti hem de heyecan vericiydi. Zira insanlarbu vesile ile gündelik siyasetin ve derin ekonomik yoksulluk ve sosyal yoksunluğun ağırlığından biraz olsun uzaklaşma imkânıbulmuştu. Öte yandan bütün bir Orta Doğu /Batı Asya coğrafyasının nice yıllardır içerisinde bulunduğu kaos, çatışma ve savaştan çıkışına bir yol aranırken bir özne olarak “Ne yapılabilir? Ne yapabilirim?” sorularının da cevabını oluşturabilme adına bir müzakere zemini sunulmaktaydı. Her ne kadar yine ve daha büyük bir sorunla ilgilenilmesi gerekli olsa da gündelik “hukuksuzluk, baskı ve özgürlüksüzlüğün” ürettiği havayı bertaraf edebilmenin bir yolunun, bir süredir unutulan “farklılıklarla bir araya gelerek konuşma” olduğu da uzun bir aradan sonra yeniden deneyimlenme fırsatı bulmuştu.
“Orta Doğu’da Barışı Aramak” sempozyumu İngilizce, Arapça ve Kürtçe üst başlığıyla da konuşmacı, katılımcı ve sorun alanlarına bir işaret olduğu kadar kimlik farklılıklarının ilanı ve kabulünü de gösterir gibiydi. Aslında muharrik sebebin geçmişte deneyimlenen ve tabiri caizse tadı damakta kalan “farklılıklarla beraber birlikte fikredip birlikte eyleme”nin bir örnekliği olarak “Doğu Konferansı” sivil girişimi olduğu düşünülünce, bu sempozyum bir işaretten çok bir “iddia” olarak ortada denebilir.
Yedi oturumdan oluşan sempozyumun ara başlıkları şunlardı:
1. Oturum: Orta Doğu’da Yeni Düzen Arayışı: Demokrasisiz Barış Mümkün mü?
2. Oturum: Suriye’de Barışın İnşası: Çoğulculuğa, Adalete ve Ortak Geleceğe Doğru
3. Oturum: Filistin için Adil Barış: Halkların Onuru, Direnişi ve Ortak Geleceği
4. Oturum: Anti-Siyonizm ve Anti-Siyonist Aktivizm
5. Oturum: Toplumsal ve Bölgesel Gelişmelerin Işığında İran ve Yeni Bölgesel Düzendeki Yeri
6. Oturum: Barışın Yarım Kalan Hikâyesi: Türkiye’de Kürt Sorunu ve Yeniden Diyalog Arayışı
7. Oturum: Doğu Konferansı: Yeniden Yola Koyulma Zamanı mı? (Atölye)
Türkiye, Suriye, Filistin, Avusturya, İsrail, İran, Lübnan, Tunus, Cezayir ve Almanya’dan birçok akademisyen, gazeteci, siyasetçi ve aktivistin sunumları ile konular farklı yaklaşımlarladeğerlendirilirken, soru ve yorumlarla katılımcı katkısına da fırsat verildi.
Katılabildiğim ve dinleyebildiğim kadarıyla bilhassa Arap ülkelerinden gelenlerin “zorba yönetimler, direniş, parçalanma ve çatışma tehdidi”esaslı konuşmaları dikkate alınması gereken bir nokta. 19. yy.’dan bu tarafa bu coğrafyada ne bir ulus olunmasına ne de çoğulcu birleşik (konfederal) devletler olunmasına izin verilmiyor olması. BOP veya yeni BOP (Trump’la) konusu ise oldukça kaygı verici nitelikte. Dost ya da düşman olsun, emperyal güçler ve ülkelerin bu coğrafyada -ki bu coğrafya, Orta Doğu olarak değil ya “Batı Asya” ya “Bilâdü’ş-Şam” ya “Afro-Avrasya kıstağı” ismiyle ya da Atlas okyanusundan Afganistan’a kadar “medenî Doğu” diye tarifle birçok konuşmacı tarafından belirlendi- sürekli ve çeşitli müdahalelerinin varlığına dikkat çekildi. Kaçınılmaz gibi görülen bölünme ya da çatışma tehdidinin, birleşik vatandaşlık üzerinden dil, din ve etnik çeşitliliğin zenginlik ve bir güç olarak görülmesi ile bertaraf edilebileceği ve böylece bir “medenî Doğu’’nun inşasının mümkünlüğünü düşünmek gerektiği ifade edildi.
Arap Baharı ile başlayan despot yönetimlere karşı çıkış dalgası, direniş hattındaki ülkeler için önemli bir tehdit olmakla birlikte “demokrasi talepli” bu eylemlerin, demokratik ülkelerin Siyonizm yanlısı görülen tutumları sebebiyle, “Batı fikirli/batıcı” olarak nitelenmesini doğurur. Bu ilişkilenme sebebiyle de beslenen “demokrasi karşıtlığı” ile direniş cephesinde yer almanın, zorba yönetimlere rıza göstermek gibi bir sonuç ürettiği için, ciddi bir ikilem yaratarak zorlayıcı olduğu, bu ikilemi aşabilmek için hem zorbalara karşı olup hem de direnişi sürdürebilecek üçüncü bir yol ya da duruşun imkânı önemli bir sorun olarak tartışıldı.
Arap Baharı’nın Suriye boyutu ardından yaşanmaya başlayan şiddet ve dış müdahaleler karşısında Türkiye’den birçok aydının “Üçüncü yol mümkün!” uyarı ve çağrısını hatırlatan konuşmanın neticesinde belki hem İslamofobi’ye karşı İslam kalarak hem özgürlükçü demokrasi savunusu yapıp direnişe devam edilebileceğini ve hem de Siyonizm’in “medenîlik” maskesini düşürüp yalnızca nehirden denize özgür Filistin değil belki tüm “Atlas Okyanusu’ndan Afganistan’a özgür, çoğulcu ve medenî bir Doğu”nun hayat bulması mümkün diyebiliriz.
Birinci Dünya savaşı sonrası bölgedeki düzenlemelerin yeni BOP ile yenilenme girişimlerinin emperyalist emellerle yürütülmekte oluşunun, mevcut ülke yönetimlerine karşı yapılabilecek demokrasi talepli direnişler için bir handikap oluşturduğu, bu gerçeğin halkların özgürlük taleplerini sınırladığı gibi bölge ülkeleri ve halklarının işbirliği yönündeki tasavvurunu da kısıtladığına vurgu yapıldı. Burada, altı çizilmesi gereken ve sempozyum için önemli bir çıktı olarak belirlenebilecek bir husus da billurlaşmakta: Ülkelerin sınırlarının şeffaflaştırılması.
Sınırların şeffaflaştırılması noktası çok sayıda konuşmacının ve tabii dinleyicilerin de ittifak ettiği bir öneri ya da temenniydi, denebilir. Hatta kabaca “Türkiye’de Kürt sorunu ve diyalog arayışları” konulu altıncı oturum öncesi kısa ama oldukça yetkin, yeterli ve takdire değer bir konuşma yapan Mithat Sancar, ülkede ve bölgede barışın inşası için zihniyet değişiminin zarureti ve bu değişimin ilk şartı olarak da sınırlara yaklaşımın farklılaşmasına dikkat çekerek sempozyumun bu çıktısına “aklın yolu bir” demeyi hatırlatan bir öneri ile iştirak etmiş oldu. Sancar’a göre sınırların değişimi değil önemsizleştirilmesi gereklidir. Dah aönemli olan ise“zihinlerin o sınırlarla sınırlanmaması”dır.
Yine sempozyumun bir çıktısı sayılabilecek önemli nokta, hemen bütün konuşmacıların “farklılıklarla birlikte yaşam”a dair vurgularıydı. Ne ırk ne din ne de dil ya da yaşam biçimi farklılıkları, ne de örfsel ve kültürel ayrılıklar çatışma sebebi olmalı ve bütün bu farklar yok edilmeden bir arada yaşama tecrübesine sahip olunabileceği gerçeği. Bu coğrafyanın kadim geçmişine bakıldığında bu gerçek de bir tecrübe olarak görülebilir, diyerek Biladü’ş-Şam coğrafyasına dikkat çeken Suriye’den siyaset bilimci Ahmed el-Derzi idi.
Batı’dan gelen konuşmacıların ısrarlı ve net söylemleri Siyonizm’e ve kapitalizme karşı ortak direnişin zaruretine ilişkindi. Siyonist İsrail’in, bu bölgeye ve dünyaya barışın egemen olmasının önündeki en önemli engel olduğu konuya dair konuşmalarda ve salondaki katılımcılar arasında üzerinde ittifak edilen bir husustu. İsrail’in bizatihi kendisinin de bölgede zorbalıkla hegemonya kurup barış içinde yaşamasının mümkün olamayacağına da dikkat çekilirken, kapanış konuşmasında Zeki Kılıçaslan “Filistin ve Yahudi toplumları için barış ve eşitlik içerisinde tek devletli bir çözüm elbette en güzeli ama bu mümkün olmayacaksa, hiç değilse iki devletli çözümün” gerçekleşmesi ile bir barış inşasına destek verilebilir olduğunu ifade etti.
İran özelindeki oturum ise daha çok kendi deyişiyle “yaramaz bir gazeteci” olan Selahaddin el-Jourchi’nin İran İslam Devrimi ve yapısal sorunları hakkındaki eleştirileri ile dikkat çekiciydi. Dokunulmazlara dokunmak gibi bir özelliği olduğunu da söyleyen konuşmacı, İran ya da Şiî karşıtı olmadığını, ülkesi Cezayir’de Şiî toplumla yakın ilişki ve desteğinin olduğunu belirtme ihtiyacı da duyarak Anayasal bir kurum olan velâyet-i fakihlik’in tartışılmasının gerekliliğinin altını ısrarla çizdi. Zira bu kurumun varlığının ülkede seçimlerle gelen cumhurbaşkanını ya da seçilebilecek adayları sınırlandırma pozisyonuyla parlamento ve cumhurbaşkanını işlevsiz kıldığını, bu durumun ülkenin özgürlük ve haklar bağlamında kısıtlılığının en önemli alameti olduğunu belirtti. İranlı konuşmacı Hüseyn Pak’ın bu eleştirinin omurgasını farklılaştırarak sanki “velâyet-i fakihlik konusunda fıkhî anlamda bir tartışma talebi varmış” noktasından hareketle bunun kabul edilemezliğine dikkat çekip Anayasal dayanağın da “halk oyu ile gerçekleştirildiği” şeklindeki cevabı, aslında istenenin, gelinen noktada bir “Devrim ve devrim sonrası kurumsallaşmanın” eleştirisi olduğu gerçeğini görmezden gelmek olarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Ancak Pak’ın “Suriye yanlışı dışında”, direniş ekseni ile yürütülen İsrail politikalarının yerindeliğini söylemesi, en azından dış politika açısından bir öz eleştiri olarak kıymetli görülebilir.
Aslında konuya dair en önemli dikkat çekiş, belki de ilk oturumda kendini göstermişti. Zira o oturumda Ümit Aktaş, “Afro-Avrasya kıstağı” olarak nitelendirdiği bu coğrafyanın kadim yönetim tarzlarını Foucault üzerinden anlatıp sınıflarken Nebevî yönteme vurguyla, Kur’an’da çoban-sürü ilişkisi şeklindeki bir yönetimin değil, bugünkü deyişle “yönetişim” denilebilir, bir “birlikte düşünüp birlikte eyleme” ahlakının hayatın her ilişki ağında yürürlüğünün esas kılındığını belirtmişti. Bu esas da tam olarak siyasal sistemlerde -ki söz konusu olan İran olunca, velâyet-i fakihlik kurumunun nafileliğine ve üzerinde yeniden düşünülmesine dair oldukça uyarıcı görünmektedir.
Bilhassa Suriye özelindeki oturum dahil, Arap katılımcıların Kürt meselesine ve Kürtlere dair çok özel bir vurguda bulunmamaları eleştirilen bir nokta olarak öne çıkmış olsa da sempozyuma damgasını vuran belki de Türkiye’den siyasetçilerin katılımı ile gerçekleştirilen “Barış süreci” oturumu oldu. Siyasetçilerin genel olarak yürütülen süreci desteklediklerini ifade etmeleri önemliydi. Ancak, olabildiğince mevcut süreci ve yürütücülerini anlatmakla sınırlı kalan konuşmalardaTürk- Kürt barışının toplumsallaşması yönünde süreç içerisinde aktif rol üstlenmekten kaçındıklarını görmek, katılımcıların zaman zaman öfkeli tepkisini celp etti. Öte yandan daha önce de atıfta bulunduğum üzere, bu oturum öncesi Sancar’ın yaptığı duygu, akıl ve öneri dolu konuşmasıyla sempozyum şahsen bana göre çok yararlı bir final ile nihayete doğru yöneldi. Cemal Süreya ve Mahmut Derviş şiirleriyle konuşmasını sonlandıran Sancar’ın “Barış dili, sevmeyi değil, birbirinden nefret etmemeyi gerektirir. Çelebilik, sızıyla yaşamayı öğrenmektir!” cümleleri, bütün bu coğrafyanın insanlarının içselleştirmesi gereken ve belki de herkesin birbiriyle bu duygu ile helalleşmeyi becerebilmesi yönündebir çağrıydı, denebilir.
İki binli yıllarda hayat bulup toplumlararası barış ve dostluğun inşasına katkı sunabilmek amacıyla yürütülen Doğu Konferansı’nın yeniden canlandırılması saikiyle yapılan sempozyumun zirvesi, bu girişimin devamı yönünde heyecanlı bir kabul ile taçlandı. Hayırlı olsun, yolları hep barış üzere açık olsun. Vesselam.
Not: Sempozyum ve sunumlarına SAHİ’nin web sitesinden ulaşılabilir: https://sahihareket.com/sahi-tarafindan-duzenlenen-ortadogu-da-baris-arayisi-sempozyumu-gerceklestirildi/

