Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” üzerine 5-7 Mayıs tarihleri arasında 12’inci Kongresi’ni toplayan PKK, kendini feshetti. PKK’nin aldığı kararla birlikte yeni bir dönemin kapıları aralandı. Kürt sorununun çözümü ve ülkenin demokratikleşmesine dair Meclis’te komisyon kurulması yönünde çağrılar yapılırken, önümüzdeki günlerde Meclis’e yeni bir yargı paketinin gelmesi bekleniyor.
Serbestiyet yazarı, gazeteci Oral Çalışlar, Öcalan’ın çağrısı ve sonrasında yaşanan gelişmelerle ilgili Mezopotamya Ajansı’na (MA) konuştu.
Çalışlar’ın Mezopotamya Ajansı’nda yayımlanan röportajı şöyle:
PKK kongresini topladı ve “çalışmalarını sonlandırdığını” duyurdu. Kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?
50 yıllık bir dönemden söz ediyoruz. İlk silahlı eylem 1984 yılında Eruh karakol baskınıydı. Bu şok edici bir etki yaptı. Türkiye’nin alışık olmadığı bir ayaklanma biçimiydi. Çünkü Türkiye 68’i görmüştü. 68’de gençler dağlara çıktı, ancak ama bu öyle değildi. Bizzat gelip bir şehrin merkezi karakolunu bombalamaya kalkmak cüretkarlıktan öte bir işti. 1997’de Fatih Altaylı, Fehmi Koru, Abdurrahman Dilipak, Enis Berberoğlu, Gülay Göktürk ve benim de aralarında olduğum bir grup gazeteciyi Hakkari’ye götürmüşlerdi. Bize orada brifing veriyorlardı. Helikopterle köylere inebiliyorduk, oralara arabalarla gitmek mümkün değildi. Çünkü PKK yolları kesiyordu. Korucular da bize brifing veriyorlardı. Koruculardan biri ‘Bunlar Ermeni dölüdür’ deyince, biz gazeteciler hepimiz ayağa kalkıp ‘dinlemek istemiyoruz’ dedik. Yani bu artık işi iyice başka bir noktaya çekmekti. 97’de hala ‘Ermeni dölüdür’ teranesi vardı. Fakat bunların hiçbiri çare olmadı. Aradan 41 sene geçti. Bu 41 sene içinde sürekli ‘kökünü kazıdık, bitirdik, terörle mücadele’ diyen çok çeşitli iktidarlar gelip geçti. Hiçbiri ‘kökünü’ kazıyamadı.
Sizce bu “kök kazıma” neden gerçekleşmedi?
Çünkü bu sosyolojik ve toplumsal bir vakaydı. Onun için askeri tedbirlerle önlenecek bir şey değildi. Öcalan’ın yaptığı çağrıda da söylediği gibi, silahın miadı doldu. Kürtlerin silahlı olarak elde edebilecekleri bir şey yok. Çünkü artık yasal mücadele imkanı var. Benim ne kadar varsa senin de o kadar var. Üstelik DEM Parti’nin geleneğini sürdürdüğü partiler kapatmalara, baskılara rağmen yasal alanda varlığını korudu. Varlığını koruyunca siyasi bir güç haline geldi. Kürt sorununun çözümsüzlüğü Türkiye’nin gelişmesiyle ilgili önemli bir engel olarak önümüze çıktı. Türkiye birkaç defa demokrasi yönünde ilerleyebilmek için çeşitli hamleler yaptı. AK Parti, Ecevit ve Demirel yaptı. Ama her seferinde bu Kürt meselesine takıldı. İktidarlar, Türkiye’nin demokratikleşmesi yerine terörle mücadeleye yönelen bir karakterle yürüdü. Artık silahla halledilebilecek bir mesele olmaktan çıktı. Sosyolojik, toplumsal, siyasi bir mesele olarak kabul görüyor. Bunun nasıl çözüleceğini tartışınca da diyoruz ki bunun çözüm yeri Meclis’tir.
Abdullah Öcalan ve PKK de çözüm için Meclis’i işaret ediyor. Meclis neden önemli?
Şu anki Meclis Türkiye tarihinin en yüksek temsil kabiliyeti olan bir Meclis. Yüzde 93 oy oranıyla temsil ediliyor. Türkiye’nin yüzde 7’si girememiş. Dünya parlamento standartları içinde bu çok yüksek bir rakam. Temsil kabiliyeti en yüksek parlamentolardan biri. Bu parlamentoda Türkiye İşçi Partisi de MHP de ‘biz böyle bir komisyona varız’ diyor. Bu kadar kuvvetli bir kitle desteği arkasında olan bir sürece girmek ve buradan yürümek lazım. Başka türlü hangi meşruiyet üzerinden gideceksin? Önemli olan toplumsal meşruiyettir. Toplumsal meşruiyetin zemini de Meclis’tir.
Geçmiş dönemlerde çözüm için birçok girişim oldu. Ancak hiçbiri başarıya ulaşmadı. Bu süreci diğerlerinden ayıran özellikler neler?
Bence Bahçeli bunu çok güzel anlatıyor. ‘Türk milletinin dünyada kendini kabul ettirmesi ancak bir Kürt barışıyla olur’ diyor. Bahçeli bunu strateji olarak görmüş. O Türklük açısından bakıyor. Hiç öyle milliyetçilikten vazgeçmiş değil. Türk kimliğinin yaşaması ve büyümesi, dünya çapında bir kimlik olarak ayakta kalması için bugün Kürtlerle uzlaşılması gerektiğini söylüyor. Devlet de onu yapmaya çalışıyor. Samimi olup olmamak önemli değil. Önemli olan Türkiye’nin demokrasiyle taçlanmasıdır. Çünkü Türkiye gibi yarı gelişmiş ülkelerde demokraside zorlanıldığı zaman altından kalkamayacağın sonuçlar olur. Avrupa tipi bir demokrasi istiyoruz. Düşünce ve ifade özgürlüğü olsun. Devlet şiddeti de muhalif şiddet de ortadan kalksın. Seçimler yoluyla gelenler seçimler yoluyla gitsin. Adil seçimler yapılsın. Kürtlerin de Türklerin de istediği bu.
Şimdiye kadar gelen yönetimler, bu eşitliği hiçbir zaman kabul etmedi. Onun yerine hep ‘Kürtler, Türk’tür’ dediler. Bu kafayla yaklaşıldığı için iş çözülemedi. Kürtlerin Türk olduğu değil, Kürtlerin Kürt olduğu kabul edilirse çözülebilir. İkincisi de artık çağımızda ulus devlet zihniyeti giderek zayıfladı. Ulus devletler içindeki etnik ve mezhepsel sorunlar çözüldü. Son 10 sene içinde iç savaş yaşayan veya gerilla savaşı yaşayan ülkelerin kaç tanesinde sonuç alındı? Kolombiya, Endonezya, Güney Afrika, İrlanda, İspanya hepsinde bu sorunlar artık demokratikleşmenin bir parçası olarak çözüme ulaştı. Biz de o sürecin bir parçasıyız. Bir çözüm dönemi yaşanıyor. Uluslararası konjonktür de bu çözüme elverişli.
Cumhuriyetin kurucu önderlerinden olan Abdülhalik Renda’nın Kürt raporu var. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, onu (Renda) isyan olan bölgelerdeki köylere kadar gönderip rapor istiyor. Renda gidip raporu hazırlıyor ve diyor ki ‘Türk erkekleri Kürtçe konuşuyor. Kürtçe öyle bir egemen hale gelmiş ki bölgede Türkçe unutuluyor.’ Raporun sonunda da, ‘Bu toprakla iki millete dar gelir, bir millete yeter’ diyor. Yani geldikleri nokta bu. Şimdi, 100 yıllık bir rapor bu. 100 senedir devlette bu anlayışı gördüm. Yani ‘bu memleket yalnız Türklerindir’ anlayışı. Başkasını kabul etmiyoruz. Kürtler de Türk olarak olacaklarsa olsunlar. Şimdi bu mantıkla işte 100 senemiz geçti. Bedelinin ne olduğunu artık tartışmaya bile lüzum yok. Şimdi Devlet Bahçeli, ‘Türkler ve Kürtler biriz’, yani ‘eşitiz’ diyor. Yani o paradigmanın nasıl değiştiğini göstermesi bakımından ilginç.
Uluslararası konjonktürün uygunluğundan kastınız uluslararası devletlerin sürece desteği mi?
Bu işin çözülmesini istiyorlar. Çünkü silahlı bir çatışmanın olduğu bölge kimseye fayda getirmediği gibi büyük devletlere de fayda getirmiyor. Çünkü asker bulundurmak, silah patlatmak, kan akıtmak o bölgede huzursuzluğu ve o bölgede yatırım yapan herkesin yatırımcılığını da yok ediyor. Irak Kürdistanı petrol bakımından zengin bir bölge ve bu petrol zenginliğini herkes paylaşmak istiyor. Kürtler de bunun imkanlarını geliştirmek istiyor. Bu her ülkenin hakkı. Son dönemlerde Amerika bölgeye çok fazla müdahil olmadı. Esas hikaye İsrail’i desteklemesiydi. Ona devam ediyor. Onun dışında Kürtler ile İsrail arasında bir ilişki var. Ama bu dayanışma Türkiye ve diğer bölge ülkeleriyle düşman olmayı gerektirmiyor.
Öcalan silahlı mücadeleyi sonlandırma konusunu 90’lı yılların başında gündemine almıştı. O dönem buna dair yaptığı açıklamalar da var. 1993’te kendisiyle görüşen gazetecilerden birisi olarak, Öcalan’ın bu konuda durduğu yere dair neler söylersiniz?
Öcalan ile ilk 1993’te Beka Vadisi’nde görüştüm. Öcalan’a, ‘Bağımsız Kürdistan istiyor musun?’ diye sordum. “Ben deli miyim niye isteyeyim? Ankara, İstanbul, İzmir’i size mi bırakacağım? Oralarda milyonlarca Kürt var. O şehirler Kürtlerin de şehridir. O açıdan ayrılık aklımdan geçmiyor. Biz Türkiye’nin bir parçasıyız ve böyle kalacağız’ dedi. Ondan sonra Öcalan’a “Amerika, Suriye’nin başına çöker ve seni buradan gönderirse buna karşı bir tedbirin var mı?” diye sordum. Öcalan da ‘Ben Türklere ve Kürtlere güveniyorum. Amerika’nın ne yapacağı beni ilgilendirmiyor’ dedi. İlk gidişimde Öcalan bana ‘Kal burada, seninle uzun boylu tartışmak ve konuşmak istiyorum. Hem geçmişi hem de şimdi Alevilik çalışıyorum. Senin de kitapların var bu konuda. Hz. Ali konusunu seninle tartışmak istiyorum.’ Ben de ‘Şimdi kalamam, planım programım var, sonraki gelişimde konuşuruz’ demiştim.