Bizde iyi yönetim, kötü yönetim gibi kavramların teknik anlamları doğrultusunda anlaşılmasını maalesef beklememek gerekiyor. İyi yönetim veya kötü yönetim dediğinizde bu, genellikle Ahmet’in övülmesi, Mehmet’in yerilmesi, Ayşe’nin suçlanması, Fatma’nın temize çıkarılması çabası olarak görülür.
Oysa mesele yönetebilme veya yönetememe meselesidir. Ahmet’in kaşı, Ayşe’nin gözü bağlam dışı konular olmak zorundadır. Ahmet’in veya Ayşe’nin neyi nasıl yaptığına ve bunun doğru olup olmadığına odaklanabilsek sorun kalmayacak zaten.
Onu bırakın, bizim iyi yönetim dediğimiz şeye dünya artık iyi yönetişim diyor. Dünya Bankası, BM gibi kuruluşların da resmi belgelerinde kullandığı bu kavram (Good Governance) “bir ülkenin kalkınma için ekonomik ve sosyal kaynaklarının yönetiminde gücün kullanılma biçimi” diye tanımlanıyor.
UNESCAP’a göre, iyi yönetişimin 8 temel özelliği var: Katılımcılık, uzlaşı odaklılık, hesap verebilirlik, şeffaflık, taleplere duyarlılık, verimlilik, kapsayıcılık ve hukukun üstünlüğüne tabi olma.
Bu özelliklerin olmadığı bir yönetim modeliyle iyi yönetişimin de iyi yönetimin de sağlanması mümkün görülmüyor. Oysa bizim için imkansız ancak biraz zaman alır. Son sekiz on yıldır yaşadıklarımız bunun kanıtı.
Latife bir yana, eğer sizi denetleyecek, sınırlayacak, gerektiğinde durduracak kurumlar yoksa “Ben yaptım oldu” diyerek her şeyi yapabilirsiniz ama “Ben yaptım oldu” diyerek bir anda ülkenin yönetim modelinin değiştirilmesi bambaşka bir gerçeklik seviyesi.
İşte bunu yaşadık biz. “Yapmayın etmeyin” uyarılarına her zaman olduğu gibi kulak asılmadı, metot olarak yine “bildiğini okumak” tercih edildi. 2017’deki anayasa referandumunda halkın çoğunluğunun (yüzde 51) onay vermesiyle ülkede rejim değişti.
“Aslında böylece fiili durum resmiyet kazanmış oldu” diye düşünenler de var ama parlamentonun hükümeti denetleme yetkisinin kaldırılması başta olmak üzere anayasal zemine oturtulan düzenlemeleri uygulamada gösterilen güç aşımıyla bir tutmak yanlış olur.
Bugün gelinen noktada kurumların etkisizleştiği, dolayısıyla devlet yönetiminde en önemli değer olan kurumsal tecrübe birikiminin çöpe atıldığı, önemli önemsiz tüm kararların tek kişinin iki dudağı arasından çıktığı ve üstelik bunların çok dar bir çevre tarafından uygulanmaya çalışıldığı tuhaf bir merkeziyetçilik modeli hükümferma Türkiye’de.
Denge denetlemenin devreden çıkarıldığı, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı bu rejimin Başkanlık sistemi olarak değil “anayasal otokrasi” olarak adlandırılması daha doğru olsa gerektir.
Buradaki mesele bahsettiğimiz gücü kimin kullandığı veya kullanacağı meselesi olmamalı. Toplumun refahı, ülkenin milli çıkarları, devlet hizmetlerinin kalitesi ve topyekun geleceğimiz söz konusu… Bu şartlarda yapılması gereken devleti yönetme görevi verdiğimiz kadroların bu işi iyi yapıp yapmadığına bakmak olmalı. Yapılan işten memnun değilsek, bu göreve talip olan diğer kadroların ne ölçüde buna hazır olduğunu sorgulamak da diğer işimiz olmalı tabii…
Ne var ki biz bölünmüş bir toplum olduğumuz için katılımcılık, şeffaflık, verimlilik, kapsayıcılık gibi kriterler aramıyoruz yönetimde. Yönetenler bizimkiler mi onlar mı diye bakıyoruz.
Söz gelimi son sekiz yıldır uygulanışının ortaya çıkardığı sonuçlara rağmen Başkanlık sistemini “bizimkiler getirdi diye” savunmak toplumsal arızalarımızın ürünü olan bir tutum.
Oysa bunu kim getirdi veya kim uyguladı diye değil, bizim bünyemize uygun mu, rasyonel bir model mi, ülkeye faydalı mı diye bakmamız gerekirdi…
Tarımda, sağlıkta, eğitimde, ekonomide ve diğer bütün alanlarda ülkenin ihtiyacı olan politikaların belirlenip uygulanmasında bugünkü başkanlık sisteminin dayandığı irrasyonel “ultra merkeziyetçilik” anlayışıyla başarıya ulaşmanın imkanı söz konusu olabilir miydi?
Olamazdı, ama sesi yüksek çıkanlar işin bu tarafına değinmediler. Toplumun büyük bölümü de “ne, nasıl, niçin” diye sormadı, “kim” diye sorarak kararını verdi.
Bundan sonraki süreçte sistemin restorasyonu ve arızaların onarımı söz konusu olduğunda bakalım bu sefer “ne, nasıl, niçin” sorularının cevabına bakarak mı, yoksa yine “kim” diye sorarak mı yönümüzü belirleyeceğiz?