Mutlak ‘hakikat’in siyasetle hukuku katli

İlhami Güler, karar.com’da “Mutlak ‘hakikat’in siyasetle hukuku katli” başlıklı bir yazı kaleme aldı

Mutlak ‘hakikat’in siyasetle hukuku katli

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler “Merî/pozitif hukukun, hakkaniyeti/adaleti yansıtmadığına inanabiliriz. Bunu ‘düzeltme’nin yolu kişi kültü değil şura, oydaşma ile kamunun rızasını aramaktır” diyor

Mutlak ‘hakikat’in  siyasetle hukuku katli

.

1 – TEORİK VE TARİHİ ÇERÇEVE

iyaset, Aristo ve Platon’un tanımladığı gibi “Pratik ahlak” veya İslam Filozoflarının tanımladığı gibi “Tedbiru’l-menazil=Evlerin/Ülkenin idaresi” ve “Medinetu’l Fazıla=Erdemli şehir/ülke” inşa etme faaliyeti olduğu gibi; Kur’an’da geçtiği gibi Firavun, Karun, Mütref, Tağut tiplerinde kristalleşen güç istenci, tahakküm tutkusu, çıkar maksimizasyonunu da mündemiçtir. Siyaset, (insanın) doğası gereği, pratikte bu iki tutumun iç içeliğidir. Kur’an siyaset, iktisat ve hukuku, ahlak olarak, -Fakihlerin ifade ettiği gibi- “Makasidu’ş-Şeria” şeklinde vazeder: Canın, malın, özgürlüğün/onurun (Namus), aklın ve dinin korunması. Bir “Devlet” kurmanın veya Rousseau’nun kavramsallaştırması ile bir “Toplum Sözleşmesi” yapmanın veya “Yönetim” in meşruiyeti, bunlara dayanır. Siyaset ve Hukuk yaparken, Kur’an’a göre, bu faaliyeti “Şura” ile yapmak, bürokratik görevleri (emanet) ehline (uzmanlık/liyakat) vermek ve adaleti gözetmek esastır. Her iki faaliyet de açık, şeffaf, ahlaki gerekçeli, tartışma-diyalog ile kurallar ve kurumlar ile kamunun iştiraki, konsensus-icma ve uzmanlık/ehliyet ile yapılır. Sorunları çözmek, hakikati icra etmek, hakkaniyet duygusu ve düşünce çabası ile başarılır. Dogma/taklit/kör-inanç, kişi kültü/karizması, istiğnası, tekebbürü ile değil. Şura’nın, meşruiyet kaynağı olmasının gerekçesi, kamusal ve karmaşık olan sorunların çözümünde çok aklın sebebiyet verebileceği mefsedet/zarar veya yanlış olma ihtimalinin, tek aklın verebileceğinden daha az olmasıdır. Çoğunluğun, gönüllü oydaşması, kabulü, rızası, konsensusu, meşruiyetin temelidir. Bunun zıddı güç istenci, zorlama-zorbalık, tahakküm tutkusu, şiddet, baskı, sürüleştirme, zulüm veya kaostur. Hariciler örneğinde olduğu gibi, bu tür sorunların çözümünde salt samimiyet (hakikat zannı), yeterli değildir. Müslümanların siyasal tarihinin, genellikle birinci tarzda olmadığını biliyoruz. Dört Halife (Hulefa-i Raşidin) döneminde bu yönde bir çaba olmasına rağmen; Saltanat tarihi ile buna pek riayet edilmediği ortadadır. Bu tarih, daha ziyade sultan-vezir-paşa üçlüsüne, “siyaseten katl”e dayanır: “Ya, devlet başa; ya, kuzgun leşe”.

Politik faaliyet, kamu maslahatı gerekçesi ile yapıldığı gibi; aleni olarak güç istenci, tahakküm tutkusu ve çıkar maksimizasyonu amaçları veya suret-i haktan görünerek/ikiyüzlüce veya samimi olarak fakat cehalet, kör inanç, taklit, tekebbür, dogmatik olarak dini anlamda “hakikat”ın kendinde olduğu zannı/vehmi ve kişi kültü/karizması (Kaid, Lider, İmam, Ayetullah, Sultan, Padişah, Kral, Kağan, Hakan, Başbuğ, Führer…) ile de yapılabilir. Bu durumda siyaset, büyük ölçüde hukuku/hakkaniyeti/adaleti katleder. Batı’nın, hukuk alanını siyasetten ayırmasının, yani “Kuvvetler Ayrılığı” ve “Denge ve Denetleme” sistemlerini geliştirmesinin arkasında yatan saik budur. “Hukuk Devleti” , “Anayasal Vatandaşlık”, “İnsan Hakları” kavramları, bunu ifade eder. “Laiklik” ilkesi, Kilisenin, mutlak hakikat adına işlediği cinayetleri önlemek için geliştirildi.

Başlangıçta İslam toplumlarında hukuki yasama, müçtehitlerin uhdesinde ve siyasal erkten (Sultan) bağımsızdı; sivildi. Fakat zamanla Abbasilerden itibaren “Kadılık” kurumu, siyasal iktidarın kontrolüne girdi. Daha sonraları oluşturulan “Şeyhu’l-İslamlık” kurumu ise, dini, siyasal iktidarın kontrolüne soktu. Şiilik, bunu, ta başından itibaren “Masum İmam” doktrini ile yapmıştı.

Siyaset, iktisat ve Hukuk alanlarında “Hakikat” donmuş, sabit, mutlak ve inanç konusu bir mevzu değildir. İnsanlığın biriktirdiği ve peygamberlerin devamlı tavsiye ettiği bazı tümel ahlaki kurallar, hafızada tutularak/hatırlanarak (tezkire) yön tayini yapılabilir. Bu alanlar, sürekli yeni “olay”ların çıktığı dinamik, akışkan, değişen bir alandır. Tekil ve yeni sorunları doğru/ahlaki olarak çözebilmek için, 1- Hasbi ve muhasibi (eleştirel-diyaloğa açık) olmak, atılacak adımın doğurabileceği sonuçları hesap etmek, tetikte-teyakkuzda olmak, uykusuz olmak; 2- Şura’ya, kamuya, herkese, icmaya, konsensusa açık olmak. Kesinlik, Kişi kültü, Kör-inanç bataklığından kurtulmanın başka yolu yoktur. Bu yol, “Mutlak Hakikat”ı garanti etmez; sadece hakikat adına işlenebilecek kötülükleri, cinayetleri, işkenceleri ve zulümleri azaltabilir. Fransız filozofu A. Badiou, ahlak (siyaset-hukuk) alanlarında “Hakikat” adına işlenebilecek kötülüklerden kaçınmanın üç formülünü şöyle verir: 1- Sahte bir olayın terör saçan takipçisi olmak anlamında “taklit” etmek yerine; olayın özünü (hakikatini-İG) görmeye “devam et!”. 2- Salt kendi kişisel çıkarını gözetmek anlamında “ihanet” yerine; “vazgeçme!”. 3-Hakikatin bütüncül/tüketici gücüne inanmak/totaliterlik yerine; “itidalden vazgeçme!”. (Alain Bodiou, Etik, çev: Tuncay Birkan. İst. 2016. s. 92).

Kişi kültü ve kapalı “Cemaat” yapılarının, siyaset ve hukuk alanlarında ahlaki hakikat ile ilişkisini, Erich Fromm, şöyle tasvir eder: “İster ilkel kabilevi, ister ulusal (siyasal-parti-İG), isterse dinsel yapıda olsunlar, cemaatlerin çoğu kendi varlıklarını sürdürmek ve önderlerinin gücünü yüceltmek isterler; müntesiplerini, cemaat dışında yer alan ve kendileri ile çatışan başkalarına karşı ayağa kaldırmak için müntesiplerinin doğasında bulunan ahlak duygusunu sömürürler. Ama bir yandan da müntesiplerinin ahlak duygusunu ve yargılama yeteneğini boğmak için, kişiyi kendi cemaatinin ahlaksal tutsağı durumuna getiren ensest türü bağlardan yararlanırlar. Böylece kişiler, ahlak ilkeleri başkalarınca çiğnendiğinde, şiddetle karşı çıkarken; aynı ilkelerin kendi müntesiplerince çiğnenmesine ses çıkarmaz hale gelirler.”(Erich Fromm, Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990. s. 82)

2 – İSLAM DÜNYASINDA DURUM

Yirminci yüz yılın son çeyreği ve yirmi birinci yüz yılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan “İslamcılık” politik cereyanının, yukarda tanımladığımız bağlamda ahlaki/dini bir saiki olduğu gibi; pratikte siyasetin içerdiği negatif içerikleri de bünyesinde barındırdığı gözlemlenmektedir. Bu yapılar, kronik bir şekilde, tarihten gelen totaliter, mutlak hakikatçı ve kişi kültüne bağlı olma bagajını büyük ölçüde taşımaktadırlar. 1979’da İran’da bir devrim ile kurulan teokratik (Ayetullahlar-Mollalar) rejim, daha sonra Afganistan’da gelişen “Taliban”, Suriye’de oluşan “İŞİD” ve Türkiye’de gelişen “FETÖ”, bunun bazı örnekleridir. Türkiye’de gelişen “Milli Görüş” hareketi, -Türkiye’nin sek-seküler deneyiminden dolayı- demokrasi, laiklik ve hukuka nispi bağlılığı ile diğerlerinden ayrılır. Bu hareket, kişi kültüne (N. Erbakan) bağlılığını atamasa da; dinsel bir “cemaat” görüntüsü vermesinin yanında, demokratik bir “parti” olmayı deneyimlemiştir. 2003’ten itibaren evrildiği Ak Parti, ilk on yılda “Muhafazakâr” bir kimlik ile hukuka ve demokrasiye olan bağlılığını göstermiştir. Daha sonraları Recep Tayyip Erdoğan’ın karizması ve kişi kültü geliştikçe, “Parti”, demokratik (şura) inisiyatifini kaybedip, liderin vücut organlarına dönüşmüştür. 15 -Temmuz darbe girişiminden sonra ve “Cumhurbaşkanlığı” sistemine geçiş ile birlikte, sayın Erdoğan’ın dinsel (İmam-hatip) kimliğinden gelen mutlak hakikat motivasyonu ve zannı, onu, demokratik “Şura”dan uzaklaştırdığı gibi; giderek “Hukuk” un üstünlüğü idesinden de uzaklaştırarak, politik motivasyon ile kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile yani “Tek-Adam”lığa evrildi. Son olarak Sayın Erdoğan’ın “Bu kardeşinize ve AK Parti’ye yapılmış her saldırı Türkiye’ye yapılmış bir saldırıdır.” cümlesi bu gerçeği doğrulamaktadır.

Bugün Türkiye’de siyasal erkten yani Sayın Erdoğan’dan “bağımsız” bir Hukukun işlemediğine ilişkin yaygın bir kanaat mevcuttur. Bütün kurumsal yapılar “hukuki” niteliklerini yitirerek siyasal tasarrufun nüfuzu altına girmiş durumdadır. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” Bu yolun çıkmaz olduğunu ve İslam ile bir ilişkisi olmadığını yukarda söyledik. Çözüm, siyaset ve hukuk yaparken sadakat aramak değil; emaneti ehline (layık olana-uzmanına) vermek; Şura’ya, çoğunluğun kararına, kuruma, kurala, icma’ya, konsensüs’e, tartışmaya, şeffaflığa, denetime ve hukukun siyasetten bağımsızlığına dönmektir. Zira en genel anlamda -siyaset yaparken dahi- “Hukuk” yönelimi ve kaygısı, Rahmaniyet’in tecellisidir.

Merî/pozitif hukukun, hakkaniyeti/adaleti yansıtmadığına inanabiliriz. Gerçeklikte böyle de olabilir. Bunu “düzeltme”nin yolu, kişi kültü ve onun mutlak hakikat zannı değil; şura, oydaşma, konsensüs, icma ve referandum yolları kamunun rızasını aramaktır. Bunun için de, iç-siyaseti, “dost-düşman ayrımı”(C.Schmit) ve savaş(hile-takiyye) olarak değil; eşit vatandaşlardan oluşan iktidar-muhalefet ve aleni “yarış” olarak görmek gerekir. FETÖ olayıından bu dersi çıkartmalıyız artık.

 

Kaynak: Farklı Bakış