Tarih: 11.01.2023 15:00

Müslümanın ölüsü de garip kalıyor, dirisi de…

Facebook Twitter Linked-in

Sait Alioğlu Yazdı;

“Bir garip ölmüş diyeler,Üç günden sonra duyalar,Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin…”

(Yunus Emre)

Eski dönemleri konumuz dışında tutup yakın tarihimize baktığımızda; II. Abdülhamid’in istibdat döneminde, kendisine –aslında var olan devlete değil- karşı gelen aydınların –zoraki sürgünler hariç- soluğa batıda almaları, daha sonra cumhuriyet döneminde de sürmüş ve nihayet 12 Eylül darbesi döneminde onlarca, yüzlerce solcu aydının batı ülkelerine yerleşmeleriyle devam etmişti.

O ülkelere giden aydınlar, sanatçılar vs. ülkede birtakım yumuşama sonucunda, birer, birer kendi ülkelerine ger dönmüş ve doğdukları topraklarda tekrardan yaşamaya başlamışlardır.

Bu kez sürgünlük, 28 Şubat döneminde Müslümanlar tarafından, herhangi bir İslam ülkesi değil de  -buralara ABD ve Kanada’da dahil- onların gidip yerleştikleri Avrupa ülkelerinde başlamıştı.

Bunların önemli bir kısmı –hadi diyelim rejime karşı güç şeklinde mukavemet olsun- o çok meşhur 163. Madde gibi maddelerde öngörülen “suçları” işledikleri için, kendilerine ceza verilme sürecinde, o da, işler her an değişebilir, şartlar olgunlaşabilir, suçlar affedilebilir, ya da “bu iş uzun sürer” düşüncesine binaen, o ülkelere yönelik hicreti oluşturmuştu.

Bu suçların kahir ekseriyeti de asla suç olmaması gerektiği halde suç kategorisine sokulan “düşünce üretme ve üretilen düşünceleri yaymama faaliyetleri olarak görülebilir.

Geçmiş dönem Türkiye’sinin kendine özgü klasiklerinden olan “düşünce suçu” olgusu, AK Parti döneminde, hem zihinsel planda, hem de resmi uygulamaların marifetiyle gündemden kalkmış oldu.

Ama AK Parti’nin, henüz iktidarda olmadığı –yakın döneme kadar-bir vasatta, bu “suça bulaştığı” düşünülen birçok insanın yargılandığı, çoğunun hüküm yediği, bir kısmının tutuklandığı, bir kısmının da soluğu yurt dışında aldığı bilinmektedir.

Bir bütünlük içerisinde 12 Eylül ile başlayan; solcu aydınları da kapsayan “düşünce suçu dolayımlı” mahkûmluğu 28 Şubat’la birlikte Müslüman aydınları da kapsar duruma gelmişti..

Bunlardan birisi de, İslamcı yazar, düşünce insanı ve yayıncı Yaşar Kaplan idi.

Yaşar Kaplan’da Hüseyin Alan’ın dediği üzere; “Yaşar Kaplan’ı tanımayanlara müzik sanatçısı Ahmet Kaya’yı örneklemek lazım. Ahmet Kaya “resmi söylemin ve müzik kültürünün dışına çıkabildiği ve özgün müzik yapabildiği için ülkesine sığdırılmadı.” Deyip sözü Yaşar Kaplan’a ve artık onun gibi insanların,  bir daha kolay, kolay çıkmayabileceğinin altını çiziyor.(1)

Yaşar Kaplan’ı anlamak için Ahmet Kaya örneği iyi bir örnektir. Unutulan şey şudur: Resmi ideoloji ve kültür/din içinde kalanlar ve bu çerçeve içinde resmi olanı yeniden üretenler, aktüel şöhretin lezzetinde kaybolup gidecekler, birkaç on yıl sonra tarih çöplüğünde yerlerini alacaklar. Bunlara karşı Yaşar Kaplanlar hayırla anılmaya devam edecekler”(2)

Yanlışları ve doğrularıyla birlikte kendisini Müslüman olarak tanımlayan, hayata o pencereden bakan, dengeli, ölçülü davranışlar ortaya koyabilen ve sağlıklı düşünebilen; bunu bir de İslamcılık dünya görüşüyle taçlandırabilenlerin yapageldikleri veçhile olan bitene yönelik “veryansın” etmeden, kimseyi, kırmadan, ama haksızlıklar karşısında da susmayanların, türlü eziyet ve sıkıntıya rağmen mer’iyette var olan “resmi anlayıştan azade şekilde” bir mücadeleyi Yaşar Kaplan’ın kendi imkânları ölçüsünde yaptığına şahitlik edebiliriz.

Ama bunun yanında, Müslüman olduklarını söylemekte birlikte  mistik, sağcı ve millici bir tarzda yol almaya çalışan ve “yeri geldiğinde de” özgünlük içerisinde kalması gereken İslamcılığını resmiyete feda eden ve belki de mutluluğu bu şekilde elde etmeye çalışanların yapıp ettiklerini de görmemiz gerekir.

“Gözden ırak olan gönülden de ırak olur” misali, doksanlardan sonra doğan birçok Müslümanın, doğal olarak Yaşar Kaplan gibi bir şahsiyeti tanımıyor olduğunun altını çizmeliyiz.

Bizim kuşak ve bizden önceki kuşağa mensup birçok Müslümanın, söz konusu olduğu için söylersek eğer; Yaşar Kaplan ve onun gibi davranan dava erleri ile yüz, yüze tanıma imkânları olmamış olsa dahi, aynı zaman diliminde, aynı dünyada ve aynı zamanda aynı coğrafyada yaşadıklarından dolayı, onların  düşüncelerine  mutali oldukları, onlardan mutlaka bir şeyler okudukları vaki idi. Bu da, o insanlar için artı puan ve ayrıcalıklı bir durum idi.

Ama gel görelim ki, o 28 Şubat’ın kasvetli ve bir o kadarda kaoslarla dolu günlerinde Almanya’ya iltica etmişti. O gidince onu yakından tanıyan, onunla az,çok teşrikimesaisi olanların –bir arada bulunamasalar dahi- onu arada, sırada da olsa hatırladıklarını iyi niyetimizi kullanarak söyleyebilirdik.

Ara, sırada olsa, genelde yurt dışına bir şekilde çıkmış bulunan tanıdıklarımızı, dostlarımızı, kardeşlerimizi,  yoldaşlarımızı hatırlayıp yapıp ettiklerini, bizde bıraktıkları izleri gıyaplarında takip etmek durumunda oluyorduk. Bazen onlardan hasbelkader bir telefon gelmişse ne kadarda çok seviniyorduk. Onlar ne de olsa bizleri unutmamışlardı. Tabii ki, bizlerinde oları unutmaması gerekirdi.

Bize sorulduğunda; şu arkadaşımız Batı’ya iltica etti, oraya yerleşti, ömrünün kalan kısmını orada sürdürüyor, mücadelesine o topraklarda devam ediyor diyebiliyoruz.

Ama ya topluma şu ya da bu oranda topluma mal olmuş, bu ülkenin başta Müslüman çoğunluğu olmak üzere, bu toprakların tüm renklerinin huzuru, refahı, güvenliği ve mutluluğu için olunu çemreyip siyaset sahnesinde politikalar ürettiğini bildiğimiz ve gördüğümüz birçok siyasinin, tabiri caizse “İslami mahalle”de olup da salt kendi inancı için mücadele etti diye yargılanıp yıllarca “içeride kalan” Müslümanlarla ilgili ciddi bir şeyler yapamadıkları bir tarafa, Yaşar Kaplan gibi bu ülkeden yirmi küsur yıl önce “sessiz, sedasız”  kendi ülkesini terk edip Almanya’ya sığınan ve sadece vefat ettiği haber alındığında  sözde bizden bir siyasetçinin“Yaşar Kaplan’ın Almanya’da olduğunu bilmiyordum, onu ülkemize getirmek gerekirdi”  demişti.

 Yaşar Kaplan, tamı tamına yirmi bir yıldır Almanya’da ve AK Parti’de o kadar zamandır iktidarda. Bu koca süre içerisinde iktidarın ülkenin çözülmesi gereken birçok sorununun  yanında, hangi ideolojik kümeden olursa olsunlar, eğer haksız yere hüküm giyen varsa, ya da kurtuluşu yurt dışına gitmekte bulan, ama makul bir yolunu bulup kendi vatanına dönmeye çalışan, hayatını kendi topraklarında sürdürmek isteyen kendi insanımızın sesine kulak vermek, var olan sorunlarını çözmek mevcut iktidarın biricik görevi iken, bir muhafazakâr –ya da İslamcı fark etmez- siyasetçilerin, çoğunu da önceleri tanıdıkları halde, onların nerede olduklarını bilmemeleri düşünülebilir mi? Tabii ki de hayır! 

Çok şükür ki, “son dönemde yitirdiğimiz birçok değerimiz gibi kendisini de vefatının ardından güzel birkaç cümleyle anmakla yetinebildik. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.”  İfadelerini yinede her şeye rağmen iyi niyet nişanesi olarak görelim…

Birde konu ile ilgili sevindirici bir haber  vardı. O da rahmetli Yaşar Kaplan’ın naşının Ankara’da Taceddin Dergahı’na defnedilmesi haberi idi.

En azından, onun yaşadığı yirmi iki yıllık sürgün hayatına rağmen, kendi ülkesinde ve özellikle de onun ve birçok Müslümanın hayatında önemli bir yeri bulunan Aylık Dergi’nin çıkış yeri olan Ankara’da ebedi istirahata çekilmesi, acılı yüreklere su serpmekte…

Bunu da, yine İslami kaygıları olan yöneticilerinin bir vefa nişanesi olarak az da olsa görebildik, ama bunlara rağmen, kendi değerlerimizi yitip gitmeden elde, zihinde,  akılda ve hayatınızda tutmalıyız.

Gözden de ırak olmayalım, gönüllerden de…

Dipnotlar: 

1-https://iktibasdergisi.com/category/genel-kose-yazilari/huseyin-alan/

2-https://iktibasdergisi.com/category/genel-kose-yazilari/huseyin-alan/




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —