Müslüman zihnin sürüleşmesi

İlhami Güler Yazdı;

Müslüman zihnin sürüleşmesi

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler “Saltanat rejimi ile halkın ‘şura’ yoluyla politik sorumluluk üstlenmekten uzaklaştırılması, mü’minleri sürüleştirdi” savını ileri sürüyor

1 TEOLOJİK-POLİTİK TARİH

İmparatorluklar çağında politik hayat doğu toplumlarında (Doğu Despotizmi) “Çoban-Sürü İlişkisi” kodu üzerine kurulmuştu. Aynı periyotta Yunanda “Gemi-Kaptan İlişkisi” ne dayalı “Şehir Devletleri”, Ortaçağ Avrupa’sında ise “Derebeylikler/Feodalite/Krallıklar” mevcuttu. Burjuvazinin yükselmesi ile Avrupa, “Ulus-Devlet”e evrildi. Arabistan’ın güneyi olan Yemen’de Roma imparatorluğundaki “Senato” ya benzer bir kurumun oluştuğu krallıklar (Main-Sebe) mevcuttu. Davut ve oğlu Süleyman’ın kurduğu Yahudi krallığı, Belkıs’ın yorumu ile (27/34) tipik bir “Doğu Despotizmi” iken; Kendinin başında olduğu devlet, “Şura/Senato” tarafından yönetiliyordu (27/323-33). Kuzey Arabistan’da (çölde) ise, bir birinden bağımsız kabileler yaşıyordu. İslam bu bölgede doğdu. Bu bölge, Pers ve Bizans İmparatorluklarının politik nüfuzu altındaydı. Bağımsız kabileler, yarımadada politik nitelikli sorunlarını, yaşlılardan ve eşraftan oluşan “Şura” heyeti ile çözüyorlardı (Ehlu’l-hall ve’l-akd= sorunları çözen ve bağlayan). Kur’an, bu yolu, müminlere tavsiye etti (3/159, 42/38).

İslam, kabile dayanışmasının üzerine bir iman kardeşliği(millet), bir de bunun üzerine, -farklı dinden ve dillerden de olsa- adalet ve eşitliğe dayanan “Ümmet” birlikteliğini (Medine Anayasası-Sözleşmesi/Vesikası) birlikteliğini oluşturdu. Dört Halife döneminde “Şura” ilkesi ve kardeşlik, nispî olarak varlığını sürdürdü. Ancak, kurumsal bir yapıya dönüştürülemediğinden dolayı, Kabile Asabiyeti (Kureyşlilik) baskın geldi ve iç savaşa dönüştü (“Büyük Fitne”). Sonunda kabilecilik temelli “Çoban-Sürü” koduna dayanan imparatorluk (Emevi-Abbasi) yapısına geçildi. Şura ilkesi, politik alanda halka sorumluluk-yetki verirken; Saltanat-Hilafet yapısında yetkiler, sorumluluklar, Çoban’a devredildi. Halk da sürüleştirildi. İbn Teymiyye’nin yazmış olduğu: “es-Siyasetu’ş-Şeriyye beyne’r-Rai ve’r-Raiyye=Çoban-sürü arasında Şer’î Siyaset” isimli kitap, bu durumu/yorumu ifade eder.

Şiîlik, “Masum İmam” teorisi/teolojisi ile halkın yönetme ve denetleme yetkisini elinden aldığı gibi; Sünnilik de, sırası ile Allah, Peygamber, Kabile (Kureyş), Halife, Sultan=Devlet dolayımı ile halkın egemenlik yetkisini (Şura-Biat) devredilmez, bölünmez ve sınırlandırılmaz olmak üzere elinden almıştır. “Biat” kavramı, Kur’an’daki “gönüllü sözleşme” içeriğinden “zorunlu boyun eğme” ye dönüşürken; “ehlu’l-hall ve’l-akd” sayısı da bir kişiye kadar düşürülmüştür.Hadislerin mutlaklığı-Sahihliği ve sahabenin kutsallığı yorumu, bu sürecin epistemolojik meşruiyetini sağlamıştır.

İslam muttaki (tetikte-teyakkuzda-kül yutmayan) mesul, -mukallit değil- muhakkik, mücahit mü’minlerden oluşan bir toplum oluşturmayı hedeflemişti: Cami cemaati. Şu ayetler, bu gerçeği ifade eder: “Hakkında sağlam bilgin olmayan konuların peşine takılma/körü-körüne/mukallitçe kabullenme. Çünkü bilgi aktların (kulak-göz ve kalp), bundan sorguya çekilecektir.” (17/36). “… Peygamber, insanların üzerine (din adamları tarafından yüklenmiş) ağır yükleri kaldırır ve onların boyunlarına vurulmuş zincirleri çözer.” (17/157). Ahirette müşrikler, şöyle diyecekler: “Biz, önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, bizi doğru yoldan saptırdılar.” (33/67). Bu itiraf, mazeret olarak kabul edilmeyeceği için, kendi kendilerine şöyle diyecekler: “Keşke, filanı dost edinmeseydim.” (25/28). “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü, -Allah’ın yarattığı fıtrat olarak- dine çevir. Allah’ın yaratmasında bir değişme olmaz. Bu, dosdoğru dindir; ancak, insanların çoğu bilmez.” (30/30). Kur’an, ilahi bir rahmet ve hatırlatma (tezkire) olarak, insanın vicdanını keskinleştirerek onları gelenek, tarih ve toplum zindanlarından özgürleştirmeye çalışır.

Saltanat rejimi ile halkın “şura” yolu ile politik sorumluluk üstlenmekten uzaklaştırılması, mü’minleri sürüleştirdi. Mü’minlerin, Hz. Muhammed’e “Bizi gözet-bizi güt (Raina)” demelerine, Allah, itiraz ederek, “Bize bak/bizi muhatap al (unzurna)” demelerini önermişti (2/104). Allah’ın oluşturmak istediği toplumu, Müslümanlar, kulak ardı etti. Güç kullanarak iktidara gelindi ve muktedirler, daima suikast veya siyaseten katl ile indirildiler. Hz. Osman’dan, en son Kaddafi’ye kadar bu durum hep böyle devam etti. Ulema da, bu durumu, “olması gereken” olarak meşrulaştırdı: “Ahkamu’s-Sultaniyyet” literatürü, budur.

İkinci yüz yılda oluşan Tasavvuf ’un, üçüncü yüzyıldan itibaren örgütlenerek Şeyh-müritlerden oluşan Tarikatlar, bu politik yapıyı iyice pekiştirdi. Çünkü şeyhler, müritler ile olması gereken ilişkiyi, “Ölü yıkayıcısı-cenaze” ilişkisi olarak vazettiler. Müritlerin, şeyhte veya Allah’ta yok olmalarını (Fena) talep ettiler.

2- GÜNÜMÜZ İSLAM DÜNYASI VE TÜRKİYE

Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan sonra, İslam dünyasında modern “Ulus-Devlet”ler; -Arap dünyası özelinde ise “Kabile Devletleri”- kuruldu. Avrupa’da kurulan ulus devletler, daha sonra –özellikle ikinci dünya savaşından sonra- demokrasiye ve hukuk devletine evrilirken; halkı Müslüman olan devletlerde tek parti, kabile/aile, Ayetullah/İmam ve askeri diktatörlükler kuruldu. Uzun süren “çoban-sürü” ve “şeyh-mürit” ilişkisi, buralarda şura veya demokrasiye dayanan yönetimlerin kurulmasını engelliyor. Böyle bir teşebbüs olan “Arap Baharı”, kısa sürede her yerde berbat bir kışa dönüştü. Bu sürecin, “Büyük Ortadoğu Projesi” ile Batı tarafından manipüle edildiği bilinmektedir. İran’da kurulan “mollalar teokrasisi”, halkın bir kısmının dinden çıkmasını intaç ediyor. Taliban rejimi ise, “tesettür” yorumu ile bütün kadınları “Burka” denen çuvalın içine sokmaya çalışıyor.

Türkiye Cumhuriyeti, tek parti/tek lidere dayanan seküler bir ulus-devlet olarak kuruldu. 1950’ye kadar da böyle devam etti. Çoban-sürü kodunun seküler bir versiyonu idi. 1950-2010 arası, bu kodun hâlâ etkin olduğu, Demokrasi/çok partili bir süreçti. Lider/çoban kültü (Menderes, Demirel, Erbakan, Ecevit, Türkeş, Özal) etkinliğini sürdürdü. Ancak “parti”ler, cemaat/tarikatlaşmamıştı. Bu süreçte Cemaatlerden biri (The Cemaat), palazlanarak başındaki kişi kültü (Fetullah) ve “takiyye (Paralel Yapı)” ile politikleşerek partneri olan meşru siyasal iktidara suikast teşebbüsünde bulundu.

İki binli yılların başlarında Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde kurulan AK partisi, ilk on yılda demokrasi ve parti kurumsallıklarına bağlıydı. Daha sonra giderek tarihsel kodların işlenmesi-hortlaması ile kendisi çoban/halife/sultan/şeyhe; parti de, cemaat/tarikat ve sürüye dönüştü. Sürünün olduğu yerde çoban sonuçtur; neden değil. Temsilde hata olmaz: “Tencere yuvarlanır, kapağını bulur.”, “Kel başa, şimşir tarak”, “Eşek olana, semer vuran çok olur.”…

Çoban-sürü ilişkisine güzelleme yapanlar, bu kodu, çobanın “sorumluluk” duygusu açısından ele alırlar da; halkın ahlaki-politik sorumluluğundan kaçışından, türbinden sahaya inmekten, elini taşın altına sokmaktan kaçınarak sürüleşmesinden hiç bahsetmezler. Sürü, sorumluluğun ve özgür insan olmanın reddidir.

Seküler olsun; mukallit, muhafazakâr, mutaassıp olsun, ekonomik durumu ve üretme ve meslek kabiliyeti zayıf olan halkımız, menfaatinin nerde olduğunu da gayet iyi bilir. Parti’yi “İş ve İşçi Bulma Kurumu”na dönüştürür. Üst kademe, partiyi devletten ihale-rant, itibar devşirmenin aparatı/anonim şirketi olarak görürken; taban da, kendine verilene razı olarak, yukarının tasarruflarını: “Bal tutan, parmağını yalar”, “Harmana koşulan öküzün önünden alaf esirgenmez”, “Çalıyorlar, ama çalışıyorlar.” hikmetli deyimleri ile onaylar. Oysa Selçuklular döneminde tasavvuf kökenli lonca teşkilatları (Ahiler, Baciyan-ı Rum), “Dest be kâr; gönül be yar: Eli işte; gönlü, Allah ile” ve “el-Kâsibu habibullah= Rızkını emeği ile kazanan, Allah’ın sevgili kuludur.” sloganlarını üretmişti. Osmanlıda ise, bu ruh, “Tekkeyi bekleyen, çorbayı içer”e dönüşmüştür. Türkiye’de ise, “Köşe dönme”, “Salla başını, al maaşını”, “İşini bilme”, “Yolunu bulma”…deyimleri ile çalışmadan/üretmeden kazanç sağlamaya dönüşmüştür. Devletten “sosyal yardım” alan insan sayısının, 15 milyonu geçmesi, bu ruhun (onursuzluğun) bir sonucudur. Bu yardımların, yardım veren ele dönüşlerinin bir ederi de var mutlaka: “Elini uzatan, ayağını uzatamaz.”

3- SONUÇ

“Bir toplum, kendini değiştirmedikçe; Allah, onların durumunu değiştirmez.” (12/11). “Siz nasıl iseniz, öyle idare olunursunuz.” (Hadis-Acluni-1/146).

 

Kaynak: Farklı Bakış