Musa Anater ve Bediüzzaman’ın Karşılaşması

Şakir Diclehan Yazdı;

Musa Anater ve Bediüzzaman’ın Karşılaşması

Çağdaşları, çoğu zaman düşünce ve sanat adamlarını pek değerlendirememiş ve kıymetlerini de bilememişlerdir. Onların hep eski yönlerini düşünmüş ve asıl yeni taraflarını görememişlerdir. Ancak güçlü sezgi sahipleri ve uzun uzun araştırarak onları tanıyan ve onların hakikatine varanlar, önlerindeki peşin veya acele yargı ve değerlendiriş engel ve uçurumlarını atlayabilmişlerdir.

Musa Anter ile Bediüzzaman Said Nursi arasında ne tür bir yakınlık veya tanışıklık olabilir şeklinde bir soru insanın aklına gelebilir. Çile çekme huşunda aralarında çok büyük benzerlikler olmuştur hep.

Apé Musa, kendine özgü bir mantık ve üslupla Said Nursi’yi şöyle tanımlar: “Said, bu başlıktaki adını Bitlis’te bir köy olan Nurs’tan alıyor. Said Nursi’nin birçok ad ve lakapları vardır. Bu ad ve lakaplar, onun hayatı içindeki mücadele safhalarına göre yer bulur. Örneğin gençliğinde bir Kürt mücahidi idi. Bu devirde kendisine Melé-yi Meşhur, Mela Said-i Kürdi denirdi. Daha sonra İstanbul ve Şam’da fevkalade kabiliyetinden ötürü din sahasında kendisine Bediüzzaman dendi. Bediüzzaman dendi. Yaşlılığında ve kendi dehasını çarpıtarak etrafına üşüşmüş olanlar tarafından eski şerefli ve ilmi adlarını terk ettiler. Onu, somut bir köye bağladılar ve Said Nursi dediler”

Anter, bu şekilde Bediüzzaman’ı bu şekilde tanıttıktan sonra sözü onun hayat hikâyesine getirerek bir takım tespitlerde bulunur. “Şerefli yaşantısı çok renklidir. Öyle ki evlenmeye, bir ev kurmaya bile vakit bulamadı. Hele yüzyılımızın başından 1960 yılına kadar tüm hayatı Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti otoriteleriyle mücadele ederek geçmiştir.”

Musa Anter, Bediüzzaman Said Nursi ile olan tanışıklığını ve karşılaşma anının akıcı ve ibret alınacak tarzda anlatır. “onun hayatı, başlı başına ciltler dolusu ibret levhalarıyla dolacak çaptadır” dedikten sonra sözü, mahkemelerine getirerek dramatize eder onun bu yaşantısını…

“O zat, sık sık mahkemelere verilirdi. 1945’te İstanbul’da bir mahkemesi vardı. Kayınpederim Abdurrahim Zapsu’nun (Bugünkü A 101 Mağazalar zincirinin sahibi Cüneyt ve Aziz’in dedeleridir. Babaları Pertev Bey, çok iyi bir dostumdu ve gönül insanı bir insandı. Kadir bilir ve yapılanları takdir eden bir karakter ve ahlak sahibiydi.) hemşerisi, hem de Birinci Dünya Harbi’nde Bitlis cephesinde birlikte savaştığı ve Ruslara esir düştüğü mücadele arkadaşıydı. İkisi Rus ihtilalinden sonra Avrupa üzerinden büyük zorluklarla İstanbul’a gelmişlerdi.

Bediüzzaman’ın mahkeme için İstanbul’a gelişinde, Abdurrahim Bey’e misafir olması her halde bu kadar bir müşterek bir yaşanmışlığın sonucuydu. Musa Anter, bir akşam yemeğinde Bediüzzaman’ı kendi evine davet eder, O tarihte İstanbul’da seçkin din adamları da hazır bulunurlar o davette… Yemekte Arvasilerden Şeyh Şefik Arvasi, Şeyh Eminzâde, Bitlisli Şeyh Mustafa, Abdülhakim Arvasi’nin oğlu ve o dönemlerde Kadıköy müftülüğünü yapan Mekki Arvasi ve Cemalettin Arvasi gibi ünlü kişiler de vardırlar o davette…

Yemekten sonra bölgeye özgü semaverli çay faslı başlar. Topluluk, çok güzel dini ve ilmi sohbetlere başlar. O tarihlerde Said Nursi Batı Anadolu’da sürgündedir.

Anter, sözü Bediüzzaman’ın hizmet ve amaçlarına getirirken kendi görüşlerini dile getirerek şöyle kalem oynatır: “Sohbetinden anladığım kadarıyla çabası, etrafındaki insanları, doğru yola sevk etmek ve cennetlik yapmak idi. O vakit pervasız bir delikanlı idim. Ne yalan söyleyeyim şimdi de biraz var ya, ama aşırı milliyetçi idim. Benim milliyetçiliğim Nazilerin, Faşistlerin, Turancıların başka ırkları aşağı görüp onlara tahakküm hakkını kendinde gören, yani üstün bir ırk fikri değil de, her yerde görülen ezilen ve perişan olan milletini zulümden kurtulmayı hedefleyen bir milliyetçilikti. Doğal olarak soydaşıma zulüm yapanlara da kızıyordum. O ana kadar konuşmalara karışmıyor, hatta evim olduğu halde ev sahipliğimi kayınpederim Abdurrahim Bey’e bırakmış, yanlarında bile oturmuyor onlara hizmet ediyordum. Fakat bu konuşmalara tahammülüm kalmamış olacak ki, birden bire ve biraz da pervasızca, Bediüzzaman’a şöyle dedim: Muhterem Hocam, çocukluğumdan beri duyduğum ve Tüm Kürtlere sempatik gelen adınız Melâ-yi Said-i Kürdi idi. Şimdi de Türkler sizi oradan oraya sürüyor, hapsediyor, mahkemelerde süründürüyor ama hala Türkleri Cennete götürme çabası içindesiniz, bu nasıl iştir?.. Ben anlamadım.” Tabii anlatmam ve tüm bu konuşmalarım ve sohbetlerim Kürtçe idi. Birden bire o nur ve ilim fışkıran gözlerini bir projektör gibi bana çevirdi tatlı bir tebessümle “Ev kiye Abdülrahim (Bu kimdir Abdurrahim?)” Kayınpederim de “Seyda ev xort zavayé mine” (Üstad bu genç damadımdır) dedi. Seyda “Wey! Kuré min, ka vere ba min” (Vah evladım, hele yanıma gel deyip beni yanına çağırdı. Yanına gittim, oturdum, elini boynuma sardı. Beni öptü ve şunları söyledi. “Kuré min, hin zaro yi tu nizani ez çi dikim. Bixwine, ilm hin bibe” (Evladım daha çocuksun, ne yaptığımı bilmiyorsun. Oku ve ilim öğren) Diğerleri de bu barıış ve yakınlığımızdan emin olmuşlardı. Üstadın birisini öpüp sırtını sıvazlaması, adeta bir nevi takdis etme anlamına geliyordu.”

“Maalesef birçok eserini okuduğum halde kendisini bir daha görmeyecektim. Kendisiyle geçen şerefli anım bu kadardır.”

Kendine özgü bir espri ve dil ile Said Nursi’yi anlatan Musa Anter, müstesna bir yetenek ve yaradılışın sahibiydi.  Günümüzde artık bu tür insanlar yok ülkede… Samimi, sözünü budaktan sakınmayan ve sevimli… Onu yakından tanıyan biri hakkında şöyle kalem oynatarak bir tespitte bulunacaktır: “Türk- Kürt kardeşliğinin militanlığını yapan Anter’in bu yanına önümüzdeki dönemlerde çok daha fazla ihtiyaç duyacağız. O, Marmara denizi ile Van Gölü’nü, Uludağ ile Cudi’yi eşit gören, Ahmet ile Şehmuz’u birleştiren bir düşünce adamı.

Ortadoğu’nun bu hem güllü hem de silahlı dünyasından bıyık altından gülümsetecek öyküler yaratırdı sohbetlerinde, yazılarında. Kürtler kadar acı ve cefa çekmiş bir halkın da gülmeye, eğlenmeye hakkı olduğunu savunurdu hep ve onun mizahı öyle şimdiki gibi şaklaban kakara kikiri cinsinden değildi…”

Hayatın ve hayat anlayışının en derin tabakasını dillendirmeyen ve seslendirmeyen insanların ömrü pek uzun olmaz ve unutulup giderler. Ama halklarına hizmet eden, bedel ödeyen ve dik durmayı kendine prensip edinmişler asla…

 

Kaynak: Farklı Bakış