Tarih: 06.06.2020 14:37

Moeen Muhammed Al Rıfai: İslami toplum, otoriteye/devlete ihtiyaç duymaz

Facebook Twitter Linked-in

Al Rifai, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere İslami hareketlerin devlet algısının büyük ölçüde bir yanlış anlama ve yaşananları yeterince kavrayamamaktan kaynaklandığını belirtirken Hz. Muhammed’in getirdiği orijinal İslam tasavvurunda otorite kavramını içeren bir devlet anlayışının yeri olmadığını kaydediyor. Değişimin devletten değil toplumdan başlaması gerektiğini savunan ve modern devleti büyük ölçüde totaliter aygıtlardan oluşan bir kavramsallaştırma olarak gören yazarla Seyyit Kutup başta olmak üzere İslamcıların önder olarak gördüğü isimlerin devlet tasavvurunu masaya yatırdık.

Son dönemlerde Arap-İslam dünyasında modern devlete ve İslami siyaset teorisine dair yayınlanan literatürde ciddi bir artışın yaşandığı somut olarak gözlemlenebiliyor. Bunun nedenlerine dair IŞİD’in doğuşundan Ortadoğu’da yaşanan dönüşümlere varana kadar belki birçok neden sıralanabilir. Yayınlanan çalışmaların önemli bir bölümünün ortak noktasının Ortadoğu halklarına dar gelen modern ulus-devlet gömleğinin sorgulanması ve yeni bir model önermesi olduğunu söylemek mümkün. “İslami Devlet Sorunu” adlı çalışması geçtiğimiz sene Lübnan’da yayınlanmış olan Moeen Muhammed el Rifai ile çağdaş İslam siyasi düşüncesinin devlet kavramına dair yaklaşımındaki dönüşüm ve sorunları konuştuk.

Moeen Muhammed Al Rıfai

İSLAMCILARIN DEVLET ANLAYIŞI ÜZERİNDE SÖMÜRGECİLİĞİN VE İŞGALLERİN ETKİSİ BÜYÜKTÜ

M. Kardeşler’in kurucusu ve Genel Mürşit dediğimiz liderlerinin devlete bakışları noktasında onların modern devletin ne kadar kompleks bir yapıya sahip olduğunu anladıklarını düşünüyor musunuz? Yoksa meseleyi basitleştirme gibi bir eğilim mi var?

Mesele bence basitleştirmeyle pek alakalı değil. Mesele daha çok 20’nci yüzyılın başlarında kendisini dayatan koşullarla alakalı. Bahsettiğimiz dönem, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması, 1924 yılında hilafetin resmi olarak kaldırılması, bundan önce Avrupa’nın bölgeyi işgali ve 1916’da imzalanan Sykes-Picaoult Anlaşması başta olmak üzere imparatorluğu parçalamakla sonuçlanan büyük dönüşümlerin gerçekleştiği bir zaman dilimiydi. Bu dönemde, 1648’de imzalanan Vestfalya Anlaşması’yla tarih sahnesine çıkan “modern devlet”le birlikte Avrupa’da I. Dünya Savaşı’nın ardından önce Cemiyet-i Akvam ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise BM’nin kuruluşu gerçekleşti. Ulus devletlerin egemenliği temelinde yeni bir uluslararası düzen oluşturuldu.

MODERN DEVLETİN ÖZÜ VE BATILILAŞMAYLA İLİŞKİSİ ANLAŞILAMADAN BUNUN İSLAM’DA YERİ TARTIŞILMAYA ÇALIŞILDI

İslami Devlet Sorunu, Çağdaş İslami hareketlerin devlet tasavvuru, Moeen Muhammed Al Rıfai, Beysan Yayınları, Beyrut, 2016

“İslam Devleti Sorunu” adlı kitabınızın farklı yerlerinde gerek Yusuf el Karadavi, Seyyid Kutup gibi Müslüman Kardeşler liderlerinin gerekse Hizbü’t Tahrir vs. gibi İslamcı grupların zihninde otorite, yönetim ve hükümet kavramlarını birbiriyle karıştırma olduğunu ve bu kavramları birbirinden ayırmadıklarını söylüyorsunuz. Bu durum neyin göstergesi ve neden önemlidir?

Modern devlet, Arap-İslam dünyası için oldukça yeniydi. Bu anlamda modern ulus devlet, Batılılaşmanın zuhur ettiği yer haline gelmiş ve Batı hegemonyasının halklarımıza dayatılması için bir fırsat olmuştu. Sorun şu ki, meydan okumayla kurulan ilişki, meydan okumanın şiddetiyle aynı düzeyde değildi. “Modern devlet”e, hedefi halkları parçalamak, Arap ve İslam dünyası üzerinde hegemonya kurmak olan sömürgeci, Batılılaştırmacı bir siyasi olgu olarak bakmak yerine soyut bir düşünce olarak bakıldı. Bazıları ise “modern devlet”in tözünü ve Batılı içeriğini idrak edemeden İslam’da devletin yerinin olup olmadığını tartışmaya başlandı. Vesftalya modelinin İslami dünya görüşüyle uygun olup olmadığına ve İslam’ın bu tür bir devletin kurulup kurulmamasına onay verip vermediğine bakılmaksızın İslam devleti kavramına ilişkin makaleler yayınlanmaya ve İslam’ın bazı şeyleri modern devletten daha önce belirlediğine ilişkin araştırmalar yayınlanmaya başlandı. Dolayısıyla mesele, anlayış ya da basitleştirmeden ziyade; bir yandan İslami anlayışın sahip olduğu epistemolojik araçlarla diğer yandan da ülkelerimizin doğrudan işgaliyle ilgilidir.

KAOSU MEYDANA GETİREN ŞEY, OTORİTE YOKLUĞU DEĞİL OTORİTER YÖNETİMLERDİR

“İslami Devlet Sorunu” adlı çalışmanızın birçok yerinde özellikle Yusuf el Karadavi, Seyyit Kutup, ve diğer Müslüman Kardeşler liderlerinin otorite, yönetim ve hükümet kavramları arasında ayrım yapmadıklarını ifade ediyorsunuz. Bu durum neye işaret ediyor? Neden bu o kadar önemli?

Bu, çok önemli bir konu. Otorite, en doğrudan ve yaygın tarife göre, güç ve zorlamayı kullanmaya yetkili olan bir yapıdır. İslam’da buna karşılık gelen kavram “velayet” kavramıdır. Bu kavram başkasına, velayet sahibi olan kişinin (veli) iradesinin onun üzerinde, rızasıyla ya da zorla uygulama imkanı vermesi şeklinde tarif edilir. Kitabımda ifade etmek istediğim, otoritenin bu anlamıyla şeri alanda onaylanmamış olduğudur. Onaylanan kısmı, babanın çocuğu üzerindeki velayet alanıdır. Bu ise genel olarak velayet ya da ikrah kavramına göre değil, şura ilkesine dayandırılması gereken siyasi konulara hiçbir zaman uygulanamaz. Hatta kitapta daha da ileri giderek bu tür bir otoritenin İslam tarafından tanınmadığını belirttim. Bilinir ki bu tür bir otorite, “modern devlet”in üzerine oturmuş olduğu ana sütundur ki kendi dışındakini kabul etmez. Bu yüzden otoriteyi kullanmaya dayalı “modern devlet”in İslam’ın desteklemediği hatta tersine bundan kaçınmayı tavsiye ettiğini söyleyebilirim. Kuran’daki bazı ayetlere ilişkin yorumları tartıştım, sonuç olarak “Ulu’l Emr” ifadesi –ki tekil değil çoğul zikredilmektedir- ile Kuran-ı Kerim’de hiç bir şekilde geçmeyen Veliyy-i Emr kavramları arasında büyük fark olduğunu ifade ettim. Ayrıca “Ulu-‘l Emr” kavramı herhangi bir konuda ihtisas sahibi bilginler/bilim adamları için kullanılabilirken sultanlar ve emirler anlamına gelen “yöneticiler”, Kuran’ın kastetmesi ihtimali olmayan bir yorumdur.

Sorun şu ki bazı düşünürler, sultanlara dair yazılan bazı eserlerdeki ifadelerden zorlayıcı otorite olmadığı taktirde toplumda kaos çıkacağı anlamını çıkarmışlardır. Bu, karşılıklı tavsiye ve nasihatleşme ilkesine aykırıdır. Kahredici bir otorite olmaması, zorunlu olarak kaosa yol açmaz. Bunun kanıtı, modern dönemde de antik dönemde de tarihte çok farklı yönetim biçimleri varken bu hiçbir zaman karışıklıklara yol açmamıştır. Tarih boyunca devletler, şehirler olageldi. Halen İsveç ve birçok ABD eyaletinde uygulanmakta olan doğrudan demokrasi dediğimiz yöntem de bilinmektedir. Kimse buralarda bir kaostan bahsetmiyor. Gerçekte kaosu meydana getiren şey, bir otoritenin bulunmasını gerektiren istibdattır. Bu noktada baskıcı bir otoriteyle demokratik bir otoriteden bahsetmenin anlamı yok. Şiddet ve zorlama, biçimi ne olursa olsun otoritenin bileşenlerinden biridir.

Hükümet, mutlaka otoriteyi temsil edecek diye bir şey yok. Yönetme idari bir hükümet olabilir, şu anlamdaki hükümet, sadece uzmanların verdiği kararları uygular, herhangi bir otorite kurmadan toplumun işlerini yürütür. Bu, kişilerin gerçek anlamda hükümetlerine ait hissetmelerini ve şura ve işbirliği prensibinin etkin hale getirilmesini gerektirir.

Bunun önemi ve aynı zamanda tehlikesi, yeryüzünde Allah’ın hükmünün uygulanmasına çalışmanın otoriter bir boyut kazanmış olmasıdır. Bu işe sanki sultayı (otoriteyi) ele geçirmeden ve iktidara ulaşmadan bunun gerçekleşmesi mümkün değilmiş gibi bakılmaktadır. Mesele gerçek şekliyle anlaşılsa İslam’ın böyle bir yönetim meselesine bakmaya onay vermediği anlaşılacak ve dolayısıyla İslami bir devlet değil de İslami bir toplum inşa edilmeye çalışılacaktır. İslami hareketlerin çoğu ise bu durumun tam tersini anlamışlardır. İslami bir toplum yaratmak için devlet (otorite) inşa etmeye çalışmaktalar. Hâlbuki olması gereken, toplumların beklentilerini karşılayacak, otoriter bir yönetim kurmak değil, şura/istişare esasına dayalı idari birim (hükümet) modeli kurmaktır.

Son olarak şuna işaret etmek istiyorum; insaflı olmak lazım, Seyyit Kutub’un otorite ya da devlet meselesini ayrıntılı olarak ele aldığı bir tane dahi kitabı bulunmamaktadır. Bazen çelişkili olmakla birlikte, onun, kendisine ulaşmamış ya da açıklamak istemediği farklı bir şeye temas ettiğine dair çok miktarda işaret bulunmaktadır. Kesin olan, onun bütün çabalarını İslami toplum üzerinde teksif ettiğidir ki kitaplarından birinin başlığı da İslam Toplumuna Doğru’dur.

TEK POLİTİZE EDİLEN İNANCA İLİŞKİN KONULAR DEĞİLDİ DİĞER DİNİ ALANLAR DA POLİTİZE EDİLDİ

.

Kelam, bilindiği gibi Müslümanların inanç esaslarını düzenleyen ve onu yabancı inanç sistemlerine karşı sistematik olarak savunma imkanı sağlayan bir teolojidir. Buradaki temel anlaşmazlık noktasına baktığımızda, esas olarak Müslümanlar arasında tarihte meydana gelen siyasi çatışmalarla ilişkili olduğunu görürüz. Siyasi görüş ve çatışmaları, inancın bir parçası haline getiren bu meselenin ne tür sonuçları oldu sizce?

Kelam ilminin, Müslümanların tarihindeki siyasi farklılıkların diyalektik bir yansıması olduğu doğrudur ve bunu özünde akaid elbisesinin giydirilmiş olduğu politik konular olarak değerlendirmek mümkündür. Bunu birçok kelami konuda görmek de mümkündür. Siyasetin dini konularla iç içe ele alınması, kelam ve akaidle ile sınırlı değildi, hatta fıkhi birtakım anlaşmazlıklar da özünde siyasiydi. Mesela İmam Malik’in zorla boşama (Talaku’ Mükreh) meselesinde verdiği fetva, aslında o dönemde henüz yeni şekillenmeye başlayan Abbasi saltanatına başkaldırı ve Abbasi Halifesi Mansur’un toplumdan zorla aldığı biatın (bağlılık taahhüdünün) meşruluğunu sorgulamasıyla alakalıdır.

Ancak, özellikle devlet meselesi ve iktidarın kime ait olması gerektiği, üzerinde anlaşmazlıkların vuku bulduğu bir meseleydi. Ehli Sünnet ve Cemaat, imamet meselesini akaid bölümüne dahil etmedi, daha ziyade konuyu mesalih (ele alınmasında fayda görülen konular) dediğimiz, amelî alana ait füru olarak isimlendirilen çerçevede ele almıştır. İşte bu nokta, Tevhid ilkesinden sonra imameti usuluddin (dinin aslından) sayan Şia ile Ehli sünnet arasındaki anlaşmazlığın özüdür.

Sünniler, imameti ya da bugün devlet kavramı dediğimiz şeyi, hiçbir zaman akaid (inanç) bölümü içerisinde kabul etmedi. Bu, tarihte kalmış bir konuydu. Nitekim “Sultanların Ahlakı” (Adabu’s Sultaniyye) ve “Şer’î Siyaset” adıyla yazılmış kitapların yanı sıra önde gelen fıkıh kitapları da bunu onaylamaktadır. Fakat yirminci yüzyılın başlarında bazı Sünni İslami hareketler nezdinde olan şudur: Devlet meselesini usül bahsi içinde ele aldıkları için “modern devlet” kavramının anlaşılmasında ve İslam’ın bu kavram karşısındaki tutumunu kavramada kafa karışıklığı yaşamışlardır.

İSLAMÎ SİYASİ MODEL KILIÇ VE BASKIYA DEĞİL, KATILIM VE DİYALOĞA DAYANAN BİR MODEL ÖNGÖRÜYOR

İslamcıların devlet görüşünün, devletin bu denli kompleks bir karakteristik arz ettiği bir süreçte modern bir devlet kurmak için yeterli olduğunu düşünüyor musunuz?

Mesele, aslında zamanın ilerlemesi ya da modern devlet aygıtlarıyla ilintili değil. Örneğin, Batılı ülkelerin kendi yönetimlerinin meşruiyetinin temeli olarak temsili demokrasi fikrinin modern bir fikir olduğunu kim söyledi? Tarihi okuyan herkes, bu düşüncenin bugün modern devlette bulunan kurum ve yapıları kendi bünyesinde deruhte etmiş olan Roma İmparatorluğu’ndan alındığını bilir. Bu, söz konusu devlet yapısının İslam’dan önce de mevcut bulunduğu anlamına gelir. Bununla birlikte İslam, bu modeli kendisine örnek almamış, ne Peygamber (s.a.v.) ne de ondan sonra gelen raşit halifeler buna pek dikkat etmemiştir. Ordu meselesini ele alalım. Fonksiyonel bir idari yapı anlamında ifa ettiği görevler karşılığında maaş alan ordu ancak dört halifeden sonra ortaya çıkmıştır. Ama bundan önce askerlik ve cihad, gönüllülük esasına dayalıydı. Bunun nedeni, sahabenin nizami ordudan habersiz olması değildi. Onlar ticaretle uğraşan insanlar olarak Sasani ve Roma medeniyetleriyle ilişki kurmuşlardı. Hatta Sasani ve Bizans ordularına karşı savaşlara girmişlerdi. Bugün sayısı az da olsa ordusu olmayan ya da ona ihtiyaç duymayan birçok ülke var. Öyleyse mesele özünde tercih meselesi. İslam kılıç ve şiddetle yönetmek için değil, insanları Allah’tan başkasına ibadet etmekten ve kula kulluk etmekten kurtarmak amacıyla cihadı emretti. İslam’ın öngördüğü toplumsal yapıda caydırıcı bir otoritenin olmamasının özü budur. Özü zorlamaya dayanıyor idiyse öyleyse İslami bir yönetimle diğer yönetimler arasında ne fark kalırdı?

Mesele Müslüman cemaatinin kurulmasıdır. Kendisini müminler arasında sadakat ilkesine göre, şura temelinde, müminlerin yoluna bağlılık, bilgili ve yetkin olan yöneticilere bağlı olan bir toplum. Bu, İslam’ın insanlar arasında uygulamak ve toplumları zor ve tahakküm temelinde değil, işbirliği, tavsiye ve dayanışma temelinde yönetmek için bir çözüm olarak sunmak istediği modeldir.

KURAN VE HADİSLER BELİRLİ BİR SİYASİ GÖRÜŞÜ HAKLI ÇIKARMAK İÇİN KULLANILDI

İslam düşüncesinde demokrasi veya Batı tarzı bir parlamenter sistem konusunda birbirinden farklı birçok yaklaşım var. Kitabınızda Nahda Hareketi lideri Raşit el-Gannuşi ve Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el-Benna’nın parlamenter sisteme sempatiyle baktığını, ancak İhvan içerisindeki Kutupçuların ve Hizb-ut Tahrir’in yöneliminin aksi yönde olduğunu yani parlamenter demokrasiye karşı olduğunu belirtiyorsunuz. Dini yorumlar tek kaynağa dayanmasına rağmen, yorumlardaki bu farklılık nereden kaynaklanıyor?

Kaynağın kökeni ve farklı yorumlar meselesi, kitabımda ortaya çıkarmak istediğim temel bir konudur. Örneğin, modern ve çağdaş İslam düşüncesinin İslam devletinin biçimi hakkında farklı ve bazen de çelişkili sonuçlara varması çok dikkat çekiciydi. İslam devletini parlamenter demokrasi olarak gören kişiler var, diğerleri bunu bir diktatörlük olarak gördü ve üçüncü bir kesim bunu din adamlarının yönettiği bir teokrasi olarak gördü, dördüncü grup ise teokrasinin İslam’la hiçbir ilgisinin olmadığını savundu. Bu nedenle, bu tür çelişkili sonuçların mutlaka yanılgıya yol açtığını söyledim.

Bu yanılgının üç şekilde özetlenebilecek çeşitli nedenleri vardır: Birincisi: İslam tarihinin siyasi düşünceye olumsuz etkisi: Kur’ân metni ve Peygamber’in (s.a.v.) hadisleri, belirli bir siyasi çizgiyi haklı çıkarmak için kullanıldı ve bu hâlâ fıkıh ve diğer alanlarda kaleme alınmış kitaplarda mevcut olan bir durum. İkincisi: Daha önce de söylediğim gibi, meydan okuma konumunda olan modern devlet fikrine ilişkin bir farkındalık yoktu. Üçüncüsü: Düşüncenin bütünlüğü içerisinde değerlendirilmemesi söz konusuydu. Başka bir deyişle birçok düşünür, ayrıntıya ilişkin meseleleri parçalanmış bir şekilde ele aldı ve örneğin şu soru soruldu: İslam bir başkanın varlığına izin veriyor mu? Başkanlık için bir süre belirlenmesi söz konusu mu? İslam oylamaya izin veriyor mu? Bir kadının oy vermesine izin veriliyor mu? Demokrasi bir Şura biçimi mi?

Olaylar bütünlükten uzak ve parçacı bir şekilde tartışıldı, her biri bilgi araçları ve düşüncesinin derinliğine, bazen de çıkarlarına ve devam eden çatışmalara göre çıkarsamada bulunuyordu. Ancak sorun bütün boyutlarıyla ve tümel bir şekilde ortaya konmadı: Devlet nedir? Modern devlet nedir? İslam’ın otorite üzerindeki tutumu nedir? İslam, modern devletin kurulmasına izin veriyor mu? Ve konunun kökenine inerek ve derinliğine tartışılması… Ne yazık ki bu olmadı.

Bu nedenle, Müslüman düşünürler arasında demokrasi ve şura konusunda farklı fikirler görmeniz doğal, bazıları demokrasinin Müslümanların şura sistemini uygulama noktasında aciz kaldığı bir araç olduğunu düşünüyor. Bu, Müslümanlara yapılmış büyük bir haksızlıktır. İşbirliği, hakkı tavsiye ve bireysel hak ve görevler esasına dayanan şura ile arasındaki temel farkın, derinliğin kavranılamadığını gösterir. Zira her Müslüman’ın umumu ilgilendiren meseleleri, “ulü’l emre itaat” temelinde tartışma hakkının olduğu şura sistemiyle çatışan taraflar arasında otoritenin paylaştırılması esasına dayanan, çoğunluğun oyunun geçerli olduğu ve azınlıkların daima dışlandığı demokratik yönetim arasında öze ilişkin farklılıklar vardır. Özellikle de birey ve tercihlerinin, aşırı güç pompalayan sosyal güç dengesi tarafından üretilen temsilciler lehine marjinalleştirildiği temsili parlamenter demokrasilerde. Mesele, oy sandığının kullanılmasına izin verilip verilmeyeceği ve bireyin oy kullanma hakkı olup olmadığı değil, konu şura ve demokrasinin doğası ve özündeki ayrımı anlamayla ilgilidir.

SİYASET TEORİSİ VE DEVLET MESELESİ İNANÇLA İLGİLİ DEĞİLDİR

Gannuşi’nin demokrasi, laiklik ve politika hakkındaki diğer İslami hareketlerden ayrışan fikirlerini nasıl karşılıyorsunuz? Gannuşi’nin yaklaşımı, Müslüman Kardeşler Hareketi’nin ana hattının temsil ettiği çizgiden ne gibi farklılıklar gösteriyor?

Şura ve demokrasi meselesinden ayrı olarak Raşid Gannuşi, Arap ve İslam dünyasının Doğu kesimindeki düşünürlerdense Mağripli düşünürlere daha yakın tutum benimsediğinden birçok siyasi meseleyi benzersiz bir şekilde kavrıyor. Örneğin devlet meselesini akaid (inanç) kapsamında ve doktriner bir çerçeve içerisinde görmeyi reddediyor, fer’i ve amelî meselelerden biri olduğu konusunda ısrar ediyor. Genel olarak toplumun rolünün daha öncelikli olduğunu düşünen ve toplumun rolüne vurgu yapan merhum Hasan Turabi’ye (Sudan İslami Hareketi lideri) yakın bir çizgide duruyor. Ancak siyasi tercihlerinde otorite (devlet/iktidar) kavramını kabul ediyor, bununla birlikte Batılı düşüncenin İslam siyasi düşüncesi üzerindeki etkisinin ayırdına varabiliyor, yine siyasi birçok konuda İslam tarihinin de aynı şekilde İslam siyasi düşüncesi üzerinde yaptığı olumsuz etkinin farkında. O, başkasında göremediğimiz bizim de üzerinde daha fazla düşünülmesi ve olgunlaştırılması gerektiğini düşündüğümüz İslami vakıflar meselesine eğiliyor.

AKP, OTORİTER EĞİLİMLERİNİ BAŞKANLIK SİSTEMİNE GEÇEREK ORTAYA KOYDU

Kitabınızda, Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin diğer İslami hareketlerden farklı bir yeri olduğunu söylüyorsunuz. AKP programında partinin adem-i merkeziyetçiliği savunduğunu ve demokratik düşünce içindeki tüm tutum ve fikirlere saygı duyan bir konuma sahip olduğunu söylüyorsunuz. Ancak, özellikle partinin son yıllardaki otoriter eğilimine baktığınızda, düşünce ve pratik arasında bir boşluk olduğunu düşünmüyor musunuz? Sanki kitapta bir yandan teori ve pratik arasındaki farkı ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin giderek otoriter hale geldiği son dönemi görmezden geliyorsunuz gibi bir izlenim ediniyorum. En azından partinin programı yerine iktidara geldiğinde gerçekleştirilen performansı ve uygulamayı dikkate almak gerekli değil mi?

Teori ve pratik sorunu, çok dikenli ve karmaşık bir konudur. Herkes bu sorundan bahsediyor. Komünist deneyimin destekçileri size sorunun teoride değil uygulamada olduğunu söyleyecekler, aynı şekilde birçok İslami hareketin destekçileri de sorunun uygulamada olduğunu söyleyeceklerdir. Kitabımda, bu sorunun üstesinden gelmeye çalıştım, bu yüzden algılara, yani uygulamadan bağımsız olarak her bir tarafın kendisi hakkında ne düşündüğüne ve başkalarına neler sunduğuna baktım. Bu nedenle, kitabımda okuyucunun önüne bazı tarihi anları örnek olarak koyma müstesna, fikirlerini incelediğim hareketlerin pratik sorunlarının çoğuna değinmedim. Müslüman Kardeşler hakkında konuşurken, ne kuruluş döneminden ne de İmam el-Benna’ya suikasttan ne Seyyid Kutub’un idamından bahsettim. Daha ziyade algılara odaklandım ve anlık düşüncelere ilişkin birçok ayrıntıyı göz ardı ettim. Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı da bunu yaptım. Kendisiyle ilgili görüşlerini, onunla uzlaşma veya anlaşmazlık içerisinde olmaya, iktidardaki deneyiminin başarısı veya başarısızlığına bakmaksızın başkalarına sunduğu imajı tartıştım. Sudan ve İran deneyiminde de aynı şeyi yaptım.

Kanımca uygulama, teorinin/düşüncenin bir parçasıdır ve teori, uygulamanın önemli bir kılavuzudur, bu yüzden teoriyi ortaya çıkarmaya ve incelemeye çalıştım. Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi hakkındaki kitabımda bahsettiğim farklı husus, kendisini İslami görmeyen tek İslamcı parti olmasıdır. Destekçilerinin ve muhaliflerinin aynı anda bunu böyle tanımlaması da eşsiz ve benzeri görülmemiş bir durum. Aynı zamanda laikliği açıkça benimseyen tek parti ve bu da diğer İslamcı hareketlerle arasında bir soruna yol açtı. Hâlâ laik olarak tanımlansa da, genel Müslümanlar ve hatta İslami hareketin evlatları arasındaki popülaritesi büyük. Gerçek muhalefet içeren açık ve belirgin siyasi çoğulculuk ışığında iktidara gelen tek partidir.

Bu arada, bahsettiğiniz otoriter eğilim, parti söylemlerinde açıkça görülüyordu. Partinin ajandasını uygulama ve anayasayı değiştirmenin başkanlık sistemi dışında başka yolu olmadığını, bunun parlamenter sistemle gerçekleşmesinin mümkün olmadığını uzunca bir süre ifade etti zaten. Ancak bu konuda farklı değerlendirmeler olabilir.

İRAN DEVRİMİ ÖNCÜ BİR İSLAMİ DENEYİM

İran’ın İslamcılık deneyimi neyi temsil ediyor? Velayet-i fakih meselesinden bağımsız olarak, İran siyasi düşüncesinin Müslüman Kardeşler’in devlet algısından farklı olduğu noktalar nelerdir?

İran deneyimi, sevsek de sevmesek de öncü bir İslam deneyimidir. İran’daki İslam Devrimi, karşılaştığı tüm zorluklara rağmen devlet kurmayı başaran ve bütün dış zorluk veya baskılara rağmen ilk ve en istikrarlı deneyimdir.

Burada, esas olarak kolayca atlanılması mümkün olmayan temel bir referansa dayandığı için İran deneyiminin bağlamının diğer deneyimlerden farklı olduğuna dikkat edilmelidir. İran’daki İslam devriminin zaferi, bu toplumsal yapıdaki konumunun gelişmesinin bir sonucu olarak ortaya çıktı, bu toplumsal yapının dışında değil. Bu, diğer İslami hareketlerin, özellikle Müslüman Kardeşler’den farklılaştığı bir durumdur. İran’daki İslam Devrimi temelde, toplumun sınırları ya da dışından bir hareket olarak değil, İslami referans temelinde bir toplumsal hareket olarak kuruldu. Bu durum, velayet-i fakih (ulemanın vesayeti) konusunda anlaşmazlıklara rağmen özünde Müslüman Kardeşler düşüncesinden farklı olmayan, başarısının ve sürekliliğinin sırrını teşkil etmektedir. Bu nedenle, devrimin başlangıcında Müslüman Kardeşler’in kitaplarının genellikle devrimin taraftarları arasında dolaştığını görmek garip değildir.

İSLAMİ TOPLUM, OTORİTEYE/DEVLETE İHTİYAÇ DUYMAZ

Sudan’daki İslamcı deneyim, hayal kırıklığı yaratan Ömer el-Beşir yönetiminin devrilmesiyle sona erdi. Başta ona destek veren ancak bu desteğini daha sonra çeken Ulusal İslami Parti lideri Hasan Turabi’nin farklı bir tasavvura sahip olduğunu biliyoruz. Onun devlet ve politika anlayışını diğer İslamcılardan farklı kılan ve ayıran neydi?

Kitabımda özetlediğim temel sorun, Hasan Turabi’nin hareket ettiği başlangıç ​​noktasıdır. Turabi toplumun önceliğine dayanıyordu ve devletin ya da daha doğrusu hükümetin, toplumun kendi yönetiminin yansıması olduğunu, otorite anlamında devletin, tanrısal yönetimi kurmada öncelikli olduğunu gören eğilime karşı neredeyse tek başına mücadele etmekteydi.

Benim düşünceme göre merhum Turabi, hak ettiği ilgi ve incelemeyi görmedi, özellikle de sonraki yıllarında deneyimini gözden geçirdi, yeniden okumaya tabi tuttu. İslam toplumunu kurmak için orduya yani devlete bel bağlama noktasındaki hatasını anladı. Sanki o, bu şekilde kendi düşüncesine karşı koyuyordu. Ancak değişim zamanı geçmiş, tren kaçmıştı.

Turabi’nin açıkça söylediği şey, Müslüman toplumun bireysel ve bütünsel olarak ilahi hükmü yerine getirmekten sorumlu olduğudur ve İslami bir toplumun ancak bir devlet veya otoritenin varlığıyla kurulabileceği düşüncesinin doğru olmadığıdır.

Bu, özellikle de İslami hareketlere yönelik ilginin özellikle gençler arasında büyük bir gerileme yaşadığı bugün, üzerinde durulması ve iyi düşünülmesi gereken bir yaklaşımdır ki bu durum herkesi İslamcılık deneyimini yeniden okumaya zorlamaktadır. Bunun “hangi pratik hatayı yaptık” diye değil, “düşüncemizin neresi yanlıştı” şeklinde olması gerekir.

Son olarak azınlıklar, inanmayanlar ve gayrimüslimler meselesine değinmek istiyorum. İster kitapta ister bu röportajda İslami toplum veya İslam devleti çerçevesinde azınlıklar konusuna ve gayrimüslimlere, laik görüş savunucularına ve ateistlere değinmedik. İslam devletindeki azınlıkların ve inanmayanların önce İslamcıların görüşüne ve ikinci olarak sizin bakış açınıza göre konumu nedir?

Azınlıklar konusu çok önemli ve modern devlet sorununun merkezinde yatan bir sorun.. Bu bağlamda, modern devletin azınlıklar meselesine yaklaşımının çelişkili olduğuna dikkat edilmelidir. Modern devlet, kanun önünde tüm vatandaşları için eşitlik çağrısı yapar. Bu negatif eşitliktir. Eşitlik sadece görev ve sorumluluklardadır. Çünkü modern devlet, özellikle de Batı demokrasisini tüm biçimleriyle benimseyen devlet, çoğunluk ve azınlık sistemine dayanmaktadır. Bu anlamda, azınlıklar çoğunluğun kararıyla yönetilir ve bu şekilde vatandaşlık bozulmadan gerçekleşen ortaklık, aslında para cezasında eşitliktir, yani hak ve imtiyazlarda değil, sorumluluk ve görevlerde bir ortaklıktır.

Temel ikilem, modern devletin iktidar ve vatandaşları arasındaki ilişkinin bireysel temele dayanması ve bu meseleyi öncülden hareketle ele almasıdır. Devletin egemenliğine halel gelmemesi ve kanunun herkese aynı uygulanması gerekçesiyle modern devlet, bireyler hariç kendi topraklarında yaşayanlara toplumsal bir hak tanımayı reddeder ve onlarla topluluk/cemaat olarak ilişkiye geçmeyi kabul etmez.

İslami hareketlere gelince, azınlık özgürlükleri veya gayrimüslimlerin hakları da dahil olmak üzere herkesin özgürlüğünü garanti etmek için çağrıda bulunmayan tek bir hareket veya İslami bir düşünür bulamazsınız. Bu, gayrimüslimlerin yüzyıllarca farklı İslam toplumlarıyla birlikte yaşama gerçeğinin kanıtlandığı gibi, Peygamberimizin yaşamı ve uzun İslam tarihinin açısından anlaşılabilir. Fakat İslami hareketin algılarını gözden geçirdiğimizde, özgürlükleri anlamada çok büyük bir fark olduğunu görüyoruz. Örneğin Mısır’daki Müslüman Kardeşler, (bizim lehimize ve aleyhimize olanlar onlar için de geçerli), ifadesiyle gayrimüslimlerin vatandaşlık bağlamında özgürlüğünü vurguluyor, ancak bunu (zimmilerin hakları) çerçevesinde ve partilerin oluşmaması koşuluyla tartışıyorlar. Örneğin Şeyh Raşid Gannuşi, sivil barışın korunması ve haklara saygılı olma koşuluyla, parti kurma ve siyasi özgürlüklerin herkes için güvence altına alınması gerektiğini savunuyor. İmam Ebu’l Ala el-Mevdudi, İslam hukuku uzmanlarının zimmiler hakkındaki ayrıntılı yaklaşımlarını yeniden ele alıyor ve zimmilerin üç farklı statüye tabi olduğunu, her türün farklı muamele görmesi kaydı ve gayrimüslimlerin ritüellerini açıkça göstererek Müslümanları provoke etmemeleri şartıyla bunları üç kategoriye ayırıyor.

Şeyh Hasan Turabi’ye gelince ritüelleri gösterme hakkı ve hatta Müslümanları çileden çıkarsalar bile, saldırganlık başlatmamaları veya bir dışardan gelen bir saldırıya yardım etmemeleri koşuluyla, inançlarını savunma özgürlüğü de dahil olmak üzere özgürlüğün herkes için eşit olması gerektiğine inanıyor.

Bu bizi bir kez daha çağdaş İslam siyasi düşüncesinin modern devlet kavramını derinlemesine ele almadığı, aksine temel ve külli olmayan, ayrıntı mesabesindeki bir takım konulara takılıp kaldığını gösteriyor. Çoğu İslami hareketin benimsediği yaklaşım, Batılı devletten, modern devletin kaynağının iktidarın gruplar değil bireylerle ilişkisi olduğu fikrinden kaynaklanmaktadır. Fakat Peygamber’in deneyimi (s.a.v.) başka bir şey söylüyor. Medine Sözleşmesi’nde, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bireylerle değil gruplarla ilişkiye girdiği açıktı, bu yüzden Anlaşma’da “Filan oğulları” kavramı geçmekteydi ve onlar “kendi aralarında âdet olduğu veçhile, evvelki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir” şeklinde bir ifade kullanmıştı. Modern Batı düşüncesi bu tutumu modernlik öncesi-feodal ilişkin çerçevesi içinde sınıflandırır. Ancak gerçekler ve olaylar, modern devletin cemaatler/topluluklarla ilişkilerinden vazgeçemediğini açıkça göstermektedir. Bu yüzden Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyahlar ve İngiltere’deki İrlanda sorununun halen devam ettiğini görüyoruz. Modern devlet, azınlıkların kolektif ve kültürel kimliklerini tanımayı reddediyor ve işte sorunun kaynağı bu.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —