Tarih: 13.10.2019 23:42

MODERNLEŞTİRME OLARAK KALKINMA YA DA BATILILAŞMA NASIL RIZALANDIRILIR

Facebook Twitter Linked-in

Evinizdesiniz iyisi ile kötüsüyle o sizin eviniz, ev içerisinde bir yığın sorun yok mu var, ev içinde geçimsizlikler huzursuzluklar yok mu var. Ama evinizdesiniz ve eviniz olarak siz evinizin bulunduğu köyün ötesini, köyün içinde olduğu ülkenin ise köyden fazla haberi yok. Ülkenize komşu olan ülkeler de dâhil bu ülkedekiler için dünya kavramı ne olursa olsun bildikleri bir dünya. Bildikleri denizler var denizlerin ötesi ise korku verici bilinen dünyanın sınırlarının ötesi zaten çok kötü canavarların filan yaşadığı korkunç mu korkunç bir yer.

Sonuç olarak yeni keşiflerle batı dünyayı yani bugün bildiğimiz dünyayı keşfedinceye kadar batının dünya ufku buydu. Müslüman dünya bugün cahil batı deyip şişinirken, diğer yandan da coğrafi keşifleri kötülüyor. Oysaki Müslüman dünyanın da Afrika ve Asya’dan yaptığı ticaretin adil, sömürgecilik denen şeyden mutlak olarak azade olduğu, kölelik denen şeyin de sadece Avrupalı sömürgecilere özgü olduğu söylenemez.

Sonuç olarak cehaletin belli bir ölçüde emniyeti sağladığı Amerika vb. çok da bilinmeyen kıtalardaki insanların en azından belli ölçüde ama bilgi ile bu dünyalar alt üst oldu. Bu bakımdan coğrafi keşifleri evinde rahatça bir hayat sürmenin yani bir tür mahremiyet hakkının ortadan kalkması olarak tanımlamak mümkündür. Sömürgecilikle başlayan süreç ile artık mahrem hayat sona erip cam oda süreci başlar. Birileri zorla yatak odanıza girip sizi taciz etmekle, röntgenlemekle (antropolojiyi bir bilişsel röntgencilik olarak tanımlayabiliriz) kalmıyor bir de büyük hamınninenizden beri sizde olan bütün ziynetlere el koyuyor (sömürgecilik tam da budur).

Bütün bu değerlendirmelerden yola çıkarak Kürselleşmeye ilişkin bir taciz ya da dürtme süreci değerlendirmesini yapacak olursak yanlış olmaz. İlk küreselleşme dediğimiz batının coğrafi keşifler yolu ile dünyanın keşfedilmemiş bölgelerine girerek o güne dek kendi yaşantısını kendi değerleri içinde sürdüren toplumlara burnunu sokması ile başladı. Batı kendinden taşarak dünyaya yayıldıkça dünyayı da tek biçimli hale sokmaya çabaladı. Bugünde olan şey bu dünya batıya sunuluyor sürekli. 

Ama ironik olan şu Batı bir sürü kötü taklidi ile sarılmış bir dünyanın Batısı.

“Marx'ın önce özgün bir gerçekliğe sahip olan sonra da bu gerçekliğin bir tür komik taklidine benzeyen o ünlü tarih formülünden yola çıkabiliriz. Bu yönteme başvurarak modernleşmeyi önce Batı Avrupa'nın yaşadığı özgün bir serüven olarak görebilir sonra da dünyanın dört bir yanına ihraç edilmiş bu Batıya özgü dini, teknolojik, ekonomik ve politik değerlerin küresel düzeyde tekrarlanarak muazzam boyutlara varan komik bir taklidinden söz edebiliriz. Bir "karnavala" dönüştürülen bu sürecin Hristiyanlaştırma, kolonizasyon, dekolonizasyon ve küreselleşme gibi tarihsel evrelerden geçtiğini artık bilmeyen yok. Teknolojik ve askeri olanların yanı sıra kültürel ve ideolojik modellere de dünya boyutlarında boyun eğilmiş olmasına ve etkilenilmesine, herkesin bu modellerin cazibesine kapılmış olmasına karşın, bu sürecin dünyayı etkileyen gücün birer karnaval düzeni/kendi komik taklidine indirgediği toplumlar tarafından bizzat yavaş yavaş tahrip edildiği, yutulup "yenildiği" ve olağanüstü bir tersine çevrilme sürecinden geçirildiğini nedense herkes görememektedir… "Az gelişmiş" olarak nitelendirilen bu toplumlar modernleşmenin misyonerleri açısından modernleşmeye zorlanma konusunda en uygun alanlar olmakla kalmamış, üstüne üstlük sömürülmüş ve ezilmişler; başka bir deyişle gülünç hale getirilerek Beyazlara ait düzenin birer karikatürüne dönüştürülmüşlerdir. Tıpkı eskiden fuarlarda kendisine amiral kostümü giydirilerek gösterilen maymunlar gibi.”[1]

Baudrillardın dünyanın Batılaştırılması olgusuna dair yaptığı bu saptamalar ne yazık ki ilerleme dinine iman etmişler tarafından anlaşılamıyor. Onlar hala amiral kostümlü maymun olmaya can atmaklar.

Bugün Kalkınmak Batının üstün ekonomileri arasına girmek için varını yoğunu ortaya koyan amiral kostümlü maymunlar bu uğurda her şeylerini feda ediyorlar.

İdeolojik Modernleşme-Kalkınmacı Modernleşme Örneği Olarak Türkiye

Batılılaşma serüveni başta da belirttiğim gibi mahremiyetin son bulduğu taciz kültürü olarak coğrafi keşifler ile başladı. Sonra ise bu iş gönüllü olarak batılılaşmaya dönüştü.

Türkiye örneğinden yola çıkarsak Osmanlı için başlarda batılılaşma kaybettiklerini kazanmak için geride kaldığı teknik gelişimi yeniden yakalamaktan ibaret olan bir tür bünyede eksik olanı yeniden bünyeye katarak gücünü yeniden yakalamak düzeyindeydi. Osmanlı da batının gelişim sürecini öğrenip Osmanlıyı yeniden ayağa kaldırsınlar diye batıya tahsile gönderdiği aydınlar batı karşısında adeta çarpılıp hipnotize olarak zihinsel dönüşüme uğradılar. Ve modernleşmenin taşıyıcıları olarak Osmanlı Modernleşmesinin başlangıç hedefi olan teknikle sınırlı modernleşmeyi kültürel modernleşmeye dönüştürdüler. Ve böylece ideolojik modernleşme dediğimiz Kemalizm’e öncülük ettiler. Kalkınmacı Modernlik ise DP ile doğdu. Modernizmin ideolojik taşıyıcısı gibi görünmeyen DP dönemi Türkiye’nin hem modernizm ideolojisini benimsemesini hem de modernleşmeye dönük direnci kırmış oldu.

İdeolojik modernleşme ekonomik kalkınmayı istenilen noktaya taşıyıp refah üretemedi. Devlet eli ile sanayileşilirken diğer yandan tarım ciddi olarak eksik kalmıştı. Öyle ki tarım ülkenin büyük bölümünde ilkel kalmıştı.

DP o dönemde tarımda modernleşmeyi sağladı, elbette ABD yardımları ile ABD yardımları ile elde edildi. Doğal olarak bununla birlikte ABD kültürü de hayatımıza girdi.

DP döneminde başlayan kalkınma süreci ekonomik ve toplumsal olarak modernleşmeyi sağlarken, ABD kültürünün de ABD tüketim ürünlerinin de ülkeye girmesini sağlamış oldu.

Modernleşme ve Batılılaşma söylemi. Dış dünyadaki bilim ve teknolojideki gelişme olarak görülerek Türkiye’yi batı ürünleri için bir pazar haline getirdi. Batı büyüleyici görünüyordu ve popüler kültürün Batı'dan, özellikle de ABD'den kabul edilmesi birçok insanın hayatının bir parçası oldu. Batı'nın üstün olduğu ve bir rol model olduğu düşünülerek Batılaşma olarak modernleşme birçok insan için bir saplantı haline geldi.

Tüm bu süreçlerde Batılılaşma görünüşte ideolojik olarak topluma dayatılmadı. Batılı ürünlerin kullanımı, batılı eğitim sistemi ile insanlar batılılaşmanın tüketicisi oldu. Kalkınmak ve ekonomik olarak büyümek denilen olgu ile Türkiye daha da çok batıya bağımlı oldu ve bu siyasi olarak da bir bağımlılık ilişkisini oluşturarak Batının (ABD’nin) siyasi çıkarlarına uygun bir dış politika oluşturuldu. Yani Kalkınma batılılaşmayı hızlandırıp Kemalist elitlerin başaramadığı kadar kültürel olarak da batılılaşmayı mümkün kıldı. Ve tüm bunlar olurken de toplumda hiç direnç olmadı çünkü DP toplumun dinsel duygularını okşadıkça, içi boş bir milliyetçilikle toplumsal gururu gıdıkladıkça ülke kalkınmak, gelişmek adın batılı değerlerin benimsenildiği bir toplum haline geldi.  O günden beridir sağ partilerin iktidarında Türkiye daha fazla Batılılaşarak modernleşti. Üstelik de büyük bir gönül rızası ile sol partiler ise sağ partiler kadar iyi bir ekonomik modernleşmeyi sağlayamadığından, dahası ideolojik bir modernlikle halkın inancını karşılarına aldıklarından ideolojik modernleşmeye dönük bir dirençle karşılaştı.

Kendi Kendini Sömürgeleştirmek: Kalkınma ve Modernleşme İlişkisi

Kalkınma ve Azgelişmişlik Kavramları (bugünlerde ki moda deyimle yeni sanayileşmiş ülke olmak) birbirleri ile adeta kaynaşmıştır. Çünkü kalkınma az gelişmiş olanın gelişmiş gibi olmasını sağlayacak olandır. Ama bunun bir yutturmaca olduğunu ve kalkınma denen şeyin klasik sömürgecilik yerine yeni sömürgecilik olduğunu akılda tutun.

Gustavo Estevo’nun İllich Ekolü tarafından hazırlanan Kalkınma sözlüğünde bu kavramın tarihsel ayak izini takip eder. Her şey ABD’nin kendi egemenliğini küresel ölçüde yaymak amacı ile başladı. II Dünya savaşı sonrası ABD dünyanın en güçlüsüdür kültürü her yerdedir, Birleşmiş Milletler Tüzüğü bile ABD anayasası model alınarak yazılmıştır.

“ Gelgelelim Amerikalılar daha fazlasını istiyorlardı. Ülkelerinin bu yeni konumunun her yerde kesinleştirilmesine ihtiyaçları vardı. Egemenliklerini pekiştirerek sürekli kılmak istiyorlardı. Amerikalılar bu amaçla tamamen kendi damgalarını taşıyan dünya çapında bir siyasi hareket tasarladılar. Bu harekete uygun bir simge bile hazırladılar ve her iki amaçlarını da gerçekleştirme fırsatı yakaladılar. Truman’ın başkanlık görevine başladığı 20 Ocak 1949’da dünya için yeni bir çağ başlıyordu. Bu çağın adı kalkınma çağı idi.”

Başkan Truman bir anlamda Tarihe geçen konuşmasında kalkınma iktisadı denen alanın adeta manifestosunu ya da temel omurgasını açıklıyordu.

“Azgelişmiş bölgelerin geliştirilmesi ve ekonomilerinin büyütülmesi için bilimsel ilerlememizi ve endüstriyel gelişmemizi, yeni bir cesur programla bu bölgelere sunmamız gerekiyor”[2]

Truman bunları söyledikten sonra kendilerinin Eski emperyalizm gibi başka ülkelerin sömürülmesine değil adil bir ticarete dayanacağını söyleyen Truman elbette yalan söylüyordu, amaç İngiltere’den boşalan dünya egemenliğini elde etmekti. Ancak bu kavram seti ile birlikte bir şeyler artık eskisi gibi olamayacaktı. Öncelikle Az Gelişmişlik ile Batı dışındaki bağımsızlığına yeni kavuşmuş eski sömürge ülkeleri artık başka bir kategorideydi Az Gelişmiş. Yani gelişmiş olan batı karşısında ekonomik olarak geri kalmış ancak onların ilerlediği yolda ilerlenirse gelişebileceklerdi.

Estavo vb kalkınmacılık eleştirmenler ileri geri, gelişmiş az gelişmiş kavramlarının hep batıya göre tayin edilmesine dikkat çekiyorlar, onlara göre, gelişmeyi anlama şeklimiz, kuzeyi "gelişmiş" ve "ilerici" olarak ve Güney'i "geri", "yozlaşmış" ve "ilkel" olarak gösteren önceki sömürge söyleminde ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle kalkınma fikri aslında kendini batının gözüyle görüp onların tanımını içselleştirdiği için aslında bir sömürge aydını mantığını, kendi halkını sömürgeleştirmeyi içerir. Bu yüzden tam bağımsızlık batının dayattığı kalkınma modeli yerine kendi yerel kültürünün eksenin de yapılanmış alternatif bir bütünsel toplumsal gelişme anlayışı oluşturabilmektir. Tam da bu yüzden bir Batılılaştırma biçimi olarak Kalkınmayı sorguya çekmeyen herhangi bir muhalif dünya görüşü muhalif olma potansiyelinden yoksun kalmış demektir. Çünkü biz hala kendimizi batının tanımladığı gibi tanımlayıp, batıya yetişme mantığı ile ülkelerimizi batının çok uluslu şirketlerinin açık pazarı haline getirip, kültürel olarak kendimize yabancılaşıp bir aşağılık duygusu içinde hareket ettiğimiz sürece kendimiz, tanımlamada öyle ya da böyle batı egemen demektir.

Kalkınma sonrası ekonomistler Kalkınmanın batının kültür istilasını peşi sıra sürüklediğini belirtiyorlar. Batılı olmayan orta sınıf batılı değerlere yatkınlık içeren eğitimden geçtiği için onların yaşam tarzının da tüketicileridirler. Batı yaşam tarzı ve onunla birlikte gelenler (çekirdek aile, kitle tüketimi, geniş özel alanları dâhil banliyöde yaşayanlar ) dünya nüfusunun çoğunluğu için ne gerçekçi ne de arzu edilebilir bir amaç olabilir. Bu anlamda gelişme veya diğer psikolojik ve çevresel açıdan zengin ve ödüllendirici yaşam modları içeren yerli kültürün, kaybını ya da gerçekten de kasıtlı imhasını gerektiren bir süreçtir. Sonuç olarak, eskiden tatmin edici olan yaşam biçimleri kalkınma ile memnuniyetsizleşen bir şeye dönüşür, çünkü gelişme insanların kendi yaşam algılarını da değiştirir.

Bu noktada yoksulluk ve sefalet ayrımları ile ilerleme denen ezici kapitalist makinenin hayatlarımızı nasıl cehenneme dönüştürdüğünü anlatan İranlı Macid Rahnema Tibet Platosunda yer alan Ladakh kentinde araştırmalar yapan Helena Norberg-Hodge’a atıfta bulunur: “Bir örnek olarak, Helena Norberg-Hodge, 1975’te ilk kez o ülkeyi ziyaret ettiğinde Ladakh’ta yoksulluk kavramının zorlukla varlığından bahseder. Bugün diyor ki, dilin bir parçası haline geldi. Sekiz yıl önce dışarıdaki bir köyü ziyaret ederken, Helena genç bir Ladakhi'ye en fakir evin nerede olduğunu sordu, cevabı şöyle oldu ‘Köyümüzde yoksul evimiz yok’ Son zamanlarda Helena, aynı Ladakhi'yi Amerikalı bir turistle konuşurken gördü ve kulak misafiri oldu. ‘Eğer bizim için bir şey yapabilirsen çok makbule geçer, biz çok fakiriz.”[3] Bu değişimin nedeni batı ile yaşanan ilişkilerdir. Çünkü batıyla tanışmadan önce insanlar yoksulluğu sefalet yani açlık düzeyinde bir aşırılık olarak görüyorlardı daha az nesneye sahip olmak yoksulluk değildi. Batı ile içli dışlı olununca ise bu kez yoksulluk onların ki gibi daha az şeye sahip olmak görülüyordu. Lüks araba sahibi olmamak, batılı giysilerden yoksun kalmak, cep telefonu vb tüketim mallarının sahibi olamama.

Hâsılı Kalkınma kendine batının gözlükleri ile bakmadan bir ihtiyaca dönüşmez. Nasıl Yoksulluk algısı değişen birey yoksulluğundan utanç duyarak bundan ne bahasına olursa olsun bundan kurtulmaya çabalarsa, kendinin az gelişmiş olarak düşünen bir ülkede gelişmiş olana yetişmek için her şeyi yapacaktır. Nasıl zengin olma hırsı ahlaki erozyona yol açarsa, kalkınma tutkusu da varını yoğunu bu uğurda yok etmeye neden olacak bir tutkuya dönüşür. Bu nedenle kalkınma/modernleşme gerçek bir ihtiyaç değil üretilmiş, kışkırtılmış bir ihtiyaçtır ve bu yola giren ülkenin tükenişi ile sonuçlanır.

Tüneldeki Tren: Kalkınma Kalkındırdı mı?

Kötü bir durumdan çıkışa dair belirtiler ortaya çıktığında deriz ki “tünelin ucundaki ışık göründü” buna mukabil bu gördüğümüz umut verici durum da gerçekte düşündüğümüz gibi olmayabilir o yüzden şakacılar bir kara mizah benzetmesi ile bunu ifade ederler “o gördüğün ışık bütün hızı ile üzerine gelen trenin ışığı olsa gerek”. Kalkınma olgusunu da böyle ele alabiliriz.

Kalkınma her şeyden önce psikolojik bir umudu dillendiriyor. O birçokları için Tünelin ucunda görünen ışık. Ama yazık ki o ışık gerçekten de üzerimize gelen ve kaçacak yerimizde olmadığı için feci bir sonu kaçınılmaz kılan trenin ışığı.

Kalkınmak basitçe iktisadi bir kavram olan ekonomik büyüme değildir. Çünkü kalkınmak ayağa kalkmayı, silkinmeyi bir esaret halinden kurtulmayı amaçlar. Kalkınmanın asıl paradoksu da burada başlar. Çünkü kalkınmak isteyenler büyümek isteyenlerden farklı olarak kendilerini ezen, hiç yerine koyan sömürgeciliğin yarattığı şartlardan kurtulmak, başı dik, kendine yetebilen, dahası eşit olabilen ve kendi hak ettiği yerini almak isteyenlerce, sömürüden kurtulup sırtlarına yapışmış emperyal kenelerden “kan emiciler ”den kurtulmayı içeren daha çok psikolojik yanı olan bir kavramdır. Ancak beklentilerin aksine kalkınma sizi ne eşitler, ne de bağımsızlaştırır. Tersine kalkınma sizi daha çok bağımlı kılar, kenelerin sırtınızdaki varlığını devam ettirir, ancak bir fark vardır, sömürgecilik döneminde sizi bağımlı kılanlar, sizi sömürenler bellidir. Dış bir emperyalist gücün işgali altındasınızdır ve o tüm kaynaklarınızı talan ederek sizi kendisine bağımlı kılmıştır. Bağımsız olduğunuzda ise bu belli olmaktan çıkar, siz artık bağımsızsınızdır ve aradaki boşluğu kapatmak, yetişip geçmek ve bir daha o esaret günlerine geri dönmemek için vargücünüzle çalışarak güçlü olmaya çalışırsınız. Ancak aslında eskisi gibi sömürülmeye devam etmektesinizdir. Çünkü dünya sistemindeki yapılanmanın getirdiği eşitsiz dağılım nedeni ile sizi sömürerek zenginleşenler hâlâ sizden üstündür. Dünya pazarları hâlâ onların elindedir, siz bir kilo buğdayla bir gram pamuk (çünkü pamuğun ekonomik değeri daha yüksektir) almak durumunda kaldığınız sürece kaynak transferi hep daha zengin ve daha üstün olana doğrudur. Dahası dünya iş bölümü gereği siz ürünlerinizi dış pazarlara getirerek dünya ekonomik sisteminin içine daha çok dâhil olursunuz. Bu sistemde ise hiyerarşi vardır ve hiyerarşinin tepesindekiler daima bir koyup üç alanlardır. Kısacası kalkınma iddia ettiği gibi ne sizi daha zengin yapar, ne sosyal eşitliği sağlar ne de bağımsız olmanızı güvenceye alır. Dahası kalkınmakta olanların paradoksu şudur kalkınmak için yeterli sermaye birikiminden yoksun olduğunuz için elinizdeki tüm kaynaklar ekonomik gelişim için seferber edilir, rekabet edebilmek için maliyetleri düşürmek durumundasınızdır, bu da daha çok emek, daha fazla toprak su, yeraltı zenginliği vb doğal kaynakları sömürmek anlamına gelir. İnsan ve doğa bir sermaye birikim unsuru haline gelir.

Diğer yandan kalkınma sosyal yapıda batı tipi bir sosyal sınıf bölünmesini güçlendirir, en yoksullar ile en zenginler arasındaki farkı bir uçurum noktasına taşır. Kapitalizm de kalkınmayla birlikte ithal edilmiş olur, servet sermaye sahipleri elinde birikir. Üstelik devlet üretkenliği, istihdam ve gelir yaratıcılığı nedeni ile kapitalist girişimciyi her yönden teşvik eder. Bu da yolsuzluklara ve bundan kaynaklanan sefalet durumlarına yol açar. Kalkınma eleştirmeni François Partant sömürgelikten bağımsızlığına kavuşan ülkelerde neden teknoloji transferi yapıldığını, batının sanayileşme modelinin ithal edilmesini bu ülkedeki batının ürettiği elitleri güçlendirerek onların üretim faaliyetlerinden doğan gelire el koyarak servetlerine servet katma olanağı sağladığını, bu nedenle de zenginlerin batıyla daha içli dışlı ilişkiler içinde olmayı arzuladığını belirtir.

Diğer yandan batı tipi kalkınma servet yoğunlaşması ve yoksulluğun sefalet haline gelmesini sağlar. Bir fabrika açıldığında binlerce atölye kapanır, bu atölyelerde iş gören zanaatkâr işçileşir, ancak fabrika emeği vasıflı emek gerektirmediğinden, zanaatkâr yerine köyden kente göç eden kentli yoksul tercih edilir. Böylece hem önemli bir ekonomik zenginlik kaynağı (vasıflı emek) heba edilir, hem de yoksulluk sefalete dönüşür. Aynı biçimde endüstriyel tarımla geçimlik tarım ekonomisi çökertilir, binlerce çiftçi, köylü azmanlaşan kentlere akın eder, kentte sefaletin kendisi ile tanışır.

Brezilyadan örnek veren Robert Linharta başvuran François Partant, Brezilyanın kalkınarak bir avuç batılı şirket ve onların içerdeki işbirlikçisini zengin ederken birçok insanı sefalete mahkûm ettiğini belirtir.

“Robert Linhart’a göre, Brezilya, büyük bir borç yükü pahasına bir azınlığı ve yabancı yatırımcıları zenginleştiriyor ama sonuçta açlık üretiyor. Vardığı sonuç şu Üçüncü Dünya ekonomileri dünya pazarına daha çok açıldıkça geniş halk kitleleri de yoksulluk batağına daha çok saplanıyorlar”[4] 

Kalkınma olgusunu bu denli revaçta tutan onu bir ülkenin ekonomik gelişimini belirleyen bir ölçüt olması. Ekonomik olarak gelişmiş olmak ise güçlü olmakla eş değer görülmekte. Haksız görülemez de, çünkü bu gün başta ABD olmak üzere dünyaya hükmeden devletler bu güçlerini ekonomik güçlerine borçludurlar. Ekonomik olarak güçlü ülkeler teknolojik olarak da üstün olmaktalar ve bu güçleri ile daha az gelişmiş ülkelere hükmedebilmekteler. Bu durumda güçsüz ve ezilenler bu durumdan kurtulmanın yolunu gelişmişlerin ayak izlerini takip etmekte görmekteler. Lâkin hüsran da burada başlıyor, çünkü eşitsiz gelişme burada acımasızca işler. Ekonomik olarak gelişmekte olanlar gelişmiş olanlara benzemek için kalkınmaya çabaladıkça daha çok bağımlı hale ta, ekonomilerini onların “balans ayarları”na göre “rektifiye” ederler.  Nedeni açıktır yarışa erken başlayanlar daha fazla yol katetmişlerdir. Bugün sanayileşen ekonomilerin bile hâlâ büyük ölçüde tarıma bağımlı oldukları bir gerçek, yani batı dışı sanayi ekonomileri öncelikle tarım ülkesiydiler.[5] Sanayileşmelerini gerçekleştirebilmek içinse batıdan teknoloji transferi yapmaları gerekir. Bu noktada eşitsizlik ve gelişmiş olanın avantajlı olduğu eşitsizlik yarışı başlar. Sanayileşme için gereken teknolojik yatırımlar için eşitsiz bir takas gerçekleşir, gelişmekte olan gelişmiş olana tarımsal ürün ve hammadde ihraç eder, karşılığında endüstriyel gelişme için gereken teknolojiyi ithal eder. Ancak teknoloji pahalıdır denge bire beş düzeyindedir, yani bir teknolojik üretim yatırımı gerektiren makine, makine aksamı vb ürün bir hammadde ya da tarım ürününün beş katıdır. Ekonomiler bunu karşılayabilmek için doğadan, insan gücünden fedakârlık yapmak zorundadır. Yani devlet kalkınmayı sağlamak için işgücünü baskılar, bununla kastım kalkınan ülke rekabet edebilmek için işgücü maliyetlerini gelişmiş olanla kıyaslandığında büyük oranda düşürür, işte bu ülke içinde yoksulluğu bir sınıfsal dengesizliği besler, batı ile iş yapan tüccarlar zenginleşirler hem de çok zenginleşirler, buna mukabil yoksullar da çok daha yoksullaşırlar. Buna rağmen bugün Türkiye ekonomisinde çokça konuşulan cari açık meydana gelir. Ticaret hep gelişmiş olan lehine açık verdiğinden ve gelişmekte olan sanayileşmesini finanse edecek sermaye birikiminden yoksun olduğundan, bu finansmanı borçlanarak karşılar. Bir kez borçlandınız mı artık oltadaki balıksınızdır. Bu borcu finanse etmek için sürekli tavizler verirsiniz ve İMF, Dünya Bankası gibi sanayileşmiş olan zenginlerin kontrolünde olan kurumların size dayattıklarını yapmak durumundasınızdır.  Bazen da ufak tefek revizyonlarla bu programları –şu an olduğu gibi-yerlilik adıyla pazarlayarak kendiniz seve seve uygulamaya sokarsınız. Bunun için işgücü pazarlığı anlamına gelen sendikal haklar, demokratik itiraz mekanizmalarını ortadan kaldıracak düzeyde otoriter devlet gerekir-ki demokrasinin neden batı dışında gelişemediğini de bu izah eder

Tüm bu olgular bir tek şeyi ortaya konuyor, bir takım ağır bedeller ödemeden batı tipi bir kalkınma imkânsızdır, bu bedeller de ekonomik ve siyasi olarak batıya bağımlılık, refah yokluğu, adaletsiz gelir dağılımı, yoksulluk, sosyal yaşamın parçalanması, bu durumdan dolayı oluşan sınıfsal kutuplaşma, bedensel ve ruhsal sağlığın bozulmasından doğan sıkıntılar, kendi doğasını yaşanamayacak kadar yağmalamak ve devlet baskısıdır. Kısacası kalkınma batıya göbekten bağlanarak, bağlanan ülkenin yukarıda saydığım dertlerden mustarip olmasıdır.

Kısacası Kalkınma vaad ettiklerinin hiç birini yapmaz siz yer altındaki altın madenlerini çıkartmak için tüm kaynaklarınızı zorlarken, Ormanlarla kaplı toprağınızı çöle çevirir, tarım alanlarını yok eder, sularınızı zehirlerken asıl “kalkınan” yani zenginleşen çok uluslu şirketler olur.

Bu kısır döngüden kurtulmanın yolu batının kurduğu iş bölümü düzeninden çıkmaktır. Batı dışı ülkeler ticareti kendi eşit ve adil mekanizmaları içinde sürdürecek yapılar tesis ettikleri anda kalkınma denen şeyin ima ettiği şeyleri de gerçekleştirme yoluna girmiş olursunuz. Tabi batıdaki eşitsizliği içselleştirmiş ve bundan çok hoşlanan zenginlerinize İslam’ın adalet telakkisini kabul ettirmeniz şartıyla.

Bu anlamda İslam Ortak pazarı, İslami Adil Ticaret mekanizmaları gibi ögelerle İslami Adil Toplumsal düzeni tesis ederseniz siz kendi sosyal şartlarınızdan bir ekonomik sosyal model üretmiş olursunuz. İslam kapitalizmi de, batılı anlamda sanayileşmeciliği de içermeyen bir değer yapısına sahip olduğundan gerçekten adil bir toplumsal siyasal düzen olacaktır.

Hasılı İslam dünyası sömürgeciliğin acı tecrübelerine rağmen batılı kalkınma anlayışı ile kendi toplumlarını Batılılaştırmaktalar, batının yarattığı sosyal sorunları ise adına şeriat dedikleri ama gerçek anlamda İslam Şeriatı olmayan tepeden inmeci, devlet baskısı ile bir tür demir yumruk yönetimler ile toplumu kalben değil şeklen İslamlaştıran jakoben yönetim biçimleri ile telafi etme çabasındalar. Ama insanlar hileyi şer’iyeler ile onu da yan yollarla ilga edebiliyorlar. Çünkü düşünülmüş ve tercih edilmiş bir iman yerine dayatılmış iman içinde altı şişhane üstü tophane sözde İslami düzenler teşekkül ettirildiğinden insanlar kendilerini dış görünüşte düzene uydururken kendi içlerinde ise batılı toplumsal düzene karşı bir özlem duymaktalar. İslamcı hareketin belki de bu tepeden İslami modernleşme yani batılı siyasal mekanizmalara İslam etiketi yapıştırılarak kurdukları şeklen ucube denecek mekanizmalar yerine aşağıdan yukarıya peygamberi yönetimler tesis etme zamanı geldi de geçiyor. Çünkü mevcut biçimi ile İslamcılık bir alternatif değil batının ideolojik zemininde yetişmiş İslami görünüme sahip ama İslami olmaktan çok İslam etiketi yapıştırılmış bildiğimiz anlamda modern rejimler.

Bu rejimler İllich’in batılılaşmanın temel dinamiği olan kurumları olduğu gibi alarak ama bunlara İslami etiketler yapıştırarak kendilerine sözde İslami rejimler kuruyorlar. Mesela okul, ulaşım alt yapısı, bürokrasi, sağlık sistemi, güvenlik teşkilatı, ordu ve bizzat ulus devletin kendisi aslında bildiğimiz batılı kurumlar, bunlarla ilgili en ufak bir değişiklik yok sadece İslami kavramlarla yürüyen kurumlar. Ha keza teknoloji tepeden tırnağa batılı, ama Müslümanlar bunlara İslami isimler vererek kullandıklarında bunların İslamileştiği sanılıyor. Bütün bunlar bir yana aile bile batılı. Batılı anlamda tesis ettirilmiş temel olarak konut mimarisi olarak da tam da endüstriyalist bir anlayışı taşıyan evlerde aileler batılı yani batıdaki burjuva çekirdek aile. Oysaki İslami konut geniş aile yapısına dayanır, mevcut konut mimarisi ise en fazla dört kişilik bir aileye uygundur. İslami Bankacılık kavramlarının konuşulduğu bir dünyada siz İslam’ın batının alternatifi olduğunu iddia ederseniz size gülerler.

Hâsılı İslamcılığın batılılaşmak olgusunu şu ana kadar olduğu gibi yüzeysel ele almak yerine derinlemesine ele almaya bu anlamda batıdaki ekolojist ve anarşist eleştirileri dikkatle takip etmeye ihtiyacı olduğu kanısındayım. Bu yönüyle düşünürsek Ali Şeriati’den çok İvan İllich okuyan bir Müslüman gençlik bize batıya alternatif olacak bir medeniyet anlayışının yolunu açabilir. Byul Chang Seyyid Kutup’tan yüzlerce kez daha derinlikli bir batı eleştirisi sunar bize. Kropotkin’in Karşılıklı Yardımlaşması ile İnfak arasındaki benzerlikleri fark eden bir Müslüman bilinç sünneti daha iyi kavrayacaktır. Kısacası batıyı ancak Batıyı dibine kadar yaşamış onu en iyi biçimde anlayıp tahlil etmiş kişileri okuyarak anlarız ve bunu anlarsak da Kapitalizm ile Ticaretin farkını anlarız ve kapitalizm tuzağına düşmeyiz. Adornoyu okursak hikmeti daha iyi kavrarız. Yani Müslüman bilincin yüzeysel bir batı okuması yapmak yerine derinlemesine bir batı eleştirisi yapacak donanım oluşturması gerek. Buna geleneğin analitik ve eleştirel bir okuması eklendiğinde İslamcılık gerçekten de Modernitenin hakiki anlamda bir alternatifi olur ve o zaman devleti ele geçirmek yerine yatay toplumsal ilişkileri bilinci ve nefsi dönüştürecek bir Müslümanca murakabe ile hayatı dönüştüren bir İslamcılık ortaya çıkar. O İslamcılık da başka bir medeniyetin mümkün olabileceğini kendi yaşayışı ile göstereceğinden Batılı küresel efendilerin gerçek kâbusu olacaktır. Özgürlük ve Adaleti birlikte kavrayan bir Müslüman bilinç dünyanın en büyük umududur.

Hâsılı gelin özgürlükçü ve adaletle dolmuş Müslümanlar olalım ve Münkir batıya medeniyet kılıcını sallayalım.

 

[1] Jean Baudrillard, Karnaval ve Yamyam, Çev: Oğuz Adanır, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2012-İstanbul,  s:5

[2]  Gustavo Estavo, Kalkınma, Ed: Wolfgang Sacs, Kalkınma Sözlüğü, Bir İktidar Olarak Bilgiye Giriş (içinde), Çev: Oktay Etiman, Özgür Üniversite, 2007-Ankara, s:18

[3]  Macit Rahnema, Sefaletin Yoksulluğu Kovduğu Bir Dünya, çev: Şule Ünsaldı, Özgür Üniversite Yayınları, 2009-Ankara, s:210

[4] François Partant, Kalkınmanın Sonu, Bir Alternatif mi Doğuyor,  Çev: Fikret Başkaya, Birey ve Toplum s:18

[5] Bu durum ne yazık ki çok akılsızca bir anlayışa yol açarak tarımı ihmal edip sanayileşmeye odaklanmaya neden oluyor. Bunu yapanlar herhangi bir gıda krizi anında insanlarını açlığa ve yetersiz beslenme sefaletine mahkûm eden ahmaklar. İnsanlar cıvata yiyemezler. Doğasını tahrip eden, topraklarını fabrikalara tahsis eden bu küllümün salak anlayış batılı ekonomilerin şu anda tarıma müthiş bir biçimde odaklandıklarını, doğalarını kıskançlıkla koruyup geliştirdiklerini görmüyor herhalde.

Kaynak: Özgün İrade Dergisi, 2019 Ekim Sayısı




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —