Mehmet Âkif Ersoy’un ömrü, mücadeleyle yoğrulmuş bir iman ve vakar içinde geçen çileli bir yürüyüştür. O, şiiriyle olduğu kadar kürsüsüyle, kalemiyle olduğu kadar cephedeki duruşuyla da milleti için nefes tüketmiş; şahsî hiçbir hesabı, hiçbir emeli olmadan, bütün hayatını dini ve vatanı uğruna geçirmiştir. Özellikle Merhum Âkif’in Mısır yıllarında yazdığı Safahat’ın yedinci kitabı Gölgeler’e sinen hüzün ve isyanın kaynağı da, Millî Mücadele yıllarında gösterdiği fedakârlığın görmemezlikten gelinip yeni Türkiye’de yalnızlığa itilmesinin doğurduğu derin ıztıraptır. Onun Mısır’a uzanan yılları, sadece bir şairin değil, bir millet vicdanının sürgün hikâyesidir aynı zamanda.
Biz de bu yazıda onun Mısır’a gönüllü sürgün (!) olarak gidişinin 100. yılında Mısır’dan Mısır Apartmanı’na uzanan on bir yıllık gurbeti ele alacağız.

Meclis’te Suskunluğa Sürüklenen Bir Şair
1920’de Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi’ne giren Âkif, kısa sürede gördüğü manzaradan derin bir sarsıntı yaşadı. İşgal altındaki bir memlekette samimiyet ve vakar beklerken, kimi vekillerin ihtirasları, entrika merakı ve dedikodu iştiyakı onu bunaltmıştı. Millî Mücadele’nin ruhunu temsil eden bir şair için bu manzara bir kırılma anıydı. Mithat Cemal’in ifadesiyle Âkif’in üç yıllık mebusluğu “bir sükût devri” oldu. Zira susmak, bazen bağırmaktan daha yüksek bir haykırıştır.
Sakarya Muhaberesi öncesi günlerde Meclis’te, şehirlerin birer birer düşmesi üzerine Kayseri’ye taşınma tartışmaları başlatıldığında, Âkif ve sadık dostu Hasan Basri buna şiddetle karşı çıktı. Oğlu Emin’i Ankara’da bırakıp “Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün” diyecek kadar imanlı bir kararlılıkla direndi.
Ne var ki zafer sonrası Türkiye, Âkif gibilerin ideal ettiği ruhu taşıyamayacaktı. 1923 seçimleriyle Birinci Meclis tasfiye edildi. Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, muhaliflerin dışlanması, ardından inkılâpların sert bir şekilde hayata geçirilmesi, Âkif’in ruh dünyasında kapanmaz yaralar açtı. Sebilürreşad kapatıldı, yakın dostu Eşref Edip mahkemelere sürüklendi, devrin yeni resmî dili içinde Âkif, “istenmeyen adam” haline getirildi.
Gönüllü-Mecburî Bir Hicret
1925’e gelindiğinde Âkif artık memleketinde nefes alamıyordu. Hakkında “irticaî faaliyet” ithamları dolaşıyor, peşine hafiyeler takılıyor, inkılâplara ayak uydurmadığı gerekçesiyle zamanın kalemşörleri tarafından alay ediliyor, hatta milliyeti dahi sorgulanıyordu. Çanakkale Şehitleri gibi bir destanın şairine “Türk değil” denmesi, paçavra kalemlerden çıkan “git kumda oyna” yazıları… Bunlar, nazik ve rikkat sahibi bir ruhu paramparça etmeye yetti.
Yakın dostu Şefik Kolaylı’nın nakline göre Âkif, Mısır’a gitme kararını şu sözlerle açıklamıştı: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Vatanını satmış adam muamelesi görmektense giderim.” İşte bu cümle, bir millete İstiklâl Marşı’nı yazan bir adamın nasıl bir yalnızlığa itildiğinin en acı belgesidir.
Hilvan’da Bir Münzevî
Âkif bundan tam 100 yıl önce -1925 sonlarında- Mısır’a yerleşti. Daha önce yaz aylarında ziyaret ettiği Mısır, artık onun gurbet yurdu olacaktı. İlk yıllarında Abbas Halim Paşa’nın Hilvan’daki köşkünde misafir oldu. Nil’in serinliği, çöl rüzgârının ılık dokunuşu ve Paşa’nın vefalı dostluğu, Anadolu’da bulamadığı huzuru kısmen de olsa ona sunuyordu.
Ev sade bir hücre gibiydi: Birkaç kanepe, basit bir karyola, bir hasır seccade ve bir divit… Akif’in hayatı, eşyanın ağırlığından ziyade fikirlerin yüküyle doluydu. Kimi zaman taşınırken, “komşular fakirliğimi görmesin” diye geceleri ev taşıdığı rivayet edilir.
Ailesini de yanına alınca Hilvan’da mütevazı bir ev kiraladı. Astım hastası eşi İsmet Hanım’a Kahire’nin iklimi iyi geliyordu; bu da onun Mısır’a bağlılığının bir başka sebebiydi. Fakat geçim sıkıntısı yakasını hiç bırakmadı. Emekli maaşı bağlanmadı; Abbas Halim Paşa’nın maddî yardımları azaldı; bazen su küpü alabilmek bile sevinç sebebi oldu. Mısır yılları, Akif’in kendi deyimiyle “gönlün harap, zihnin perişan” olduğu bir inziva dönemidir.
Darülfünun’da Bir Üstad
Akif, Mısır’a kapandığı yıllarda dahi boş durmadı. Kahire Darülfünunu’nda Türkçe dersleri verdi. Haftada iki gün çöl sıcağını yararak Kahire’ye iner; dersini anlatır, ardından sessizce trenle Hilvan’a dönerdi. Ama sınıfta sadece dil öğretmezdi; vicdan da öğretirdi. İngiliz işgalinin Mısır’da neler yaptığını, Denşevay köyünde işlenen cinayetleri öğrencilerine anlatır; “Hakikati bilmek, iman etmenin şartıdır” derdi.
Bu yıllarda İhvan-ı Müslimin Teşkilatı’nı yeni yeni kurmakta olan Hasan el Benna ile de birkaç kez görüştü. Muhammed İkbal ve Mustafa Sabri Efendi ile de görüştüğü de kaynaklarda zikredilir.
Kur’an Meali Çalışması
smanlı’nın çöküşünden sonra kurulan Cumhuriyet, Batı’yı örnek alan modern bir devlet inşa ederken, eğitim ve kültür alanında da köklü değişiklikler yapmıştır. 1 Kasım 1928’de Harf İnkılabı ile Latin alfabesi kabul edilmiş, bu süreçte toplumun yeni düzene uyum sağlaması ve dini bilgilerin erişilebilir kılınması amacıyla kontrollü tercüme faaliyetleri de başlatılmıştır.
21 Şubat 1925’te TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi görüşülürken, Kur’an ve bazı İslami eserlerin Türkçeye tercümesi için ödenek ayrılmıştır. Babanzade Ahmed Naim, Tecrid’in; Elmalılı Hamdi, Kur’an tefsirinin; Mehmet Akif Ersoy ise Kur’an mealinin tercümesini üstlenmiştir. Akif, başta sorumluluğun ağırlığı ve projeye alet olma endişesi nedeniyle teklifi kabul etmek istememiş, ancak yakın dostlarının ısrarıyla Şubat 1925’te sözleşmeyi imzalamıştır.
1925-1932 yılları arasında Mısır’da aralıksız çalışan Akif, mealini tamamlamış ancak dönemin “Türkçe ibadet” projesine alet olmamak için Diyanet’e teslim etmemiştir. 1932’de sözleşmesini feshetmiş, 1936’da Türkiye’ye dönmeden önce meali Yozgatlı İhsan Efendi’ye emanet ederek, vasiyetine göre “dönemezse yakmasını” istemiştir. İhsan Efendi’nin ölümü sonrası defterler oğlu ve tanıklar eşliğinde yakılmıştır. Ancak Akif’in meali üzerinde çalıştığı farklı nüshalar ve inceleme için dağıttığı kopyalar günümüze ulaşmıştır. Bugün elimizde üç farklı Akif Kur’an Meali mevcuttur. Bunlar; Elmalılı Hamdi’ye gönderilen orijinal meal, Mustafa Runyun Efendi’nin latinize ettiği meal ve Necmi Atik’in yayınladığı mealdir.
Akif’in Hastalığı ve Lübnan-Antakya Seyahati7
1935 baharında Mehmet Akif Ersoy’un sağlığı bozulmaya başladı; sarılık, baş ağrısı, halsizlik ve sıtma belirtileri gösteriyordu. Birkaç doktora göründü ve yapılan tetkiklerle siroz ve sıtma teşhisi kondu. Tropikal Mısır sıcağından uzak, serin bir ortamda tedavi olması gerektiği için Haziran 1935’te Lübnan’a gitmeye karar verdi. İskenderiye’den yola çıkan Akif, Beyrut ve Hayfa üzerinden Âliye yakınlarındaki Sûkü’l-Garp köyünde bir otele yerleşti. Burada hem tedavi gördü hem de dinlendi lakin sıtma nöbetleri devam ediyordu. Bir ay sonra Antakya’dan öğretmen Ali İlmi Bey’in daveti üzerine 8 Ağustos 1935’te Sûkü’l-Garp’tan ayrılarak Halep ve ardından Antakya’ya ulaştı. Cemil Bereket’in konağında konaklayan Akif, ziyaretçilerle sohbet etti, ibadet ve istirahatle vakit geçirdi. Asi Nehri ve Toros dağlarına bakarak doğanın ve Türk kültürünün tadını çıkardı. Ziyaretçilerden Ali İlmi’nin isteği üzerine Antakya’ya dair bir şiir de yazdı.
Akif, burada hem tedavi oldu hem de moral buldu; Türk kültürüne duyduğu özlem giderildi. Ancak Fransız işgali altındaki bölgeyi sürekli kontrol eden istihbarat nedeniyle takibata maruz kaldı. Eylül ortasında Mısır’a dönmek zorunda kaldı; dönüşü sırasında oğlunun Türkiye’de hapse atılması hazin bir anı olarak kaldı. Akif, Antakya seyahatini İstanbul’a yazdığı mektupta anlatmış ve misafirperverlikten duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir aynı zamanda.

