Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Mezhepçilik tuzağı: Lübnan’dan Türkiye’ye dersler

İslam Özkan yazdı

Mezhepçilik tuzağı: Lübnan’dan Türkiye’ye dersler

MHP Devlet Bahçeli’nin cumhurbaşkanı yardımcılarının biri Kürt, diğeri Alevi olabileceği yönündeki açıklaması sonrası ülkede, Türkiye’nin giderek Lübnan modeline yaklaştığı ve Lübnanlaşma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu yönünde eleştiri ve değerlendirmeler geldi. Bunun üniter devlet anlayışını yapı bozumuna uğratacağı, ciddi tahribat yaratacağı ve liyakat yerine mezhebi ayrışmaların temel alınacağı gibi eleştiriler, Türkiye gündemini tümüyle belirledi.

İslam Özkan yazdı | Mezhepçilik tuzağı: Lübnan’dan Türkiye’ye dersler

 

Bahçeli’nin tartışmalı önerisi

Bahçeli’nin önerisi hayata geçerse gerçekten Türkiye’nin Lübnanlaşma riski var mı? Türkiye’de mevcut anayasal düzen içerisinde bunun olabilmesi mümkün mü? Mümkün değilse, peki anayasa değiştirilirse bu durum yeni bir dayatmayla etnik ve mezhebi fay hatlarını tetikleyen bir durum ortaya çıkarır mı?

Her şeyden önce, Bahçeli’nin sözlerini ya da neyi kastettiğini doğru anlamakta fayda var. Bahçeli’nin tepeden inmeci tutumundan, siyasi manevralarından, siyaset etme biçiminden hoşlanmayabiliriz. Otoriter siyaset tarzı hiç de hazzettiğimiz bir tarz olmayabilir. Hatta konuşma üslubu, kendini ifade ve olguları yorumlama biçimi hoşumuza gitmeyebilir. Bu yazıya konu olan açıklaması da gerçekten mezhebi ve etnik açıdan sakıncalar barındırabilir. Ancak bütün bunlara rağmen Bahçeli gerçekten kurumsal bir dönüşümden mi bahsetti, yoksa adı konmamış, her şartta farklı şekilde uygulanabilir geçici bir durumdan mı bahsetti, bir beyin fırtınası yapıldığı bir toplantıda fikir teatisinde bulunurken mi bunu söyledi, netleştirmek gerekiyor. Kendi bağlamı içerisinde bir okumaya tabi tutulduğunda, cumhurbaşkanı yardımcılığının kurumsal uygulanmasını kastetmediği izlenimini edinmedim. Yine de Bahçeli’nin bu sözleri, hangi niyetle söylediğinden bağımsız olarak, bir politik sistemin baştan aşağıya mezhebi ve etnik esasa göre inşası gerçekten ülkedeki bazı hassas fay hatlarını tetikleyebilir, içinden çıkılmaz sorunlarla boğuşmamıza yol açabilir.

Öte yandan, otoriter bir siyasetçinin çözüm süreci gibi demokratik sürecin yönlendiricisi konumunda olmasının sonuçlarını yaşadığını söylemeden geçemeyeceğim. Söylenen söz, antidemokratik değil; hatta hukukun üstünlüğüne inanan, azınlık haklarının en az çoğunluk hakları kadar saygıdeğer olduğuna iman etmiş insanların hoşuna dahi gidebilecek bir söz. Ama bunca haksızlığın ve ihlallerin yaşandığı, yargının saygınlığını ve özerkliğini göz ardı eden açıklamaların sahibinin ağzından bu sözler dökülünce insanlar ister istemez bunun arkasında bir bit yeniği arıyor. Üstüne üstlük, cumhurbaşkanının yeniden aday olmasının önünü açabilecek bir anayasa değişikliğini mümkün kıldığı için, çözüm sürecinin başlatıldığı yönündeki şüphe; sürecin yeterince şeffaf yürütülmemesi gibi unsurlarla birleşince muhalefetin konuyu kafa karıştırıcı görmemesi zor gibi.

Buna benzer yol kazaları, etki-tepki mekanizmalarını harekete geçiren sözler, gaflar çokça yaşanacaktır. Zira otoriterleşmenin giderek derinleştiği bir vasatta, çözüm süreci gibi bütünüyle demokratik ve özgür bir yapıya doğru çok kuvvetli bir dönüşüm yaratacak sürecin, antidemokratik aktörler tarafından hayata geçirilmesinden kaynaklanan sorunlar bunlar aslında bir yönüyle de…

Ancak mezhebi ve etnik esasa göre devlet görevlerinin ve tayinlerinin mezhebi ve etnik sınıflamaya tabi tutulduğu konfesyonalist sistem elbette Türkiye koşullarına uygun görünmüyor ve sistemin bu esaslara göre dizaynı birçok sakıncaları da doğurabilir. Ancak bunun tedavisi, etnisitelerin ve mezheplerin yok sayıldığı bir yaklaşım da değildir. Bahçeli desin ya da demesin, Türkiye’de etnik ve mezhebi/etnik grupları tektipleştirmeye çalışan, farklılıkları tanıma konusunda demokrasinin yaşadığı gelişmeleri ıskalamış, azınlık haklarını hukuk, adalet ve özgürlük temelinde dönüştürme fırsatını değerlendirememiş bir sistem karşısındayız.

Şayet anayasal vatandaşlık şu ana kadar eksiksiz uygulansaydı, bu sorunları yaşamıyor olacaktık. Farklılıklara kör ya da ülkenin maslahatını farklılıkların sıradanlaştırılmasında/düzlenmesinde gören bir yaklaşımla kronikleşmiş sorunlara ne kadar çözüm üretebilir, mevcut yapıyı nereye kadar sürdürebiliriz? O yüzden yüz yıl önce inşa edilmiş ve ihtiyaçlarımıza yanıt vermekte zaman zaman yetersiz kalan Cumhuriyet anlayışının aynen sürdürülmesini talep etmek de ya da bunu ideal bir sistemmiş gibi göstermeye çalışmak da tutarlı bir yaklaşım değil ve en az taifeci/mezhepçi sistem kadar sorunlu.

Irak ve Lübnan’da uygulanan taifeci/mezhepçi sistemin de özellikle Türkiye için bir alternatif olmadığını, olamayacağını; bunun ileride ülkenin başına bela olacak sorunları tetikleyecek yeni bir süreci başlatacağı da bir gerçek. Aslında zannedildiği gibi bu sistem sadece bu iki ülkede uygulanmış değil. Osmanlı sistemi de modern anlamda konfesyonalist/mezhep esasına yakın, benzeşen yönleri olan bir sistemdi. Hatta Lübnan ve Irak’taki mevcut siyasal sistemin yaklaşık 20 yıl önce yeniden taifeci sisteme dönmesinde, bir zamanlar Osmanlı dönemindeki pozitif ve negatif unsurları tevarüs etmesi ya da benzeri bir idari sisteme maruz kalmasıyla da yakından alakalı.

 

Lübnan modeli

Sömürgeci Fransız yöneticiler, 1943’te Şam’da nüfuz sahibi oldukları Suriye topraklarını da kapsayan “Büyük Lübnan”ı oluşturma hedefiyle, Hıristiyan çoğunluklu bir anayasa hazırladı. Avrupa’nın—özellikle Fransa’nın—ticari, siyasi ve uluslararası nüfuzunu sürdürmek için, parçalanmış bir toplumun müdahaleye daha açık olacağı düşüncesiyle bu sistemi tesis ettiler. Sonuçta ortaya “mezhepler arası mezhepsellik” olarak tanımlanan, belirli mezheplerin içindeki dini grupların dahi anayasal statü kazandığı bir yapı çıktı.

Aslında iç savaşların temelinde, sömürgecilik döneminde uygulanan kısıtlamaların birikimi ve yönetimin bazı siyasi ve dini kimlikleri diğerlerine üstün tutması yatmaktadır. Ancak Fransızlar, mezhepçi sistemi Lübnan’a, eski sorunların rehabilitasyonu bakımından gerekli bir düzenleme olarak dayatırken, sanki bu ilk sorunu ortaya çıkaran kendileri değilmiş gibi davranmışlardır.

Lübnan, tarih boyunca Maruniler, Yunan Ortodoksları, Roma Katolikleri, Dürziler, Sünni ve Şii Müslümanlar gibi farklı din ve mezheplerden oluşan bir mozaikti. 1926’da Fransa’nın Lübnan mandasına bağımsızlık vermesinden itibaren devlet kurumlarında mezheplere farklı haklar ve yetkiler tanındı. Örneğin cumhurbaşkanı mutlaka Maruni Hıristiyan, başbakan Sünni Müslüman, parlamento başkanı ise Şii Müslüman olmak zorundaydı. Bu sistem, mezhepler arasında güç paylaşımını garanti altına aldı.

 

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER