Tarih: 21.12.2019 14:59

Metin Karabaşoğlu: İkinci M. Kemal’e ya da Abdülhamit’e ihtiyaç yok

Facebook Twitter Linked-in

Karabaşoğlu’na göre mütedeyyin kesim, özgürlük kavramının ne kadar hayati olduğunu anlayabilmiş değil ve şu an, mezkur eksikliğin açmazlarını yaşıyor. Ona göre gerek Kuran-ı Kerim’de gerekse Risale-i Nur külliyatında istibdat düşüncesine meşruluk kazandırmak mümkün değil. Bu minvalde İslamcılığın kendisini, farklı tarihsel dönemlerde oluşmuş otoriter kültür üzerinden değil; Kuran’da vurgulanan siyasi prensipler üzerinden yeniden yapılandırması gerekiyor.

***

İslamcılık ve dindar kesim üzerine yıllardır farklı değerlendirmeler yapılıyor, konu üzerine araştırmalar yoğun şekilde sürüyor. Dindar kesimi sahiplenen siyasi yapılar da aynı değerlendirmelerden payını alıyor. Bu değerlendirmelerin bir kısmı güncel olandan hareketle oluşturulsa da farklı dindarlık sosyolojilerinin yanı sıra tarihi ve toplumsal boyutunun da ihmal edilmemesi gerekiyor. Bu haftaki konuğumuz dindarlığını Risale-i Nur çizgisinde temellendirme mücadelesi veren Metin Karabaşoğlu.

Bediüzzaman İslam siyaset düşüncesine nasıl bakıyordu? Said Nursi, Abdülhamit döneminde nasıl bir siyasi tutum takınmıştı? Demokrasi ve meşrutiyet kavramlarına nasıl yaklaşmalı? İslami siyaset teorisi ne tür prensipleri öngörüyor? Türkiye’de mütedeyyin kesimler ne tür kırılmalar yaşadı? Fethullahçı Hareket’in bu kırılmadaki yeri neydi? Bu topraklardaki otoriter anlayış, hangi kaynaklara dayanıyor? Özgürlükçü bir dini düşünce mümkün mü? Kendisiyle yaptığımız röportajda sözü geçen sorulara yanıt aradık.

Metin Karabaşoğlu

SAİDİ NURSİ ‘ÖZGÜRLÜĞÜMDEN VAZGEÇMEM’ İFADESİNİ DİNDARLARA KARŞI SÖYLÜYOR

“Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” sözü Said Nursi’ye ait bir söz. Said Nursi’nin ve o dönemin İslamcılarının mevzuyu bu kadar net bir şekilde ifade etmesine rağmen mütedeyyin kitlenin özgürlükle ilişkisi son derece netameli görünüyor. Özgürlük meselesi günümüz Müslümanları açısından hak ettiği değeri görmemiş sanki. Ne dersiniz?

Dindar kesim hiçbir zaman özgürlük meselesinin değerinin farkında olmadı. II. Abdülhamit döneminde Bediüzzaman Said Nursi’yi, hürriyetle ilgili bu sözleri söylemeye mecbur bırakan şartlar, sonraki dönemlerde farklı şekillerde devam edegeldi; ki Bediüzzaman bunu ontolojik bir çerçeveye oturtarak söylüyor. Malum, en temel mesele olarak İslami açıdan baktığımızda iman, kişinin iradesini özgür bir şekilde kullanmasıyla gerçekleşen bir şey. Asr-ı saadette ölüm tehdidiyle Allah’ı inkâr eden sözleri söylemek zorunda kalan sahabînin durumuyla ilgili inen ayetleri hatırlayalım. İman’ın gerektirdiği fiillerle sorumlu olmamız, özgürlüğümüz içerisinde gerçekleşiyor. “Aklı olmayanın dini yoktur” buyuruyor peygamber efendimiz. En temel şey akıl ve iradedir. Aklı kullanabilmek için iradenin özgür olması gerekiyor. Bediüzzaman bu meseleyi söz konusu bağlama ve çerçeveye oturtuyor. Keza aynı şekilde fıkıhta cezaî ehliyet meselesine baktığımızda orada da yeminden, taahhütlerden ve akitlerden başlayarak kişinin zor altında olup olmaması, bir başka ifadeyle özgür iradesiyle hareket edip etmemesi dikkate alınır. Bütün bunları hatırlatır şekilde Bediüzzaman, “özgürlük imanın bir özelliğidir” diye ifade ediyor ve acı olan şu ki bunu kime söylüyor? Bunu zaten Müslüman olan kimselere ve olaylara bakışında ‘dine zarar gelmesin’ deyip bu defa istibdat rejimini güya din adına savunmaya kendilerini mecbur görenlere söylüyor.

O, Abdülhamit yönetimine yönelik açıklamaları ve yazılarında ‘istibdat’ ifadesini kullanıyordu. Peki bu yaklaşımından daha sonraki süreçlerde vazgeçtiği ya da pişman olduğuna dair bir ibaresi ya da ifadesi var mı?

Yok hiç vazgeçmedi. Şöyle; onunla ilgili Bediüzzaman’da değil ama onu takip eden bazı isimlerde apolejetik bir tutum görebiliyoruz. Sanki Bediüzzaman söylediklerinden pişman olmuş ya da görüşünü değiştirmiş gibi yansıtma çabaları var. Halbuki, böyle bir pişmanlık söz konusu olsaydı Risale-i Nurlar’ın Latin alfabesiyle yeniden neşri döneminde bu ifadelerini olduğu gibi muhafaza etmezdi.

SAİD NURSİ OTORİTERLİĞİN BÜTÜN TOPLUMU KUŞATTIĞINI SÖYLÜYOR

Abdühamit yönetimi hakkında istibdat kelimesini nerede kullanıyor Bediüzzaman mesela?

Örneğin 1911’de yazılmış olan “Münazarat” adlı eserinde geçiyor. Meşrutiyetin önemini vurguluyor, dolayısıyla saltanatın (illa saltanat olması da şart değil) otokrasilerin, yani tek bir kişinin herkes adına hüküm verdiği ve yöneticilerin kanunun üstünde olduğu, söylediği ya da yaptığının kanundan daha değerli görüldüğü yapıların değil, İslam’ın özüne uygun yapıların gerçekleştiği, şura ve meşveretin hâkim olduğu, kimsenin tek başına hakikati kuşatma iddiasına sahip olmadığı bir yönetimden bahsediyor. Diğer taraftan seçilmiş yöneticilerin de kamuoyu nezdinde sürekli bir denetlenmeye tabi olduğu yapıların, dolayısıyla dînî hassasiyet açısından bakıldığında saltanat ile meşrutiyet gibi iki alternatif arasında tercih edilmesi gerekenin meşrutiyet olduğunu anlatırken mesela “Münazarat”ta istibdat kelimesini kullanır. İslam tarihine dönük problemlerin özünde istibdadın olduğunu, hilafetin saltana dönüşmesi neticesinde güç ve iktidarın Müslümanlar ya da halk adına değil, onlara rağmen ve onları baskılamak için kullanılmasının bütün rezaletlerin anası olduğunu söyler. Bir de meselenin sadece yukarıda kalmadığını, bu otoriterliğin yukarıdan aşağıya sirayet ettiğini anlatır. Müstebit bir yöneticinin işlediği yanlışlar sultanlarla da sınırlı kalmıyor, valiler vs. de aynı yanlışları işliyor. Geliyorsun bu kez eğitim ya da manevi terbiye kurumlarına, ya da eve ve aileye, köye kasabaya. “İstibdadın parçalara ayrılmış bir şekilde yapılandığını ve bütün bir toplumu kuşattığını ve insani donanımları kullanılamaz hale getirdiğini görüyoruz” diyor. O, bütün bunları İslam tarihi açısından anlatır. Aynı şekilde Divan-ı Harbi Örfi’de de bu vardır.

SALTANAT DOĞU’DAN GELDİ DİYE İSLAMÎ, DEMOKRASİ BATI’DAN GELDİ DİYE İSLAM DIŞI OLAMAZ

Bir de bildiğim kadarıyla Said Nursi bu söylediklerini hem teorize etmiş hem de kendi hayatında göstermiş. Peki Said Nursi, daha derinlere iniyor mu? Örneğin İslam siyaset teorisine bakışı nasıl? Maverdi başta olmak üzere İslam siyaset teorisyenleri mevcut statükoyu ya da zulüm düzenini meşrulaştıran eserler kaleme almışlar. Ancak Kuranı Kerim’e baktığımızda tam tersi bir bakış var. Örneğin “Biz Davud (Peygamber’i) yeryüzünde adaleti ikame et diye gönderdik” diyor. Başka bir ayette de “Biz ezilenlere lütufta bulunmak ve onları yeryüzünün mirasçıları ve önderleri kılmak istiyoruz” ayeti kerimesi geçiyor. İslam tarihinde bu ilkelerden hareket eden bir siyaset teorisi ortaya konmuyor. Bediüzzaman bu siyaset teorisine eleştirel bir yaklaşım getiriyor mu?

Temel çerçevesi açısından şöyle bir problem görüyor: Saltanat Arapça bir kelime ve asırlardır devam eden bir yönetim tarzı. Dolayısıyla Müslümanlar tarafından sürdürüldüğü için sanki saltanat İslami imiş ya da İslami ilkelere uygunmuş gibi bir algı var. Bediüzzaman kendi şartları içerisinde böyle bir sorunun varlığını tespit etmiş. Öbür taraftan meşrutiyet, demokrasi ve özgürlükle ilgili fikirler Batı’dan geliyor, dolayısıyla ‘saltanat İslamidir; meşrutiyet ve demokrasi gayri İslamidir’ gibi bir algıyla yaklaşılıyor meseleye. İslam tarihine ya da İslam siyaset teorisine bakmadan önce bu konuda Kuran-ı Kerim ne diyor ona bakmak lazım. Birçok düşünür Kuran-ı Kerim’in net bir rejim tarifi yapmadığını ancak temel ilkeleri koyduğunda hemfikir. Zaten Kuran’dan beklenen de odur. Temel ilkeler belirlenir, ama yönetim biçimi zamana ve bölgeye göre farklılık arz edebilir. Kuran’ın zaman ve mekânlar üstülüğü zaten temel ilkelerin öne çıkmasını gerektiriyor. Bediüzzaman’a göre adalet temel ilkedir, meşveret temel ilkedir, kimsenin otoritesinin Kuran’ın üstünde ve hukukun üstünde olmaması temel ilkedir, özgürlük de böyle. Bu dört temel ilkeyi teminat altına alan yapıların İslamiliğinden bahsedebiliriz bunların dördü de esasen birbirini gerektiriyor. Bu ilkelerden birinin paranteze alındığı bir siyasi yapının İslam’a uygunluğundan bahsedilemez. Bediüzzaman, Kuran’a referansla bunu net bir şekilde ifade ediyor. Bu anlamda tarih açısından baktığımızda Efendimiz (a.s.)’den sonra Hulefa-i Raşidin yönetimi olduğunu, bu dönemde az önce bahsettiğimiz özgürlük ve adalet ilkeleri çerçevesinde bir yönetimin inşa edildiğini ancak bu dönemden sonra yönetimin saltanata dönüştürüldüğünü ifade eder. Onun İslam tarihine siyasi konularla ilgili bakışı eleştireldir. İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan sorunların dahi siyasi istibdattan kaynaklandığını söylüyor. Siyasi istibdadı, ilmi istibdadın evladı ve ilmi istibdadı da siyasi istibdadın pederi olarak gördüğünü ifade ediyor. İlmi istibdattan kastı, ilmî bir meselede başka birini taklit etmek ve aklını onun eline vererek kendi özgür iradesinden ve aklı kullanmasından vazgeçmek.

KEMALİSTLERİN HOYRAT YAKLAŞIMINDA ABDÜLHAMİT’İN DİNİ ARAÇSALLAŞTIRMASININ ROLÜ VAR

Bir de işin pratik yönü var, Said Nursi’nin dönemin yöneticilerine pek eyvallah etmediği söyleniyor.

Evet, dönemin Hamidiye Alayları Paşası Nemrut Paşa’yla vs. mücadelesi var. Evet doğru. Onun bu tavrı daha medrese hayatında başlıyor. Malum Said Nursi, dindar bir figür ve din adına istibdat uygulayan isim ise Abdülhamit. Ne yaptıysa din adına yaptı gibi görülüyor. Sonrasında tabii İttihatçıların yaptıkları, imparatorluğun yıkılmasına neden olan birçok icraata imza atmaları, öte taraftan Kemalizm’in ve Kemalistlerin dindarlara karşı hoyrat yaklaşımları, sanki Abdülhamit’in onlara kıyasla yunmuş yıkanmış olduğuna ilişkin bir algı oluşturdu ve gelen gideni aratır felsefesinin yaygınlaşmasını beraberinde getirdi, ama bu doğru değildi.

Esasen bu ellili yıllardan sonra ortaya çıkan bir algı. Halbuki Abdülhamit döneminde yaşamış olup da onun dönemini hayırla yâd eden, yaptıklarını meşru gören İslamcı bir aydına ya da kanaat önderine rastlamıyoruz. Mevzuya şöyle bakmak gerekiyordu aslında: Kemalistlerin ya da İttihatçıların dine ya da dindarlara karşı hoyratça yaklaşımında, Abdülhamit’in dini, siyaset için araçsallaştırması, özellikle dini kullanarak en temel insani değer olan özgürlük ve adaleti devre dışı bırakmasının rolü var.

Yapılması gereken Kemalizm’in yanlışları üzerinden Abdülhamit’i kutsamak ve günümüzde de üçüncü bir Abdülhamit arayışına girmek değil tam aksine Kemalizm’in hangi şartlarda ortaya çıktığı üzerinde kafa yormak gerekir. Dinin siyaset adına kullanıldığı ve dinin iki temel ölçüsü, adalet ve özgürlüğün güya din adına yok sayıldığı dönemlerin eleştirisinin yapıp benzer hataları tekrarlamama gayreti içerisinde olmamız gerekir. Said Nursi, daha çocukluğundan itibaren, medrese hayatında da hocaların tutumlarında, ikna edici değil de dikte edici bir tutum gördüğünde medreseyi bırakıyor.

.

DEVLETÇİ VE MİLLİYETÇİ TUTUM, MÜSLÜMANLAR AÇISINDAN TEHLİKELİ

Namık Kemal’de, Ali Suavi’de, Mehmet Akif’te ve diğer birçok İslamcı aydında görüldüğü gibi İslamcılık, Osmanlı’da ilk çıktığı andan itibaren istibdada, saltanat ve tek adam yönetimine karşıt bir tutum ortaya koymuşken daha sonraki süreçlerde statüko yanlısı ve tek adam yönetimini olumlayan bir tutuma rastlıyoruz. Sizce kırılma nerede ve nasıl yaşandı?

Bence büyük ve önemli bir soru. Biz bunu yeterince konuşmadık diye düşünüyorum. Bunu konuşmamız gerektiğinde de iki nokta bana özellikle -olay tamamen bundan ibarettir demek istemiyorum ama- bunlardan birincisi şu: Kemalizm’in çok hoyrat bir şekilde dinin bütün gösterenlerine yüklenmesi ve kamusal alanda dinin görünürlüğüne itiraz ederek din karşıtı totaliter bir yaklaşım sergilemesi, dindar insanların tekke ve camilerine kadar dokunması. Devlet o dönem ezanın, kametin nasıl okunacağına, hutbelerin hangi dilde ve nasıl bir içerikle okunacağına dair müdahale etmiş. Dinin tamamen eve hapsedilmesinden yana olmuş. Dinin yaşanması lazım ve sokakta, kamusal alanda konuşuluyor olması lazım, dindarların bu çerçevede kendilerince açık bulabildikleri bir alan milliyetçilik ve devletçilik. Dindarlar milliyetçiliğe sığınır ve buradan kendilerini ifade ederlerse baskıyı kırabileceklerini, devlet nezdinde de kendilerine müsaade edileceğini görüyor ve düşünüyorlar. Özellikle 40’lı yıllardan başlayarak kanaat önderi ve âlim diyebileceğimiz bazı isimler bu söyleme sarılmışlar. Demokrat Parti’yle birlikte bu söylem daha da geliştirilmiş. Ama ben bu söylemi tehlikeli buluyorum. Dine alan açmaya çalışırken aslında devletçi ve milliyetçi bir söyleme kapılıyorsunuz. Dolayısıyla deyim yerindeyse dindarların sağcılaşması denilen olgunun ortaya çıkışında bu dediğim pratik bir tutum rol oynuyor ve pragmatik bir alan açma arayışı var. Böyle bir felaketle sonuçlandı diye düşünüyorum. İkinci olarak ellili yıllarda sömürgecilik karşıtı hareketler bazı İslam ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından kurtarıcılar ve kurtarılması gereken kişiler olmak üzere iki kategori ihdas edildiğini görüyoruz. Mısır’da Abdünnasır’ı örnek olarak zikredebiliriz. Sömürge sonrası süreçte yeni devletler kurulurken Mısır, Müslüman Kardeşler ve Pakistan Cemaat-i İslami gibi bir takım hareketlerin toplumu yukarıdan aşağı dizayn etmeye ve değiştirmeye çalıştığını görüyoruz. Devlet yapılanması üzerinden toplumu dönüştürmeyi ve İslamileştirmeyi hedefleyen eğilimlerin ortaya çıkığını görüyoruz. Bu noktada ben yukarıdan değişimi esas alan İslamcı hareket modellerinin de etkisi olduğunu düşünüyorum. Ama özellikle 60’lı yıllardan itibaren bu etkili olmaya başladı, ancak bunun üzerine Türkiye’de çok fazla kafa yorulduğunu düşünmüyorum. Üçüncü bir nokta olarak belki, birinciyle irtibatlı olarak 50’li yıllardan sonra ortaya çıkmış bazı dindar figürler var. Abdülhamit dönemi ya da Osmanlı’nın son döneminde İslamcı düşünürlerin ciddi bir arka planı var, ama âlim diye tanımlayamayacağımız aydın ya da entelektüel diyebileceğimiz bazı isimler üzerinden oluşmuş bir İslamcılık anlayışı var. Necip Fazıl bunun en tipik örneğidir. Devlet ve toplum tasavvuru bakımından böyle bir eğilim var.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —