Osmanlı kahvehanelerinden günümüzün modern kafelerine uzanan süreç, toplumsal hayatımızdaki büyük dönüşümlerin adeta aynasıdır. 16. yüzyıldan beri kahvehaneler, insanların bir araya geldiği, haber paylaştığı, sohbet edip oyun oynadığı ve çeşitli etkinlikler düzenlediği sosyal mekânlar olagelmiştir. Bu mekânlar sadece kahve içilen yerler olmaktan çıkıp edebî, siyasî ve sanatsal oluşumların filizlendiği, toplumsal meselelerin tartışıldığı kültürel ortamlar hâline gelmiştir. Günümüzde ise sokak arası kıraathanelerden şık kafelere uzanan geniş bir yelpazede, bu mekânların işlevleri ve atmosferleri önemli ölçüde değişmiştir. Bu yazıda, Osmanlı döneminden günümüze kahvehane kültürünün tarihsel gelişimini, geçirdiği dönüşümleri ve bu değişimde etkili olan sosyo-kültürel, ekonomik ve teknolojik dinamikleri sade bir anlatımla ele alacağız.
Osmanlı’da Kahvehanelerin Doğuşu ve Yayılışı
Osmanlı coğrafyasında kahveyle tanışma 16. yüzyıl ortalarında başladı. İstanbul’da ilk kahvehane, 1554 yılında Suriyeli Hakem ile Şamlı Şems adlı iki girişimci tarafından Tahtakale semtinde açıldı. Bu ilk dükkân, kısa sürede esnafın uğrak noktası haline geldi ve peşi sıra şehrin çeşitli semtlerinde irili ufaklı kahvehaneler açılmaya başladı. O döneme dek ev–cami–çarşı üçgeni etrafında süren gündelik yaşama, kahvehaneler yepyeni bir alternatif mekân ekledi; insanlar ev veya ibadethane dışında ilk kez sosyal bir ortamda bir araya gelme imkânı buldular. Üstelik “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” diyen atalar sözüne de yansıdığı gibi, kahvenin kendisi sohbetin ve muhabbetin bahanesi, insanları buluşturan bir araçtı.
İlk kahvehaneler sadece kahve içilen yerler değildi. Buralarda kitap ve şiir okunur, tavla, satranç gibi masa oyunları oynanır, meddah adı verilen hikâye anlatıcıları gösteriler yapar, hatta zamanla Karagöz-Hacivat gibi gölge oyunları dahi sergilenmeye başlanırdı. Nitekim ünlü seyyah Evliya Çelebi, 17. yüzyıl İstanbul’unda meddah gösterilerinin kahvehanelerde doğduğunu anlatır. Kahvehaneler kısa sürede öylesine popülerleşti ki, İstanbul’un hemen her mahallesinde açılarak şehir genelinde bir iletişim ve haberleşme ağı işlevi görmeye başladılar. 16. yüzyılın sonunda şehirde yaklaşık 600 kahvehane olduğu belirtilir; üstelik farklı toplum kesimleri kendi kahvehanelerini oluşturmuştu – esnaf kahvesi, yeniçeri kahvesi, tulumbacı (itfaiyeci) kahvesi, balıkçı kahvesi gibi, meslek veya zümre temelinde ayrışan birçok farklı kahvehane türü doğmuştu. Bu sayede aynı meslekten veya sosyal konumdan kişiler kendi aralarında örgütlenip dayanışabildikleri mekânlara sahip oldular.
Kahvehanelerin bu denli ilgi görmesi, aynı zamanda Osmanlı yönetiminin dikkatinden kaçmadı. Saray erkânı, bu mekânlarda kontrolsüzce bilgi ve fikir paylaşılmasından, dedikodudan ve hatta hükümet aleyhtarı görüşlerin filizlenmesinden endişe duymaya başladı. Osmanlı tarihinde dönem dönem kahvehanelere yönelik yasaklar getirildi. Örneğin Kanunî Sultan Süleyman devrinde Şeyhülislam Ebussuud Efendi, “kömür derecesinde kavrulmuş” maddelerin haram olduğu gerekçesiyle kahveyi yasaklayan bir fetva vermişti. IV. Murad ise 1630’larda İstanbul Cibali yangınını bahane ederek kahvehaneleri topyekûn kapatmaya girişti; asıl sebep, Genç Osman’ın (II. Osman) tahttan indirilip katledilmesinin bir Yeniçeri kahvesinde planlandığını bilmesi ve bu mekânları siyasi tehdit olarak görmesiydi. Padişahın emriyle yüzlerce kahvehane kapatıldı, bir süre adeta “Saray ile halk arasında kahvehane kovalamacası” yaşandı. Ancak tüm yasaklama çabalarına rağmen halk kahvehane alışkanlığından vazgeçmedi; nitekim yasak dönemlerinde bile berber dükkânları kahvehanelerin boşluğunu dolduracak şekilde sohbet mekânlarına dönüşebiliyordu. Zamanla baskılar gevşedi ve 18. yüzyıldan itibaren kahvehaneler yeniden serbestçe faaliyet göstermeye devam etti.
Kahvehanelerden Kıraathanelere: Modernleşme Dönemi
Ondokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Osmanlı toplumunda yaşanan modernleşme hareketleri, kahvehane kültürünü de etkiledi. Özellikle Tanzimat dönemi (1839 sonrası) ile birlikte eğitim, basın ve bürokrasi alanlarında yeni bir sınıf ortaya çıkarken; bu okur-yazar kesimin buluşup gazete okuyabileceği, fikir tartışabileceği mekânlar ihtiyacı doğdu. İşte, bu dönemde klasik kahvehaneler dönüşüm geçirerek “kıraathane” adını alan yeni bir tipe evrildi. Kıraat, Arapça’da “okuma” demektir; kıraathane de kelime anlamıyla “okuma evi”dir. Nitekim Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren pek çok kahvehanenin tabelasında “kıraathane” kelimesi görülmeye başlanmıştır.
Kıraathanelerin doğuşuna dair bir rivayet, Kanunî dönemine kadar uzanır. Söylenir ki, Kanunî Sultan Süleyman, kahvehaneleri bütünüyle kapatmanın çare olmayacağını anlayınca, halkın severek okuyabileceği hikâyelerin, yazıların hazırlanarak kahvehanelere dağıtılmasını emretmiştir. Böylece kahvehanelerin sadece sohbet ve eğlence yeri olmaktan çıkıp okuma alışkanlığının da teşvik edildiği mekânlara dönüşmesi hedeflenmiştir. Her ne kadar “kıraathane” ismi halk arasında geç kullanılmaya başlasa da (1850’lerden sonra), bu hikâye Osmanlı yönetiminin kahvehane kültürünü kontrol altına almak için okuma faaliyetini nasıl teşvik ettiğini gösterir.
Gerçek anlamda ilk kıraathane örneği 19. yüzyıl ortasında ortaya çıkar. 1857 yılında İstanbul Beyazıt’ta açılan Sarafim Kıraathanesi, ismen kahvehane olsa da hizmet anlayışıyla bir okuma salonuydu. Bu mekân, müşterilerine çeşitli gazeteler ve dergiler okuma imkânı sunuyor, hatta yazarlar ve yayıncılar için eserlerini satışa çıkarabilecekleri bir merkez işlevi görüyordu. Sarafim’in başarısı, kısa sürede benzer kıraathanelerin açılmasına ilham verir. Özellikle İstanbul’un kültürel ve entelektüel merkezlerinde – Babıâli, Beyazıt, Şehzadebaşı üçgeninde – ardı ardına kıraathaneler kurulmaya başlandı. Bu yeni nesil kahvehaneler, dönemin aydın kesiminin buluşma noktası haline gelir. “Tanzimat’tan sonra insanla beraber kahve zevki de değişti” diye yazıyordu Ahmet Hamdi Tanpınar; Avrupa usulü, duvarlarında aynalar olan, masa ve sandalyelerle döşeli kahvelerin açıldığını ve buralarda klasik kahvehanedeki o eski alçak sedirli ortam yerine modern bir atmosfer bulunduğunu anlatıyordu. Gerçekten de Paris ve Viyana tarzı kafelerden esinlenen bu kıraathaneler, Osmanlı okur-yazar sınıfına özgür bir tartışma ortamı sunuyordu.
Kıraathaneler yalnızca okumak için değil, aynı zamanda kültürel etkinlikler için de önemliydi. Örneğin Şehzadebaşı’ndaki Fevziye Kıraathanesi, 19. yüzyıl sonunda İstanbul’da ikinci sinema gösteriminin yapıldığı yer olarak tarihe geçer. Yine bu mekânda seyyah Arminius Vambery, düşünür Yusuf Akçura ve yazar Ahmet Midhat Efendi gibi isimlerin halka açık konferanslar verdiğini anlatır. Bir başka örnek, Darüttalim Kıraathanesi’nde geleneksel Karagöz gösterileri ve müzik dinletileri düzenlenmesiydi. Bu dönemde kıraathaneler adeta okul gibi görülüyordu: Gazetelere, edebiyat ve mizah dergilerine abonelik bulunur; genç entelektüeller buralarda bir araya gelip hararetli fikir tartışmaları yapardı. Ünlü edebiyat tarihçisi Fuat Köprülü anılarında, gençlik yıllarında Beyazıt’taki kıraathanelerde toplanıp Servet-i Fünûn, İctihad, Aydede gibi dergileri okuduklarını, kendileri için bu ortamların “ikinci bir mektep” vazifesi gördüğünü yazar. Gerçekten de, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında pek çok dergi ve gazete, önce bu kahvehane-kıraathane sohbetlerinde filizlenen fikirlerin ürünü olarak doğmuştur. Örneğin İstanbul Beyazıt’ta ünlü Küllük Kıraathanesi, 1940’lar kuşağı şair ve yazarlarının müdavimi olduğu; edebî akımların ve fikir akşamlarının yaşandığı bir merkezdir.
Öte yandan aynı 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı, Osmanlı’da Avrupai kafelerin ve pastanelerin de yükselişe geçtiği dönem olur. Özellikle kozmopolit bir yapıya sahip Beyoğlu (Pera) semti, Avrupa kültürünü yakından takip eden kesimin yaşadığı bir bölge olarak, bir nevi modern eğlence ve kültür laboratuvarına dönüşür. 1870’lerden itibaren Beyoğlu’nda tiyatrolar, sinemalar, oteller, lokantalar, barlar, meyhaneler, pasajlar yanında kafe ve pastaneler de açılır. Markiz Pastanesi, Lebon Pastanesi gibi isimler hem leziz tatlıları hem de şık salonlarıyla İstanbul sosyetesinin uğrak yerleri haline gelir. Avrupa tarzı bu işletmeler, kadınların da gidebildiği nadir kamusal mekânlardandı – zira geleneksel kahvehaneler yalnızca erkekleri kabul ediyordu. Aynalı duvarları, zarif mobilyaları ve menülerindeki kahveyle birlikte çay, limonata, pasta gibi çeşitleriyle, bu kafeler Osmanlı’da modern şehir hayatının göstergelerinden biri oldu. Bir bakıma, bugünkü “kafe” kavramının temelleri bu dönemde atıldı; zira Avrupa’da yaygın olan café kültürü Osmanlı İstanbul’una da taşınmış ve kahvehane kültürünü etkilemeye başlamıştır.
Cumhuriyet Döneminde Değişen Alışkanlıklar
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde kahvehaneler, Millî Mücadele yıllarında ve sonrasında da önemli roller üstlendi. Özellikle İşgal yıllarında (1918-1922) İstanbul’daki mahalle kahvehaneleri, vatanın kötü gidişatının tartışılıp kurtuluş çarelerinin düşünüldüğü gayriresmî toplantı yerleri oldu. Anadolu’da da Kuvay-i Milliye ruhu, çoğu zaman köy kahvelerinde örgütlendi. Cumhuriyet ilan edildikten sonra ise yapılan devrimlerin halk arasında benimsenmesi ve yayılması büyük ölçüde bu mekânlar sayesinde oldu. Okuma yazma oranının düşük olduğu bir toplumda, Harf Devrimi gibi yenilikler kahvehanelerde açılan kurslarla anlatıldı; inkılapların propagandası, şehir ve kasaba kahvehanelerinde görevlendirilen parti temsilcilerince yapıldı. Kimi yazarlar, 1920’lerin sonunda kahvehanelerin adeta birer “halk mektebi” olarak kullanıldığını, geniş kitlelere yeni rejimin fikirlerinin aşılandığını belirtir. Böylelikle birçok mekan ve kurum gibi kahvehaneler de “dia”ya (devletin ideolojik aygıtlarına) dönüşür.
Ancak 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde kahvehanelerin toplumsal işlevinde belirgin değişimler yaşanır. Bu değişimde hem ekonomik şartların hem de teknolojik gelişmelerin etkisi büyüktür. Birincisi, Türkiye’de çay üretiminin başlaması ve yaygınlaşması, kahvehane kültürünün içecek tercihini değiştirir. Osmanlı döneminde ana içecek kahve iken, 20. yüzyıl ortalarından itibaren yerli çayın ucuz ve bol bulunması sayesinde kahvehanelerde en çok çay tüketilmeye başlanır. Öyle ki günümüzde pek çok kahvehane aslında “çay ocağı” gibi çalışır; sabahın erken saatlerinden gece yarısına dek ince belli bardaklarda sayısız çay demlenir. Kahve ise daha nadir – genellikle Türk kahvesi formunda ve günün belirli vakitlerinde – tüketilir hale gelir. Hatta “kahvehane” kelimesi günlük dilde kısaca “kahve” diye anılmasına rağmen, içeride en çok çay servis edildiği esprisi yaygındır.
İkinci büyük değişim, iletişim ve eğlence teknolojilerinin hayatımıza girmesiydi. 1950’lerden itibaren radyonun, 1970’lerden itibaren televizyonun yaygınlaşması, insanların vakit geçirme alışkanlıklarını da dönüştürür. Eskiden dünya haberlerini öğrenmek veya maç anlatımlarını dinlemek için kahvehanelere gelen halk, artık evinde radyo dinleyip televizyon izlemeye başlayınca kahvehanelerin enformasyon merkezi rolü zayıflar. Televizyonun ilk yaygınlaştığı dönemde, semt kahvelerine birer televizyon konulması geçici bir çözüm olur; akşamları mahalleli kahvenin önüne doluşup açık havada birlikte TV izlerdi. Ancak uzun vadede kitle iletişim araçlarının gelişimi, kahvehanelerdeki sohbet ve tartışma kültürünü azaltır.
1990’lardan itibaren hayatımıza giren cep telefonları ve internet de bu süreci iyice pekiştirir – haber almak veya tartışmak için fiziksel bir mekânda toplanma ihtiyacı eskiye kıyasla azalır. Bazı yorumculara göre geleneksel kıraathanelerin bilgi yayma işlevinin yerini alan modern medya ortamının daha tek yönlü ve pasif bir etkileşim sunmasına rağmen, insanların kıraathanelere duyduğu ihtiyacı azalttığını vurgulamaktadırlar. Bu tespit, teknolojiyle birlikte kahvehanelerin toplumsal rolünde meydana gelen dönüşümü özetler niteliktedir.
Ayrıca, Cumhuriyet’in ilk yarısında şehirlerdeki hızlı nüfus artışı ve göç olgusu, kahvehane manzarasını da değiştirmiştir. Bir zamanlar İstanbul gibi kentlerin merkezinde yüzyıllarca varlığını sürdüren tarihî kahvehaneler, kentsel dönüşüm ve yeni iş merkezlerinin kurulmasıyla ya kapanmak zorunda kaldılar ya da eski müdavimlerini kaybettiler. Örneğin edebiyatçıların uğrak yeri olan Beyazıt Küllük Kıraathanesi 1970’lere dek varlığını sürdürmüşse de, çevresindeki meydan düzenlemeleri sonucu eski ruhunu yitirmiştir. Babıâli yokuşundaki meşhur İkbal Kıraathanesi, basın-yayın sektörünün 90’larda başka bölgelere taşınmasıyla önemini kaybetmiştir. 20. yüzyıl ortalarından itibaren İstanbul gibi büyük şehirlerin çehresi değişirken, bir zamanların ünlü kahvehane ve kıraathanelerinin bir kısmı anıtlarda ve kitaplarda kalan hatıralara dönüşmüştür.
Yine de, Anadolu kasabalarından büyükşehir mahalle aralarına kadar mahalle kahvesi geleneği yaşamaya devam etmektedir. Halen Türkiye’nin hemen her yerinde, özellikle erkek nüfusun gittiği, sabahtan akşama dek açık olan kahvehaneler bulabilirsiniz. Bu mekânlar, emeklilerin buluşma adresi, işsizlerin vakit geçirme noktası, esnafın müşterisini beklerken uğradığı ikinci adres işlevini sürdürüyor. Tavla ve okey taşlarının şakırtısı, çay kaşıklarının şıngırtısıyla karışarak bu kahvehanelerin vazgeçilmez fon müziğini oluşturuyor. Nitekim günümüzde bile pek çok semtin yaşlı sakinleri her sabah kahvelerinde buluşup gazete okuma, memleket meselelerini yorumlama alışkanlığını sürdürüyor. Bu olgu, kahvehane kültürünün ne denli köklü ve dirençli olduğunun bir göstergesi sayılabilir.
Günümüz: Kafe Kültürü ve Teknolojik Dinamikler
Son birkaç on yılda, kahvehane kültürü özellikle büyük şehirlerde önemli bir dönüşüme uğramıştır. Genç nesiller, babalarının gittiği dumanaltı mahalle kahveleri yerine, daha modern dekorasyonlu, müzik yayını olan, menüsünde çeşit çeşit kahve ve tatlı bulunan kafelere yönelmeye başlamıştır. 1980’ler ve 90’lar boyunca İstanbul, Ankara gibi şehirlerde üniversite gençliğinin ve entelektüellerin takıldığı pek çok bağımsız kafe açılmıştır. Bu kafeler, kimi zaman bir sanat galerisini andıran duvarları, kitaplıkları, bazen canlı müzik köşeleriyle yeni bir şehirli yaşam tarzını temsil etmektedir. Örneğin İstanbul Beyoğlu’ndaki Cafe Kafka veya Ankara Kızılay’daki Kuvâ-yi Milliye gibi mekanlar, 90’larda edebiyat ve siyaset sohbetlerinin yapıldığı ikonik kafeler olarak ün kazanmıştır. Bu mekanların en önemli farkı, kadın ve erkek müşterileri bir arada ağırlamaları ve nispeten daha genç ve eğitimli bir kitleye hitap etmeleridir. Böylece kafe kültürü, kahvehanelerin erkek egemen dünyasına alternatif, karma ve daha “Avrupai” bir sosyalleşme alanı sunmaktadır.
2000’li yıllara gelindiğinde, Türkiye’de küresel kahve zincirleri de boy göstermeye başlamıştır. Özellikle 2003 yılında ilk şubesini açan Starbucks, kısa sürede büyük şehirlerde yaygınlaşmıştır; Mayıs 2023 itibarıyla Türkiye genelinde 663 Starbucks şubesi bulunmaktadır. Benzer şekilde Gloria Jean’s, Caffè Nero, Costa Coffee gibi uluslararası markalar da pazara girerek rekabeti kızıştırmıştır. Bu zincir kafeler sayesinde latte, cappuccino, frappuccino gibi dünya kahve kültürünün ürünleri geniş kitlelerce benimsenmiştir. Artık bir kafeye gittiğinizde yalnız Türk kahvesi değil, farklı demleme yöntemleriyle hazırlanmış kahveler, aromalı içecekler bulmak mümkündür. Mekân tasarımları da küresel trendlere uygun olarak konforlu koltuklar, ücretsiz Wi-Fi, priz imkânı gibi özellikle öğrenciler ve beyaz yakalı çalışanlar için cazip unsurlarla donatılmaktadır. Bir fincan kahvenin fiyatı belki mahalle kahvesindeki bir bardak çayın on katına denk gelse de, bu mekanlar sabah laptop’ıyla gelip saatlerce çalışan uzaktan çalışanlar veya ders notlarını gözden geçiren üniversitelilerle dolup taşmaktadır. Kafeler, günümüz kent insanı için ev ile iş arasında üçüncü bir mekân, bir nevi ortak çalışma ve sosyalleşme alanı haline gelmiştir.
Teknolojik gelişmeler de modern kafe kültürünü şekillendirmektedir. 1990’ların sonunda ortaya çıkan internet kafeler, başlı başına ilginç bir fenomendir. Evinde bilgisayar veya internet bağlantısı olmayan gençler, saatlik ücret ödeyerek internet kafelerde bilgisayar kullanıyorlar; kimi zaman ödev yapıp araştırma, çoğu zaman da online oyun oynayarak sosyalleşiyorlar. Türkiye’de ilk internet kafeler 90’ların sonlarında açılmış ve özellikle 2000’lerin başında altın dönemini yaşamıştır. O yıllarda her semtte birkaç internet kafe bulmak mümkündür; buralar adeta gençlerin buluşma noktası olmuştur. Zamanla ev teknolojilerinin gelişmesiyle internet kafelerin sayısı azalsa da, günümüzde hala e-spor konseptli oyun kafeleri olarak faaliyet gösterenleri var. Bu durum, teknolojinin sosyal mekanları tamamen ortadan kaldırmadığını, sadece biçim değiştirdiğini gösteriyor.
Öte yandan devlet de geleneksel kahvehane kültürünü yeni kuşaklara uyarlamak için adımlar atmıştır. 2010’larda gündeme gelen “Millet Kıraathaneleri” projesi, klasik kıraathane fikrini modern bir kütüphane-kafe senteziyle canlandırmayı amaçlamaktadır. Bu kapsamda bazı şehirlerde kurulan Millet Kıraathaneleri, gençlerin ders çalışabileceği, kitap okuyabileceği, çay ve kahvenin ücretsiz sunulduğu huzurlu mekânlar olarak tasarlanmıştır. Proje, geleneksel “okuma evi” kavramını günümüze uyarlayarak kahvehane mirasına çağdaş bir boyut ekleme çabası olarak değerlendirilebilir.
Özetle; Osmanlı kahvehanelerinden modern kafelere uzanan beş asırlık yolculuk, toplumumuzdaki sosyokültürel değişimin izini sürmemize olanak tanımaktadır. Kahvehaneler, ortaya çıktıkları 16. yüzyıldan itibaren beş yüz senedir Türkiye toplumunun önemli bir parçası, bir toplumsal mirası olagelmiştir. Zaman içinde bu mekânların dekorasyonu, sunulan içecekleri veya müşteri profili değişse de, temel fonksiyonları hep benzer kaldı: İnsanlar ev ve iş dışında, nefes alabilecekleri bir üçüncü mekâna her devirde ihtiyaç duydular. Dün kahvehanelerde sözlü kültürün ve yüz yüze iletişimin tadını çıkaran insanlar, bugün kafelerde dijital çağın gereçleriyle donanmış halde sosyalleşiyor. Dün kıraathanelerde gazete, dergi okuyup hararetli tartışmalara giren aydınlar vardı; bugün kafelerde tabletinden haber okuyan, arkadaşlarıyla sohbet eden veya tek başına kulaklığı takıp çalışan şehir insanları var.
Elbette kahvehanelerin toplumsal işlevi yıllar içinde dönüşüme uğradı. Bir dönem kamusal muhalefetin ve fikrî hareketlerin beşiği olan kahvehaneler, televizyon ve internet çağında eski güçlerini yitirdiler. Ancak buna rağmen tamamen yok olmadılar; aksine, biçim değiştirerek yaşamaya devam ediyorlar. Bugün Anadolu’nun küçük bir kasabasındaki kıraathane de, İstanbul’un işlek caddesindeki bir kafe de özünde insanlara bir araya gelme, sohbet etme ve hayatı paylaşma imkânı sunuyor. Bu yönüyle, mekânlar değişse de sosyalleşme ihtiyacımız değişmiyor.
Sonuç olarak, kahvehanelerden kafelere uzanan serüven, gelenek ile modernlik arasındaki köprüyü temsil ediyor. Eskiyle yeninin iç içe geçtiği bu kültür, “retro-modern” bir karakter kazanmış durumdadır. Türk kahvesinin mis kokusu ile espresso bazlı içeceklerin köpüğü aynı şehirde farklı mekânlarda teneffüs ediliyor. Kahvehane kültürünün bize miras bıraktığı o samimi sohbet ortamı, belki artık yeni nesil kafelerin sıcak dekorunda hayat buluyor. Ama özünde, asırlardır değişmeyen bir şey var: İnsanlar hâlâ bir fincan sıcak içeceğin etrafında bir araya gelip dostluklar kuruyor, fikirler paylaşıyor, günlük hayatın koşuşturmasına küçük bir mola veriyor. Mekânlar değişse de, muhabbetin kırk yıl hatırı baki kalıyor…
Kaynak: farklı bakış