Modernitenin politik hayata en bariz yansıması ve Batı dışı toplumları derinden sarsan etkisi, ‘ulus yaratma’ sürecinde yaşanan zorlamalardır. Ulus devletleşme süreci, ‘ulusu tepeden tırnağa yeniden yaratma’ arzusunu taşıyan politikalarla yürütüldü. Türkiye gibi toplumlarda bu süreç, din politikalarıyla ilerledi. Başlangıçta bu proje, dinin göz ardı edilmesi ve baskı altına alınması gibi radikal laisist uygulamalarla gerçekleştirildi. İlk aydınlanmacı dalga zaman içinde etkisini kaybetti ve dini modernleşme önünde bir engel olmaktan çıkarmak ve toplumsal hedeflere ulaşmaya katkı sağlayan bir etken olarak kullanmak yönetici kadronun arzusu haline geldi.
Geleneği ve onun baskın unsuru olan dini tasfiye etme ya da hiç olmazsa kontrol altında tutarak evcilleştirme girişimleri, kurumların da birer vesayet odağı olarak çalışmasına yol açtı. Geçmişiyle bağları kopmuş ve hafızası sıfırlanmış bir halkın her türlü biçimlenmeye açık olduğu düşünüldü. Geleneğin tasfiyesiyle yapay olarak yaratılan bir kültürel boşlukta seçkinlerin diledikleri gibi at koşturabilecekleri düşüncesi hâkimdi. Halkın çaresiz, cahil ve kör bir kitle olarak görüldüğü bu bakışın eğitime sonradan eklenen ‘yeni bir işlev’ olduğunu belirten Bauman bu durumu, kriz yönetimi türünden bir tepki olarak açıklar. Ona göre “Üzerinden geleneğin pespaye giysileri çıkarıldığında halk, ‘kendisi olarak insan’ın o saf, eski durumuna, insan soyunun ibret alınacak birer örneği durumuna indirgenmiş olacaktır. O zaman yalnızca bir niteliği paylaşacaklardır: Sonsuz işlenme, biçim verilme, kusursuzlaştırılma kapasitesi. Eski ve pejmürde giysileri üzerlerinden attıkları için yeniden giydirilmeye hazır olacaklardır. Bu kez elbise dikkatle seçilecek, titizlikle tasarlanacak ve Aklın öngördüğü gibi, ortak çıkar ölçüsüne uygun olarak biçilecektir” (Bauman, Yasa Koyucular ve Yorumcular, 85).
Modern zamanlar boyunca ‘halkı eğitmek’, yönetici kadronun ve farklı ideolojiden aydınların temel düşüncesi olmaya devam etti. Eğitimin her şeye kâdir olduğu yolundaki aydınlanmacı naiv bakış, halkı mutlak edilgenlikte esnek bir nesne varsaydı. Kendini bu varsayıma kaptıran toplumcu ideologlar, günün sonunda derin bir hayal kırıklığı yaşadı. Halkı kendi gerçekliği içinde görme olgunluğuna erişemeyen aydın-ideolog, hatasıyla yüzleşmek yerine halkı düşmanlaştırmayı tercih etti.
Batı’da toplumsal barış ve birlikte yaşama ilkesi olarak işlevselleştirilen laiklik, coğrafyamızda bir tür halk düşmanlığı ve gelenek karşıtlığı şeklinde anlaşıldı ve uygulandı. Laiklik uzunca bir süre gerilim hattı oldu. ‘Laiklik karşıtı eylemlerin odağı’ olmakla suçlanan ve mağdur edilen kesimler, ısrarla laikliğin açık bir tanımının yapılmasının gerektiğini savundu. Ancak laiklik hukuksal bir yaklaşımla tanımlanmadı ve bir ayraç olarak kullanılmaya devam etti. Laikliğin muğlak karakterde bir anayasal ilke olarak tutulması, aydınlanmacı politikalara yorumlarla ilerleyen ve genişleyen bir alan açtı. Hangi söz ve eylemlerin laikliğe aykırı düştüğü konusunun ucunun açık bırakılması ve bu konudaki kararın yorumculara bırakılması, vesayetçi güçlerin ‘rejimi koruma’ işlevlerini sürekli canlı tuttu.
Toplumu kötülüklerden korumak ile onu baskı-kontrol altında tutmak arasında ince bir çizgi vardır. Ve bu denge çoğu zaman ihlal edilir. Diyanet’e mealleri denetleme ve yasaklama yetkisi veren yasanın arkasındaki niyet, uygulamada kolaylıkla kendini tasfiye ederek belirli bir din yorumunu sahiplenen lobiye kamu otoritesinin devredilmesi sonucunu doğuracaktır. Tıpkı laikliğin muğlaklığından yararlanarak ideolojik yorumlarla özgürlüklerin kısıtlanması gibi, ‘İslam’ın temel ilkelerine aykırı olma’ durumunun yorumlarla saptanmaya açık olması, dinî hayat üzerinde bir tahakküm kurulmasına yol açacaktır. Buraya kadar yapılan açıklamaların ana fikri şudur: Dini korumak düşüncesi, kimlik aşınması ve değer kaybına karşı toplumsal vicdanın bir tepkisi olarak son derece meşru ve haklıdır. Kimliğin kurulduğu ve korunduğu zemin sivil-toplumsal bağlamdır. Bu nedenle kimlik ve kültür ile ilgili konularda iktidarın dikeyliği değil, toplumun yataylığı belirleyicidir. Kamu kurumlarına kimlik ve değerlerin korunması görev ve yetkisinin yüklenmesi tarih boyunca ters tepmiştir. Öte yandan sivil inisiyatif ve entelektüel zekânın geri çekilmesine yol açacak tahakküm uygulamaları, dindar zihne tanıdık görünse de, gerçekte erken Aydınlanmacı aklın, toplumu yeniden yaratma arzusunun kılık değiştirmiş bir formudur.
Diyanet-İlahiyat İlişkileri
Diyanet’e mealleri denetleme görev ve yetkisini veren yasa, diyanet-ilahiyat ilişkilerine doğrudan yansıyan bir etki yaratacaktır. Denetleme ve yasaklama yetkisinin nasıl ve ne şekilde yerine getirileceğinden bağımsız olarak, hangi mealin meşru olduğu kararının Diyanet’e verilmesi, ilahiyatlar üzerinde bir vesayet ve tahakküm oluşturacaktır. Kur’an’ın baştan sona mealini yapma amacını gütmeyen, sadece belirli ayetlerin anlaşılması ve yorumlanması konusuna odaklanan bilimsel yayınlar da denetleme/yasaklama konusu haline gelebilir. Yasanın amacının bu olmadığını söylemek rahatlatıcı ve güven verici olmayacaktır. İlahiyatçı akademisyenlerin yayımladığı kitap ve makalelerde, ekollerin ve düşünürlerin naslara dair farklı, çelişik yorum ve açıklamalara yer verilir. Değerlendirme yapan yazar kendi yorumunu, bunu yansıtan meal tercihini ya da alan uzmanı olarak kişisel önerisini dile getirir. Sonuçta bu da bir meal faaliyetidir ve denetleme konusu yapılabilir. Diğer yandan yazar eserinde, eleştirel amaçlı yapılan aktarmalarla sorunlu gördüğü meal örneklerini hatırlattığında, dolaylı olarak bu da sakıncalı bulunabilir. Diyanet’i, bilimsel kurumlar olan ilahiyatların ve teoloji ile ilgilenen alanların tepesine ‘bilimsel olmayan beklenti ve gerekçe’lerle yerleştirmek, ilahiyat alanındaki kısırlaşmayı, çölleşmeyi ve içe kapanmayı daha da artıracaktır.
Meallerin denetlenmesi ile ilgili yasayı çıkaran lobinin, İslam’ın temel ilkelerinin korunmasından daha öte ve özel amaçları olduğu hissedilmektedir. Bu da hâkim geleneksel din anlayışımızı oluşturan Sünnî inanç sisteminin korunması ve güçlendirilmesidir. Siyasî ve dinî muhafazakârlığın ortaklaşa sahiplendiği bu hassasiyet, korumaya çalıştığı şeyi yok eden, görme yetisini kaybetmiş yıkıcı bir sevgiye dönüşmüş görünüyor. Öncelikle Anadolu’ya özgü din anlayışını oluşturan unsurlar konusunda derin bir bilgisizlik ya da görmezden gelme halini yansıtıyor. Şöyle ki; Anadolu Sünnîliği diğer formlardan farklı olarak esnek ve kapsayıcıdır. Gücünü ve etkisini mezhep içi çoğulculuğu koruyabilmesine borçludur. Bu durum tefsirlere de yansımıştır. Osmanlı coğrafyasında cebr (insanın kader mahkûmu olduğu inancı), özgür irade, vahdet-i vucûdcu tasavvuf, vahdet-i şuhudcu tasavvuf, Ehl-i hadis-Selefî görüşleri içeren tefsirler, kütüphanelerin parçası olmuştur. Hatta İmam Mâtüridî’nin eserleri gün yüzüne çıkarılmamışken, Ehl-i Sünnet dışı sayılan Mutezile ekolünden Zemahşerî’nin tefsiri, ilmî bir nezaket ve titizlikle uzun yıllar Osmanlı medreselerinde okutulmuştur. Oysa meallere yönelik yasaklama mezhep içi çoğulculuğu ortadan kaldırma faaliyeti olarak çalışacağından tarihsel ve teolojik meşruiyetten yoksundur. Öte yandan temelde hizmet odaklı tanımlanan bir kuruma bilimsel çalışmaları denetleyen bir yetki vermek, ilahiyatlar üzerinden edindiğimiz modern kazanımları ve dinî entelektüalizmi yok edecektir. Bu bağlamda kültürel alanda yer alınamayışın nedenlerini çok uzaklarda aramamak gerekir.