Tarih: 03.10.2021 00:43

Laiklik kimi korur?

Facebook Twitter Linked-in

Ali Bulaç’ın müzakere ilkelerine bağlı kalarak devam edelim: Kadir Canatan’ın bu ilkeli müzakereye dahil olan: “Laik Düzen-Şeriat Düzeni İkilemi” başlıklı yazısı barındırdığı olgun fikirlerden önce çerçeveyi tekrar çizmek açısından önemli. Neyi müzakere ediyoruz? Anahtar kavramlarımız: Laiklik, Taliban, Diyanet ve Şeriat. Canatan’ın yazısından benim öğrendiğim şey aslında Şeriat kavramı etrafında bir örgü ördüğümüz. İsfahanî’nin Şeriat için “neshin gerçekleştiği din” nitelemesi galiba üzerinde mutabakat sağlayabileceğimiz ortak bir tanım olabilir. Din aynı kalıyor, ama onun verdiği cevaplar “şeriat” adıyla değişiyor. Sanıyorum bu tanıma evrensel literatürde “müesses din” deniyor. Her din bir mesajla geliyor, sonra hayatın sorduğu sorulara bu mesajdan cevaplar arayanlar çıkıyor. Kurumlar, kavramlar, sistemler oluşuyor. Fıkıh ekolleri, itikadî mezhepler, muteber kaynaklar, hatta Mecelle’de bizim Hanefi fıkhı için yaptığımız şekilde bir tedvin (kanunlaştırma) ortaya çıkıyor. İşte bütün bunların tamamını, Şeriat veya evrensel ifade ile müesses din olarak niteliyoruz.

Madem “müesses din” den bahsediyoruz; Materyalist d’Holbach’ın çok iddialı aforizması ile bütün dinlere genellenebilecek vasi bir pencere açalım: “(müesses) Dinler, iktidarların teoloji politikalarıdır.” d’Holbach üzerinden dinlerin saf-orijinal halinden değil, hayatın sorduğu sorularla ve ihtiyaçlarla şekillenen müesses halinden, şeriatlerinden bahsettiğimizi tekrarlayarak devam edelim.

İslâm tarihi boyunca, arkasında siyasî bir anlaşmazlığın veya hesabın bulunmadığı mezhebî-itikadî ayrışma veya çekişme var mı? Bakın soruyu tersinden soruyorum; “Hangi dini ihtilafın sebebi siyasidir?” diye sormuyorum. “Gerçekte siyasi temeli olmayan bir inanç-mezhep ihtilafı var mı?” diye soruyorum. İlk mezhep ihtilafı olan Hakem olayı, Aşere-i Mübeşşere’nin ihtilafı ile başlayalım. Şeriat’in, yani dinin müesses halinin, siyasete ve iktidar çatışmalarına en uzak olması gereken alanları için bile geçerli bir vakıayı tespit edeceğiz. İbn Teymiyye’nin “baskı altında verilen talak”ı geçersiz sayan fetvası yüzünden işkenceye ve hapse maruz kalması ve hayatından olmasıyla başlayalım. Fatımî Halifesi, aynı mantıkla baskıyla temin ettiği biatın da geçersiz sayılacağından endişe ettiği için İbn Teymiyye’den bu fetvayı geri almasını istemişti.

“Kader nedir, insan iradesinin ve özgürlüğünün sınırı nereye kadardır?” bahsinde, Cebriyye ile Kaderiyye’yi karşı karşıya getiren çok erken tarihli tartışma, Emevilerin zorba yönetimine karşı halkın tevekkül ile itaatini sağlamak için Cebriyye’den yana sonuçlandı. Şu satırlar Diyanet’in İslâm Ansiklopedisi’nin “Kaderiyye” maddesinden:”Cemel Vak‘ası ile Sıffîn Savaşı’nda müslümanların birbirinin kanını akıtması diğer kelâm problemleriyle birlikte kader konusunu da gündeme getirmiş, hâkim anlayış olayları ilâhî takdirle ilişkilendirirken bunu reddedip özellikle olumsuz fiilleri tamamen insan iradesine dayandıran görüşler ileri sürülmeye başlanmıştır. Kader konusunu gündeme getiren ilk kişinin Ma‘bed el-Cühenî olduğu belirtilir. Emevî idarecilerinin, halkın karşı çıktığı bazı uygulamalarını kadere yükleyerek kendilerini aklamaya çalışmaları siyasî muhalefet çevrelerinde tepki doğurmuş, bu tepkilerden biri olarak Ma‘bed, zulüm niteliği taşıyan davranışların kaderle değil insan iradesiyle gerçekleştiğini söylemiştir.”

Peki sonuç? Ma’bed el-Cühenî Emevî halifesi Mervan tarafından idam edilmiştir.                                                                                                              Hanefî Mezhebi’nin gerçek kurucu otoritesi Kitabu’l Harac’ın yazarı Ebu Yusuf, aynı zamanda devlet için kadılık kurumunu icat edip sistemleştiren ve kendisi de Kadılkudat (kadılar kadısı) ünvanı alan büyük mezhep alimidir. Binlerce kişinin hayatına mal olan “halku’l Kur’an” meselesi, gerçekte bir itikat meselesi değil, Abbasi Hilafetinin imparatorluk denkleminin yan ürünlerinden biridir. Büyük alim Gazzali’nin, Sultan Sencer’le görüşmesini ve sonrasını merak edenler araştırıp bulabilirler. Şeriat-siyaset faslında benim en sevdiğim hikâye Hacı Bayram Veli’nin hikâyesi. Safî dergahına bağlı bir Bektaşi olan Hacı Bayram’ın şöhreti Saray’ı rahatsız ediyor, 12 dilimli yeşil Bektaşi sarığı başında, elleri kolları bağlı derdest edilip Edirne Sarayı’nda II. Murad’ın huzuruna çıkartılıyor. Dönüş yolunda Hacı Bayram’ın sarığı beyaz, buna karşılık elde ettiği kazanç ise tekkesine bağlı dervişlerin vergiden muaf tutulması. Ancak ortaya küçük bir devlet sorunu çıkıyor: Ankara havalisinden devlet tek kuruş vergi alamıyor; çünkü herkes Hacı Bayram’a intisap ediyor.

Müesses dinler ile iktidarların teoloji politikaları arasındaki sebep sonuç ilişkisi genel ve evrensel bir sorun. Bu kuralın dışına çıkan bir din ve bu dinlerde galip gelip önde yer alan bir mezhep hikâyesi hemen hiç yok. Konstantin Roma’yı İstanbul’a taşırken tamamen siyasi mülahazalarla Hristiyanlığı devlet dini haline getirmişti. Aziz Gregorius’un Hristiyanlaştırdığı Ermeniler, İran’a karşı doğal bir müttefik ve duvar olacak, devlet güç kazanacaktı. Konstantin sadece Hristiyanlığı benimsemedi; aynı zamanda otoritesi altına alamadığı mezhepleri üçlemedeki “Ruhü’lkudüs” tartışması üzerinden ortadan kaldırdı. Budizm tam üç asır sonra prens Asoka tarafından devlet dini olarak tanınınca yaygın bir dine dönüştü. Konfuçyuanizm, Taoizm de Çinli yöneticiler tarafından 3 asır sonra uygun bulununca müesses hale geldi. Tersinden bu durumu destekleyen örnekler de çoktur. Çok iddialı bir din olan ve hızla yayılan Maniheizm İran’da yasaklanınca ve liderleri idam edilince kısa zamanda eriyip yok oldu. Mithra dini, Hristiyanlık karşısında aynı siyasi zaaftan dolayı tutunamadı. Dinleri siyasi zorbalığa zemin hazırladığı için eleştiren d’Holbach’ın yukardaki sözü çok rahatsız edici ve uyarıcı değil mi? Haklılık payı var mı?

Diyanet kimi temsil ediyor?

Canatan’ın, Diyanet’in kilisenin karşılığı olduğu ve tarihimizde böyle bir kurumun yer almadığı iddiası gerçeklere uymuyor. Diyanet bütünüyle, Osmanlı’daki Şeyhülislâmlık kurumunun devamıdır; zaten kanunda onun yerine kurulduğu açıktır. Hele 1856 Islahat Fermanı ile gelen “müsavat” prensibi ile gayrimüslimlere uygulanan Şer’i hükümler iptal edilince, bugünün Diyanet’i ile Osmanlı’daki Şeyhülislâmlık arasındaki devamlılık çok daha güçlü hissedilmektedir. Sadece bütün kurumlara hakim olan “ikilik” ortadan kalkmıştır. Şaşırtıcı bir ayrıntı diğer kurumlar hakkında da fikir verebilir. Medeni Hukuk’un (tamamı değil) bir kısmını teşkil eden Hanefi Fıkhı’nın tedvini olan Mecelle -ki muazzam bir eserdir- şer’i mahkemelerde hiç bir zaman kabul görmemiş, sadece modern mahkemelerde uygulanmıştır. Diyanet’i ikiye ayırmak gerekir. Birincisi ifta makamı yani fetva mercii olması. Din İşleri Yüksek Kurulu fetva mercii olarak Şeyhülislâmlığı tam kadro devam ettirmektedir. Diyanet’in asıl farkı kamu görevlisi statüsündeki personelidir. Osmanlı’da cami görevlileri vakıflar marifetiyle istihdam edilmekteydi, devlet tarafından değil. Hiyerarşi ve denetim tamam ama “örgütlü din” kilise benzeri bir kurum değildir; tanrıdan aldığı yetkiyi kullanan bir ruhban sınıfının mevcudiyeti gerekir. Nitekim kilise denince Ortodoks veya Protestan kilisesi değil, sadece Katolik kilisesi anlaşılır. Diyanet devlet ile ilişkisi açısından belki sadece devlet dinini temsil eden Ortodoks kilisesinin örgütlenme yapısına benzetilebilir.

Devlet iktidarı ile din arasındaki ilişki dört farklı şekilde tanzim edilebilir. Dinin kontrolündeki devlete teokrasi denir; aslında burada yöneten din değil ruhban sınıfı ve onların tekelindeki din yorumudur. İkincisinde devlet dini yasaklar. Sovyet döneminde Arnavutluk’ta en ileri örneği görülen bu model dinsiz devlet modelidir. Üçüncüsünde devlet dinlere eşit mesafede durur ve taraf olmaz, din işlerine bulaşmaz. Buna kabaca laiklik deniyor. Dördüncüsü ise tam olarak bizdeki model. Devlet toplum üzerinde bu kadar etkili olan dini, bütünüyle kendi kontrolüne alır ve ihtiyaçlarına göre dinin çerçevesini, kurumlarını ve kurallarını belirler. Bizde geçerli olan bu model de yeni değil, hatta Osmanlı’dan önceye dayanıyor. Bu modeli ilk kuran Muaviye’dir. Muaviye’nin kurumlaştırdığı Şeriat modeli bütünüyle yeni devletin ihtiyaçlarına bir eldiven gibi oturmaktadır. İktidarın işine yaramayan din yorumu yasaklanmakta ve taraftarları yok edilmektedir. Ulema-i Rüsûm vasfı devletin resmi görevlisi olan fetva mercilerini ifade eder ki, Diyanet rüsum uleması geleneğini olduğu gibi devam ettirmektedir. Diyanet’in varlığı Canatan’ın zannettiği gibi kimseye laiklik diye “yutturulmuyor”. Özetle hepimiz durumun farkındayız.

Sonuca gelelim: Canatan “çare”yi “değişen koşullara uygun olarak İslam fıkıh metodolojisini çalıştırmak ve yeni sorunlara cevap veren “yeni” bir şeriat (fıkıh) üretmek. Hatta gerekirse fıkıh metodolojisini de yenilemeyi akla getirmeliyiz.” diye göstererek 200 yıldır söyleneni tekrarlıyor. Bu söz iki asır boyunca Müslüman aydınlar tarafından milyarlarca kere tekrarlandığına ve bu zaman zarfında hiç bir şey değişmediğine göre bu çare işe yaramıyor demektir. İstediğiniz kadar fıkıh geliştirin, işe yaramıyor. Demek ki arıza başka bir yerde.

Müslümanlar farklı bir inanç ve yorum sahibi oldukları için farklı Şeriat veya din anlayışı benimsemiyorlar. Farklı siyasi çıkarlara ve hesaplara uygun Şeriat yorumu yapan önderlerin etrafında toplanıyorlar ve “gerçek şeriat budur” iddiasıyla diğerlerine savaş açıyorlar. Siyaset dini bir kisveye bürünmüyor; din siyasetin yükünü taşımaya mecbur ediliyor. Din siyasetin koltuk değneğine veya sopasına dönüşüyor. Peştun ulusalcılığının erken aşamasını, göçebe kültürünün ilkel kurallarını “Şeriat” diye savunmaya kalkanların işi çok zor. Sorun çok genel: Herkes kendi inancını başkalarına Şeriat diye dayatıyor. Dayattığı şey aslında din değil düpedüz siyaset. Hangi şeriat yorumunun doğru olduğuna ve uygulanması gerektiğine kim karar verecek? Tarih boyunca verilen cevap hep aynı: Siyasi olarak güçlü olanlar. Laiklik dediğimiz şey de tam olarak bu dayatmalar karşısında zayıf olanı korumak için devreye giriyor. Kuvvetle altını çizelim: İslamiyet’e ve başka dinlere inananlar arasında eşitliği ve barışı sağlamak için değil; doğrudan İslamiyet’in farklı Şeriat yorumlarını bir arada, birbirlerinin boğazına sarılmadan yaşatmak için Müslümanlar arasında laiklik prensibine ihtiyacımız var. Bulabildiğiniz başka bir çare var mı? Varsa buyrun!

 

Kaynak:Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —