Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Küresel mülteci krizi ve yol ayrımındaki Türkiye

İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu, 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü dolayısıyla kaleme aldığı makalesinde çatışma ve şiddet nedeniyle zorla yerinden edilenlerin sayısının 123 milyonu aştığını söyledi.

Küresel mülteci krizi ve yol ayrımındaki Türkiye

Dünyanın en fazla mülteci barındıran ülkesi olan Türkiye’nin durumuna da değinen Yeneroğlu, İran-İsrail hattında başlayan çatışmaların Türkiye için yeni riskler barındırdığını ifade etti.

 

Küresel mülteci krizi ve yol ayrımındaki Türkiye

 

 

KÜRESEL BIR KRIZIN ANATOMISI VE TÜRKIYE’NIN ROLÜ

20 Haziran Dünya Mülteciler Günü, insanlık tarihinin en vahim rekorlarından birinin gölgesinde karşılanıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) yayımladığı son sayılara göre, dünya genelinde zulüm, çatışma ve şiddet nedeniyle zorla yerinden edilmiş insan sayısı 123,2 milyonu aşmış durumda. Bu rakam, art arda 12’nci yıllık artışı temsil ediyor ve sadece bir istatistik değil, aynı zamanda savaşların, siyasi baskıların, derinleşen yoksulluğun ve iklim krizinin milyonlarca insan hayatını nasıl bir girdaba sürüklediğinin somut bir kanıtıdır. Bu küresel krizin coğrafi ve siyasi merkezinde yer alan ülkelerden biri olan Türkiye ise, bir yandan on yılı aşkın süredir dünyanın en büyük mülteci nüfusuna ev sahipliği yaparken, diğer yandan yeni bölgesel istikrarsızlıkların ve toplumsal gerilimlerin baskısıyla karşı karşıyadır.

 

KRIZIN BOYUTLARI: ÇATIŞMALAR, İKLIM DEĞIŞIKLIĞI VE ADALETSIZ YÜK PAYLAŞIMI

Zorla yerinden edilmedeki rekor artışın arkasındaki temel nedenler Suriye, Sudan, Myanmar, Ukrayna ve Gazze Şeridi’ndeki yıkıcı çatışmalardır. Bu tabloya eklenmesi gereken bir diğer kritik faktör de iklim değişikliğidir. Kuraklık, sel ve diğer aşırı hava olayları, artık en az çatışmalar kadar güçlü bir “tehdit çoğaltan” olarak milyonlarca insanı yerinden etmektedir. Bu küresel krizin yükü ise adil olmayan bir şekilde dağılmaktadır. Yaygın kanının aksine, mültecilerin ezici çoğunluğu zengin Batı ülkelerine değil, kriz bölgelerine komşu olan ülkelere sığınmaktadır. Veriler, dünyadaki mültecilerin %73’üne düşük ve orta gelirli ülkelerin ev sahipliği yaptığını göstermektedir. Bu durum, küresel dayanışma ve sorumluluk paylaşımı mekanizmasının ne denli adaletsiz işlediğini açıkça ortaya koymaktadır.

 

ORTADOĞU’DAKI YENI FAY HATTI: İSRAIL SALDIRGANLIĞI VE TÜRKIYE’YE YÖNELIK POTANSIYEL GÖÇ DALGASI

Mevcut mülteci yüküne ek olarak, Ortadoğu’daki kronik istikrarsızlık, Türkiye için yeni ve potansiyel olarak çok daha büyük ölçekli göç dalgaları riskini barındırmaktadır. Özellikle İsrail ile İran arasında tırmanan gerilim ve kalıcı bölgesel bir savaşa dönüşme potansiyeli, Türkiye için ciddi bir jeopolitik ve insani meydan okuma oluşturmaktadır. Analitik projeksiyonlar, Suriye krizindeki nüfus hareketleri temel alındığında, İran’da yaşanacak benzer ölçekte bir devlet çöküşü ve iç savaşın, birkaç milyonu aşan bir mülteci akınını tetikleyebileceğini öngörmektedir. Coğrafi yakınlık ve İran’ın büyük şehirlerinin ülkenin batısında yoğunlaşması nedeniyle, böyle bir kitlesel yerinden edilmenin ilk ve en önemli adreslerinden biri Türkiye olacaktır. Bu durum, mevcut mülteci krizinin üzerine eklenecek devasa bir insani yük anlamına gelir ve Türkiye için güvenlik (sınır kontrolü, radikal unsurların sızması), ekonomik (kamu hizmetlerinde baskı, bütçe yükü) ve toplumsal uyum (mevcut gerilimlerin artması) alanlarında yönetilmesi son derece zor riskler ortaya çıkaracaktır. Nitekim Milli Savunma Bakanlığı’nın İran’daki gelişmeler nedeniyle sınır hattında teyakkuzda olduğunu açıklaması ve İletişim Başkanlığı’nın “İran’dan göç dalgası başladı” iddialarını yalanlaması, bu riskin ne kadar ciddiye alındığının bir göstergesidir.

 

TÜRKIYE’NIN STRATEJIK YALNIZLIĞI VE AB-TÜRKIYE MUTABAKATI’NIN AĞIR MIRASI

Türkiye’nin göç yönetimindeki en büyük açmazlarından biri, uluslararası arenada, özellikle de Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinde yaşadığı stratejik yalnızlıktır. Bu yalnızlığın temelini, 18 Mart 2016 tarihinde imzalanan ve kamuoyunda “Mülteci Mutabakatı” olarak bilinen Türkiye-AB Bildirisi oluşturmaktadır. Bu mutabakat, pratikte Türkiye’yi, AB’nin “Festung Europa” (Avrupa Kalesi) olarak bilinen ve sınır güvenliğini her şeyin önünde tutarak sorumluluğu komşu ülkelere devreden politikasının “sınır muhafızı” ve düzensiz göçmenler için bir “tampon bölge” haline getirmiştir.

AB’nin bu mutabakat çerçevesindeki taahhütleri büyük ölçüde kağıt üzerinde kalmıştır:

Yük Paylaşımı: Mutabakatın temel unsurlarından olan “1’e 1” formülü ve Gönüllü İnsani Kabul Programı, AB üyesi ülkelerin isteksizliği nedeniyle büyük ölçüde uygulanamamış, yükün ezici bir çoğunluğu Türkiye’nin omuzlarında kalmıştır.

Finansal Destek: Zaten çok düşük düzeyde vadedilen fonların aktarımı yavaş ve yetersiz kalmıştır. Örneğin, AB’nin 2011’den bu yana mülteciler için taahhüt ettiği yaklaşık 10 milyar avroluk desteğin, 2023 sonu itibarıyla ancak 7 milyar avroluk kısmı aktarılmıştır. Dahası, bu fonlar doğrudan bütçe desteği yerine, genellikle Acil Sosyal Güvenlik Ağı gibi proje bazlı yardımlar şeklinde gerçekleşmiş, bu da Türkiye’nin mülteciler için yaptığı devasa kamu harcamalarını karşılamaktan uzak kalmıştır.
Vize serbestisi Türk vatandaşlarına vize serbestisi vaadi, çeşitli gerekçelerle asla hayata geçirilmemiştir.

Türkiye’nin hukuk devleti ilkelerinden de uzaklaşmasıyla birlikte tahkim edilen bu asimetrik ilişki, Türkiye’nin ulusal göç stratejisini AB’nin kısa vadeli güvenlik ve göç kontrolü taleplerine endeksli hale getirmiş ve ülkedeki milyonlarca insanın kalıcı entegrasyonu için gerekli olan uzun vadeli planlama kapasitesini zayıflatmıştır.

 

TOPLUMSAL UYUMUN ÖNÜNDEKI ENGELLER: YAPISAL SORUNLAR, HUKUKI BOŞLUKLAR VE YEREL ÇABALAR

Mültecilere yönelik ayrımcı ve nefret dolu dil, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde siyasi bir araç olarak kullanılmakta ve toplumsal barışı ciddi şekilde tehdit etmektedir. Sosyal medya platformları, dezenformasyonun ve kışkırtıcı içeriklerin hızla yayıldığı, “yankı odalarında” nefretin beslenip büyüdüğü zemin, popülist siyasetçiler tarafından da körüklenmektedir. Ancak sorunun kökeninde yapısal nedenler de yatmaktadır:

“Geçicilik” Varsayımının Çöküşü: On yılı aşkın bir süredir devam eden duruma rağmen devlet politikasının hala “geçicilik” üzerine kurulu olması, entegrasyon için gerekli kalıcı ve kurumsal adımların atılmasını engellemiştir.

Sosyal ve Mekânsal Ayrışma: Belirli mahallelerde yoğunlaşan mülteci nüfusu, kamusal hizmetlere (eğitim, sağlık) erişimde zorluklara ve gettolaşmaya yol açarak toplumsal uyumu engellemektedir. Toplumsal uyumun sağlanmasında en kritik rolü, mültecilerle ve ev sahibi toplumla doğrudan temas halinde olan yerel yönetimler oynamaktadır. Az sayıda da olsa var olan çabalar, merkezi politikalardaki belirsizlik, belediyelere özel bir bütçe ayrılmaması, güncel mülteci verilerinin eksikliği ve kurumlar arası koordinasyonsuzluk gibi yapısal engellerle sınırlanmaktadır.

Kayıt Dışı İstihdam: Mültecilerin büyük bir kısmının yasal çalışma izni olmadan, düşük ücretlerle ve güvencesiz koşullarda çalışması, hem kendilerinin sömürülmesine hem de yerel halkla aralarında haksız rekabet algısının oluşmasına neden olmaktadır.

 

ÇÖZÜM YOLU: GERÇEKÇI, BÜTÜNCÜL VE HAK TEMELLI BIR YAKLAŞIM

20 Haziran Dünya Mülteciler Günü’nde yapılması gereken, sembolik anmaların ötesine geçmektir. Türkiye, artık politikasının üzerine inşa edildiği “geçicilik” varsayımını terk ederek, milli menfaatlerini ve insan haklarını temel alan, uzun vadeli bir ulusal strateji geliştirmelidir. Bu strateji şu sacayakları üzerine kurulmalıdır:

İç Politika: Mültecilerin eğitime, yasal istihdama ve sağlık hizmetlerine erişimi, hem onların insan hakkı hem de toplumsal uyumun bir gereği olarak güvence altına alınmalıdır. Nefret söylemiyle mücadele için mevcut yasalar etkin bir şekilde uygulanmalı, önleyici ve eğitim temelli politikalarla desteklenmelidir.
Dış Politika: AB ile olan ilişkiler, Türkiye’yi “sınır bekçiliği” paradigmasından çıkarıp, yükün ve sorumluluğun adil paylaşıldığı, insan hakları temelli, şeffaf ve öngörülebilir yeni bir zemine oturtulmalıdır.
Uluslararası Dayanışma: Türkiye, sadece bir ev sahibi ülke olmanın ötesine geçerek, küresel mülteci krizinin temel nedenleriyle (çatışmalar, iklim değişikliği, yoksulluk) mücadele edilmesi için uluslararası platformlarda aktif ve öncü bir diplomatik rol üstlenmelidir.

Sonuç olarak, Türkiye için mülteci meselesi artık bir kriz yönetimi konusu değil, kalıcı bir toplumsal gerçekliktir. Bu gerçeği görmezden gelmek, yalnızca gelecekteki sosyal ve ekonomik sorunları derinleştirecektir. Bu nedenle atılacak adımlar, sadece bir insani sorumluluğun gereği değil, aynı zamanda Türkiye’nin kendi toplumsal barışının, istikrarının ve refahının stratejik bir yatırımıdır.

 

Kaynak: karar.com



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER