Tarih: 15.07.2020 02:36

Kültür savaşlarına kurban edilen mabet Ayasofya

Facebook Twitter Linked-in

Gazeteci yazar İslam Özkan Analiz Etti...

Ortaçağların fetihçi dönemlerinde mabetlerin farklı dini kimliklere bürünmesi, farklı dönüşümler geçirmesi, fatihlerin egemenlik hakkının bir parçası olarak değerlendirildi. Şehir fethedildikten sonra belirli bir dinin o kenti domine etmesi, mabetlerini kendi dininin sembolü haline getirmesi, fatihlerin egemenlik hakkı çerçevesinde meşru addedildi.

Haçlıların ele geçirdiği Kudüs’te, Endülüs medeniyetine son veren İspanya’da, Bizans İmparatorluğu’na son veren Osmanlı’da da benzeri durumlara rastlamak mümkün. Kiliseden camiye dönüştürülen mabetlerle dolu bir tarihsel süreçte çok sayıda mabet de camiden kiliseye dönüştürüldü. Ancak fethe maruz kalanın yanı sıra fatihlerin dinine mensup olanların bu kabullenişi, dinin evrensel ve otantik prensiplerinden daha çok güç merkezli bir değerlendirmeye tabiydi. Bu tür uygulamalar başka dinin mensuplarına saygıyı öğreten değerler dizininden çok Türklerin İslam öncesi alışkanlıklarından ve Osmanlı sarayına sızmış olan Moğol Hukuku’ndan kaynaklanmaktaydı.

Nitekim Hz. Ömer’in Kudüs Patriği’nin Kıyamet kilisesinde namaz kılma davetini “benden sonra gelen Müslümanlar Ömer bu kilisede namaz kıldı diye burayı camiye dönüştürebilirler” diyerek geri çevirmesi başka dinlerin mabetlerine karşı hürmet nişanesi olarak tarihe geçmekteydi. Öte yandan Hz. Peygamber Necran Hıristiyanlarını Medine’deki mescitte ibadet etmeye bizzat davet etmişti. İslam’ın ilk dönemlerinde prensip vaz eden bu tür uygulamalar her ne kadar İslam coğrafyasında sonradan ortaya çıkan imparatorluklara ilham kaynağı olmuşsa da bu prensipler giderek esnetildi, imparatorlukların hakimiyet iddiaları dini prensiplerin önüne geçti.

Modern dönemlerde meselenin daha çok kültür savaşları çerçevesinde sembolik boyutu öne çıktı, hınç ve arzu gibi duyguların nesnesi haline dönüştürüldü. Meseleye böyle bakıldığı içindir ki konunun tarihsel ve dini boyutu derinliğine ele alınamadı, daha çok diğer medeniyetlerin bu dinin mensuplarına reva gördüğü uygulamalar, Batı medeniyetinden alınan intikam ve belirli bir dinin başka dinlere üstünlüğü çerçevesinde ele alındı, en azından sağ ve muhafazakar kesimde mesele böyle algılandı. Zira diğer insanlarla ilişkilerinde ve günlük yaşamında son derece seküler, dinden azade ama kılık kıyafetinde belirli semboller konusunda son derece titiz olan insanların inandığı din, artık bir yaşam tarzı olmaktan çok semboller mücadelesinin bir aracı haline dönüşmüştü. Din kültür savaşları bağlamında artık hayatı düzenlemekten ziyade bir kutuplaştırma ve cepheleşme aracına dönüşmekteydi. Hal böyleyken Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine coşkulu destek verenler öte yandan Müslüman imparatorlukların tarih boyunca egemenliği altında tuttuğu topraklarda başka din mensuplarının mabetlerine dokunmadığını kanıtlamak için tarihsel örneklere sıkça başvurmaktan çekinmiyorlar.

Osmanlıların Balkanları kaybettiği tarihsel süreçte yaşanan travmanın yarattığı şovenist duyguların İslami rasyonaliteyi bütünüyle elimine ettiği ana kadar, bazı istisnalar hariç gayrimüslimlere ilişkin hukuka riayet edildi, bir anlamda azınlıklarla hakim unsurlar arasında akdedilen zımnî anlaşma gereği gayrimüslimler bu haklarından büyük ölçüde yararlandılar.

Ancak modern dönemde ulusal kimliğin inşası sürecinde artık o eski çoğulcu yaklaşım, yerini etnik temizliğe ve azınlıkların tasfiyesine bıraktı. Seküler olduğunu iddia eden ve bu konudaki ciddiyetini Ayasofya’yı camiden müzeye dönüştürerek kanıtlamak isteyen Cumhuriyet’in kadroları gayrimüslimlere karşı İttihatçı politikaların bir benzerini, gerek 6-7 Eylül olaylarında gerekse varlık vergisinde son derece sistematik bir şekilde hayata geçirdi.

Nitekim kendisini İslamcı olarak tanımlayan ama aslında muhafazakar bir bakış açısına sahip kesimle Kemalistler arasında azınlıklara dair yaklaşımlarda olması gereken mesafe, gelinen nokta itibarıyla büyük ölçüde kapanmıştır. Hem Kemalistler hem de İttihatçılar, son derece seküler iddialara sahip oldukları ve laik bir Türk kimliği inşa etmek istedikleri halde gayrimüslimlerin tasfiyesinde müttefik olmuşlardı. Ülkenin son 20 yılına damgasını vurmuş muhafazakarların ise Türkiye’de oluşturulmaya çalışılan ve hala bir türlü harç tutmayan ulusal kimlik oluşumuna zarar vereceğini düşündükleri sözde tehditlere karşı tutumlarında kendinden öncekilerle büyük bir benzerlik gösterdiği aşikar.

Giderek devletçi kimliği özümseyen, İttihatçı söyleme tabi olan ve bunu ideolojisinin bir parçası haline getiren muhafazakarların son dönemde yetkinleşen politik tutumu da bu doğrultuda kristalize olmakta. Tarih ilginç bir şekilde birbirine hasım olduğu düşünülen İttihatçılık, Kemalizm ve muhafazakarlığı aynı ordunun neferleri haline getirmekte, birbirleriyle olan hesaplaşmalarını bile aynı söylem ve mantalitenin sembolleşmiş ritüelleri üzerinden gerçekleştirmektedir.

Öte yandan muhafazakarlık, Kemalizmle hesaplaşırken bile ikircikli tutumunu sürdürmekte Ayasofya’yı müze yapan Bakanlar Kurulu kararına cepheden karşı çıkıp eleştirmek yerine resmî karardaki imzanın sahteliği üzerinden bir eleştiri sistematiği geliştirmektedir. Bu açıdan tıpkı Türkiye’deki diğer ideolojiler gibi muhafazakarlık da orijinal değerlerini açık ve kararlılıkla savunacak cesareti kendinde görememekte, M. Kemal Atatürk’ü alınan karardan temize çıkarmak için bir sahte imza hikayesini uydurabilmektedir. Türkiye’de diğer düşünce akımlarının yanı sıra muhafazakarlığın niteliksizliği de işte tam da buradan filizlenmektedir. En güçlü olduğu ve tam bir hegemonya kurduğu dönemde dahi düşüncelerini açıkça söylemekten imtina etmesi İslamcılığın ya da muhafazakarlığın ülkede geçmişte yapılan yanlışlarla ilgili gerçek bir hesaplaşmanın önüne görünmez setler çekerken, bizlere birileriyle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmayı önermektedir.

Hâlbuki Kemalizmle ve bütün otoriteryen geleneklerle gerçek hesaplaşma onun dayandığı ulusalcı, tektipleştirici, dini, etnik, mezhebi farklılıkları asimile edici, farklılıkları milliyetçiliğin potasında eritmeyi idealleştiren zorbalığına karşı mücadele vermekle olur. Tek devlet, tek millet, tek dil ve tek din anlayışının uzantısı olan mantaliteyi İslam’ın en otantik çağlarında bulmak mümkün olmadığı gibi 19’uncu yüzyılda modern ulus devlet ve modern milliyetçilikler sınırlarımızdan içeriye girene kadar buna rast gelmek dahi mümkün değildir.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —