Kubbeyi Tutan Aydınlık

Yazar Ahmet Mercan, düşünür şair ve yazar Sezai Karakoç’un vefatı sonrasında, onunla ilgili bir yazı kaleme aldı. Bizde o yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

Kubbeyi Tutan Aydınlık

16 Kasım 2021’de Üstad Sezai Karakoç, dünya sürgününü tamamlayıp “Dost”una döndü. Onsuz bir ülke Hızır’ın nefesinin eksikliğini hisseder. Sezai Karakoç’u anlamak ve meramını derinden idrak etmek bu nedenle vefatı sonrası çok daha önemli. “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız” mısrasının hikmetinin saklı olduğu bunun sarsıcı bir ifadesi olsa gerek.

Yaşadığımız çağda Karakoç, duruşu, düşüncesi, tavrı ile Cumhuriyet döneminde kıyaslanamaz, benzersiz bir yere sahiptir. Öncelikle mütefekkir olarak taşıdığı sorumluluk, anlamaya ve açıklamaya değer bir durum olarak karşımıza çıkar. Mütefekkirler kendi tarzlarını kendileri belirlerler. İdrak ve üretim açısından doğuştan taşıdıkları vasıfları sorumlulukla buluşturduklarında, insana, topluma ve insanlığa kutup yıldızı misali yol gösterirler.

Sezai Karakoç daha gençliğinde kendisini kuşatan sorumluluğu fark etti.

“Ben geldim geleli açmadı gökler;

Ya ben bulutları anlamıyorum,

Ya bulutlar benden bir şeyler bekler.”

Geçmişin özünü süzüp, yeni düzleme estetik ve derinlikli işçiliğiyle sunmada şairliğin imkânını son derece etkili kullandı. Toplumun ihtiyacını derinden hissetmesi onu zor, meşakkatli, fedakâr ve yalnızlığın çağrısına muhatap kıldı. Bu şüphesiz nefsi kurtarmak için uzlete, bir köşeye çekilmek değildi. Üretken bir konumda, şikâyetsiz, beklentisiz, talepsiz bir tavrın bilinçli seçimiydi. Bu soylu yalnızlığı bereketli üretime dönüştüren Karakoç, zaman ipinden medeniyetin sütunlarını bir dantel estetiği ile inşaya durdu. Batı kültürünün devlet eliyle bütün alanlarda dayatıldığı özellikle ilk elli yılda karşı koyuşlar, Cumhuriyete karşı Osmanlı’yı, kurucu aktöre karşı saltanatı öne koyan ve dünyadaki sağ sol çatışmasında kendini sağ ile ifadesini bulan kapitalist cenahta konumlandıran bir anlayış, zihinleri kendi içine tutsak etmişti. Yetmişli yıllarda solun yükselişi Müslümanları sağcılık cenahında ülke ile sınırlı bir söyleme, daha da önemlisi “savunma” ile sınırlı kısır bir döngüde tutarken Karakoç’un ufku çok başkaydı. O, Buhara’dan Kudüs’e, Medine’den Endülüs’e düşlerin diriltici muştusunu inşa ediyordu. Sağ-sol ayrımının ahiret merkezli ontolojisini ele alıyor ve Asr-ı Saadet’ten, peygamberler tarihinden yola çıkarak düşünceyi ve hayatı değerine kavuşturuyordu.  İslam’ın mekânlar üstü, tüm zamanları ihata eden vasıflarını düşünce ufkuna taşıdı. “İslam Milleti” ve “Medeniyet” vurgusu Diriliş ruhunun eksenini oluşturuyordu.

Diriliş; insanı, toplumu, insanlığı, dünya ve ahireti kapsayan var olma durumunun ifadesi olarak bir çığır açma ve konumlama halidir. Diriliş söylemi sade, reaksiyonsuz, gündeme teslim olmayan, duru bir nehrin akışını simgeleyen güçlü fikir kalesidir. Duygunun küçümsendiği, akıl adına dengenin sarsıldığı Batı düşüncesinden etkilenmeden Karakoç, aklı ve duyguyu satırlarına ve satır aralarına taşıyarak derin hikmetle zirvede buluşturdu.

Karakoç sadece teori ile sınırlı düşünsel düzeyde kalmaz. Pratiği önceleyen resimler de fikirlerinde yeşerir. İslam Birliği ve İslam Ortak Pazarı gibi fikirleri Milli Görüş’ün programa aldığını ve kendisine sorulmadığından kırgın olduğunu bir sohbetinde dinlemiştim.  Ulemadan yoksun, hafızası kazınmış bir dönemde Karakoç, omuzladığı yükün farkındaydı. “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz!” sitemi yerinde bir tespit olarak meselenin bir medeniyet boyutunda Diriliş çabası olduğunu önümüze koyar.

Bu ülke Karakoç’u anlamada vakit kaybetti. Güncel, ateşli, gündemlerin kışkırtıcı büyüsüyle karşı tepkilerin kıstasında vakit kaybedildi. Özellikle seksenli yıllardaki tercüme faaliyetleriyle oluşan bilincin ateşli vurgusu, savrulmaya fırsat verir bir mahiyet arz etmekteydi. Sağ-sol ikliminden kurtulma çabasının psikolojik ve sosyolojik Müslümanlık yetmezliğini ortaya çıkarması anlamlıydı. İslam’ı bütün boyutlarıyla bütüncül bir kavrayışla “muştu” olarak kucaklama imkânının ortaya çıkması büyük öneme haizdi.

Üstad Karakoç bu durumu şüpheye yer bırakmayan berraklıkla şöyle ortaya koyar:

“Her Müslüman önce kendi iç dünyasında Müslüman olmalı, fakat ondan ayrılmaz bir şekilde toplum içinde ve toplum halinde de Müslüman olmayı idrak etmeli. Ve nihayet bu psikolojik ve toplumsal muhtevaya mutlaka tarih şuurunu da eklemeli.”

Karakoç; dengeli, sade ve bütüncül bir “orta yol” çizgisini inşa ederken birikimini “İslam tarihinden damıtarak” ortaya koymuştur. Bu itibarla eserlerinin etkisinin her zaman önemini koruyacağını belirtmekte fayda var.

Karakoç, Batı eleştirisini de toptancılığa düşmeden ele alarak yapar. Arayışını sürdüren düşünürlerin çabasını görmezden gelmez. Batıyı zihniyet üzerinden, maddede hapsolması, insanı ihmal etmesi üzerinden ele alır:

“Tanrıya teslim olmayan, eşyayı teslim alamaz.”

Gençlik dönemimde modernite okumalarımda teknolojinin büyüsünden ve onun batının elinde olmasından etkilenmiştim. Bütün okumalarıma rağmen teknolojinin sahipleri karşısında alttan almayı beraberinde getiren durumdan Üstadın bir mısrası ile kurtuldum:

“İnsanlar gökte uçtu ama yerde öldüler.”

İnsanın maharetinin erdemden kopup yıkıcı silaha dönüştüğünü böylesine etkili anlatan bir vurgu karşısında bilincim yerli yerince sağlığına kavuştu. Mütefekkirler, olayların ve kişilerin ötesinde, varlık boyutunda, fıtrat düzleminde daha sorunlar ortaya çıkmadan düğümleri çözerler.

Düşünürler kalabalıkların anladığı, takdir ettiği kimseler olmadılar. Varlık tasavvuru sahibi olmaları dolayısıyla farklı söylemlerin mensupları tarafından da kabul ve taltif görmezler. Bu durum “Sırat-ı Müstakim” üzere tercihini yapmış, bağını varlığın sahibiyle kurmuş olanlara bir beklenti oluşturmaz.

“İyi ki bilmiyor kalabalıklar

Yağmura bakmayı cam arkasından,

İnsandan insana şükür ki fark var;

-Birine cennetse, birine zindan-

İyi ki bilmiyor kalabalıklar.”

Karakoç’un varlık ve değer dünyasını anlamak ve istifade etmek, Mümince bir çabayı kaçınılmaz kılar. Düşünceleri ve şiiri yanında duruş ve tavırlarıyla da eşine az rastlanır bir Üstad’dan bahsediyoruz. Şiiri elbette çok daha farklı bir düzlemde tahlili gerekli kılar. Karakoç’ta tebarüz eden durum, sadeliğin fark edilmesi, hikmeti barındıran fikir ve tavır bütünlüğüdür.

Sanatçının uçarı olduğuna dair fikir, onların hayatlarındaki iniş ve çıkışları makul görmeye yönelik bir kabul gibidir. Konu Sezai Karakoç olunca durum değişir. Gözünü bulutlardan indirmeyen, kendi sorumluluğunu aşkla, bütün cefasıyla omuzlamış, sözüyle tavrını birbirine şahit kılmıştır. “Diriliş” mimarı, işçisi kendisine tekrar hayat bağışlanmışçasına ulu bir yükseklikten sözün ve pratiğin hakkını vermiştir. Dosdoğru bir yürüyüşle…

“Bana ne geldiyse geldi yukardan

Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar

Biri çıkmış gibi boş bir mezardan”

Tenhada kozasını ören bilge, hiç kimseden hiçbir şey talep etmeyen ve kimseye bir şey dayatmadan yolunu ve yöntemini verimli ve dosdoğru, inişi çıkışı olmayan bir güzergâhta inşa etmiştir. Burada hayranlık duyulacak adanmışlığın, sadeliğin ve teklifsizliğin gücünü ve güzelliğini görürüz.

Dünyanın cezbedici biyolojik yapısına ve talebine ödün vermeyen, her şeyin gösteriye çıktığı bir çağda, tasavvufi yapıların anonim şirket kurup ekran işgal ettiği bir zamanda mikrofona, kameraya sırtını dönüp ipekten kozasını örmesi onu izleyenlerin en fazla ders çıkaracakları yönüdür. Yaşantısıyla böylesine sade ve sıradan olmayı başarmak, çok güçlü bir başka boyutu aşikâr kılar. Ancak bulutların sırrı ile devinen, aşk bahsinde sır sızdırmayan bir duruş ve tavır…

Karakoç, sözünün gücünü her zaman aynı değerde tutmuş ve siyasi çalkantılara ödün vermeden, insanın fıtratını muhatap almayı sürdürmüştür. Nefes alır gibi doğal, aklı ve kalbi harekete geçiren etkisini, ne rejim ve sahipleri ne de kültür ortamı görebilmiştir. Bu durumdan da zerrece müteessir olmamıştır.

Sezai Karakoç “İslam Medeniyeti”nin işçisi olarak vaktini, çabasını bu yolda büyük bir “Biz” vurgusu içinde üretime dökmüştür.

O’nun “Biz” vurgusuna ait tasavvuru pusulamız olmalı…

 

Kaynak: insicam.net