Tarih: 18.03.2020 23:35

Korona ve siyaset

Facebook Twitter Linked-in

Olur olmaz her konuyu sansüre bağlayan, yazanı çizeni sık sık cezaevine yollayan bir ülke için bu durum çoğuna haklı olarak şaşırtıcı geldi.

Yeni coronavirüsü dünyanın sağlığıyla oyuncak gibi oynuyor. Kimi kapitalist, kimi sosyalist anlı şanlı devletler bu yayılmacı mikroskopik tehdit karşısında perişan halde. Çoğu hazırlıksız yakalandı. Bazıları şaşkın ve dağılmış durumda.

Bu arada yıllardır dünyayı meşgul eden bütün önemli siyasi mevzular ise mecburiyetten şimdilik bir kenara alınıyor.

Korunmaları için büyük devlet fonlarının, olağanüstü imkânların ve sayısız kadronun seferber edildiği siyasi liderler birer birer gözle görünmez düşmanın pençesine düşüyor. Yöneticilerini bile bu belâdan koruyamayan sistemlerin güvenilirliğinin sorgulanması da şimdilik erteleniyor.

Virüsün sıcakta yaşayamadığı tezinden hareket eden bazıları umudunu kuzey yarıküreye yaz gelmesine bağlamıştı ki, sıcak Afrika ülkelerinden salgın ve ölüm haberleri gelmeye başladı.

Bütün dünya yağmur duasına çıkar gibi, bir an önce aşının bulunup uygulamaya geçilmesini bekliyor. Aşının bulunduğunu söyleyenler ise kitlesel üretim için zamana ihtiyaç olduğunu hatırlatıyor. Aşı bulunsa dahi, yaşananların vahameti unutulacak gibi değil.

Dünya böyle sarsıcı bir salgının ağına düşünce, tahmin edileceği gibi komplo teorileri de sökün etti. Çin ABD’yi, ABD Çin’i virüsü bulaştırmakla suçladı. 

Coronavirüs salgını dünyanın başına gelen ilk âfet değil. Önceki salgın felâketleri hakkında medyada yer alan haberler çok bilgilendirici. Ama ülkelerin bu salgınlardan yeterli dersi çıkarmadığı görülüyor. En zengin ve gelişmişleri bile halkını yeterince koruyamadı. Teknoloji ilerlemiş, uzaya gidilmiş, oraya buraya korkunç füzeler yerleştirilmiş, trilyon dolarlık şirketler ortaya çıkmış -- ama bir virüs hepsinin üzerinden silindir gibi geçebiliyor.

Sadakatle vergisini ödeyen yurttaşlar alt tarafı üç kuruşluk test için ölüm pahasına bekletiliyor. Ne düzen ama! 

Türkiye’nin isabetli tedbirleri

Bu arada hiç umulmayan bir şey oldu; Türkiye Covid-19 salgınına karşı gerekli tedbirleri zamanında alan ve açıklık ilkesi gereği halkı sürekli bilgilendiren bir ülke olarak dikkatleri üzerine çekti. Olur olmaz her konuyu sansüre bağlayan, yazanı çizeni sık sık cezaevine yollayan bir ülke için bu durum çoğuna haklı olarak şaşırtıcı geldi.

Bu konuda Sağlık Bakanının hakkını teslim etmek gerekiyor. Panik havası yaratmadan gerekli adımların atılmasını ve devlet kurumlarının koordinasyonunu sağladı. İktidar da topyekûn bu çalışmaların arkasında durdu.

Gerçi tam tersi yönde görüşler de var. Aslında virüsün Türkiye’ye çoktan girdiği ama hastanelerin ilgili bölümlerine durumu saptayacak test kitinin verilmediği; Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ilân ettiği 50 milyar dolarlık fondan pay almak hesabıyla son bir iki günde “bizde de var” diye ortaya çıkıldığı ve konunun bu amaçla köpürtüldüğü iddia ediliyor.

Elbette kimse buna kolay kolay inanmak istemez. Ama halkın salgına karşı sergilediği duyarlılığı, tıpkı kıtlık ve savaş yıllarındaki vurguncular gibi, kolonya ve maske vurgunlarına dönüştürmek isteyenlerin zuhur ettiği de bir gerçek. Gerek sosyal medyada yer alan yalan yanlış haberlere, gerekse salgın fırsatçılarına karşı yetkili kurumların hızlı davranması ve serinkanlı bilgilendirmeleri, halk açısından olumlu ve eğitici rol oynuyor.

Şüphesiz kitlesel salgının henüz başındayız, Türkiye zengin bir ülke değil. Devlet kurumlarının tıkır tıkır işlemediğini de biliyoruz. Muhtemel bir salgına iktidarın, devlet kurumlarının ve ilgili personelin ne ölçüde hazırlık yapmış olduğunu zaman içinde daha iyi göreceğiz.

İktidar ve muhalefet uyumu gerekli

Bilindiği gibi, 1980’lerin sonundan itibaren başlayan küreselleşme döneminde Türkiye uluslararası planda yoğun ve geniş ilişkiler ağına sahip bir ülke haline geldi. Dünyayı kuşatan salgın karşısında korunmak kolay bir iş değil.

Eğer Türkiye Covid-19 salgınını az hasarla atlatırsa, hem iktidar hem de halk adına önemli bir başarı söz konusu olacak. Özellikle iktidar, gerekli adımları zamanında atmış olmaktan dolayı karnesine yazılacak her olumlu puanı hak etmiş olacak.

Böyle bir salgınla mücadele sadece merkezi hükümetin aldığı tedbirlerle başarılamaz. Muhalefete ve yerel yönetimlere de önemli roller düşmekte. Öneri ve eleştirilerin yapıcı bir dille ortaya konulması gerekir.

Muhalefetin yönetimindeki İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehir belediye yönetimlerinin gösterdiği çaba hiç göz ardı edilemez. Bu belediyelerin, iktidarın politika ve tedbirleriyle koordinasyon içinde çalışmalarının, uyumlarının, özel gayret ve hassasiyetlerinin altı çizilmeye değer. Belki de onların bu uyumu, salgının daha çabuk ve az hasarla alt edilmesini sağlayacak. 

Buharlaşan “beka” sorunu

Tabii bu salgın, iktidar, muhalefet, sınıf, ırk ve inanç farkı gözetmeden herkesi etkisine aldı. Ülkenin bütün önemli sorunları geri plana düşmüş gibi. Suriye ile Libya’da savaş halleri ve Doğu Akdeniz’de giderek artan gerilim, içeride tıkanan başkanlık rejimi, demokrasi ve adalet talepleri, medya ve özgürlükler sorunu, alıp başını giden ekonomik açmazlar ve artan işsizlik…

Hayat durmuş gibi ama dertlerimiz alttan alta derinleşerek devam ediyor.

Yıldıray Oğur’un Karar gazetesinde yayınlanan “Bir virüs dünyayı nasıl değiştirir?” (14 Mart 2020) başlıklı yazısında çok güzel ifade ettiği gibi, Covid-19 gündeme düşünce iktidarın bir türlü vazgeçemediği “beka” söylemi buharlaşıverdi. Haklı; siyasetimizin köklü meselelerinin ne spor müsabakaları gibi ertelenmesi, ne de kendini unutturması söz konusu.

Gerçekten de daha düne kadar bir numaralı gündemimiz, yıllarımızı alan ve hayatımızın her ânına nüfuz eden “beka” sorunumuz, Suriye meselesi ve onun saçaklanmış son aşaması olan İdlib anlaşmazlığıydı. Konu birden sessizliğe büründü. Halbuki, bırakın İdlib’te savaşmayı, neredeyse Meclis’te bile konuyu doğru dürüst konuşmayı başaramayıp, karşılıklı siperlere girmiştik. 

Ortak devriyeler

Rusya ile “savaşa ha girdik, ha gireceğiz” noktasına gelmiştik.  Muhalefetin konuyu bir tür ulusal gurur meselesi haline getirip sergilediği sert eleştirilere rağmen, Cumhurbaşkanı Erdoğan bütün ekibiyle Moskova’ya gitti ve orada Putin’le uzlaşıp yeni bir ateşkes sağladı. Bu, rahatlatan bir gelişmeydi. İdlib’te ateşkesin sağlanması, iktidara Covid-19 salgınına karşı mücadelesinde nisbeten sorunsuz ve barışçı bir ortam sundu.    

 

15 Mart itibariyle Türkiye ve Rusya M-4 karayolunun altışar kilometre kuzey ve güneyindeki şeritlerde ortak güvenlik devriyelerine başladı. Bazı pürüzler olsa da ateşkesin devam etmesi gerekir. Türkiye’nin içeride büyük bir salgınla mücadele ederken dışarıda savaş profilini sürdürmesi kimsenin aklına getireceği bir durum olmamalı.

 

Moskova mutabakatını Türkiye için basbayağı zafer olarak görmek bariz bir abartı. İçeriğinden hareketle hezimet olarak nitelemek de karşıdaki gücün Rusya olduğunu hesaba katmayan bir sübjektivizm. Hele ulusal gururun içine düştüğü durumu ölçmek için Kremlin Sarayı’nda diplomatik kronometre çalıştıranlara söyleyecek söz bulamıyorum.

 

En kötü barış savaştan iyidir

 

Geçici de olsa, uzun bir haksızlıklar zincirinin ara evresi de olsa, ateşkesi ve geçici barışı her gün şehit cenazesi gelmesine daima yeğlerim. Dahası, bu hususta son sözü söyleyenin Putin gibi demokrasi ve özgürlüklerden nasibini almamış biri olması da fikrimi değiştirmez.

 

“En kötü barış bile savaştan iyidir” anlayışının insanlığa her zaman nefes aldıran temel bir düstur olduğunu düşünenlerdenim. Zaten bu nedenle, öncesi ve sonrasındaki tartışmalı pozisyon ve sorunlara rağmen Moskova Mutabakatı’yla gelen ateşkes ve geçici uzlaşma, uluslararası kamuoyunda genel bir memnuniyet havası yarattı.

 

Elbette farkındayım, Moskova Mutabakatı öncesi Türkiye’nin kendi politikaları sonucu içine düştüğü yalnızlık ve çaresizlikle oradan oraya sürüklenmesi; dostluklardan düşmanlıklara, düşmanlıklardan dostluklara savrulması, hem ibretlik bir olaydı, hem de olağanüstü can sıkıcıydı. 

 

Yanlış yerde yapılan politik yığınak…

 

Türkiye’yi Suriye meselesinde bu kritik noktaya, AK Parti iktidarının vakt-i zamanında önünü arkasını hesaba katmadan attığı politik adımlar ve Kürt sorununun barışçı çözümünden uzaklaşması taşıdı. Şüphesiz bunun hikâyesi yazılmaya girişildiğinde, iktidarın kendini savunacağı birçok gerekçesi olacaktır.

 

Ama tıkanmanın yaşandığı o eşikte demokratik, barışçı, çoğulcu ve kucaklayıcı bir vizyonda diretilseydi, her türlü dayatmaya karşın yine de olumlu bir rota çizilebilir ve geride bıraktığımız sancılı yıllar başka türlü yaşanabilirdi.

 

Bu bakımdan, geriye bakarken süreci Arap Baharı’nın başladığı dönemden almak isabetli olur. Gürbüz Özaltınlı’nın Serbestiyet’te yayınlanan “Bu günlere nereden geldik” başlıklı yazısı (28 Şubat 2020) o zamanı ve kırılma noktalarını gayet derli toplu özetliyor.

 

AK Parti iktidarı geldiği bu noktayı gözden geçirecek durumda mı derseniz, şimdilik bunun belirtileri pek görünmüyor. Buna girişse bile geç kaldığını söylemek yanlış olmaz. Çünkü iktidar tarafından kırılıp dökülmeyen bir toplum kesimi neredeyse kalmadı. İktidar inandırıcılığını kaybetti.

 

İdlib anlaşmazlığının ve sığınmacı krizinin yarattığı kaos ortamında AB ile geliştirmeye çalıştığı yeni ilişki ise  sanki arka planında taktik amaçlar varmış gibi bir his uyandırıyor. Yurttaş olarak biz, her zaman samimi bir çaba gösterilmesini bekleriz. Ders çıkarmak için hiçbir zaman geç değildir.

 

Konuya coronavirüsü salgınıyla başlamıştık, ama görünen o ki, siyasetin ağır sorunları corona günlerinde bile kendini unutturacağa hiç benzemiyor.

 

Dileğimiz, savaşsız ve virüssüz günler…




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —