SORULAR CEVAPLARDAN DAHA ÖNEMLİDİR!
Üstün Bol: Koray Demir ismi çok tanıdık gelmiyor bize, en azından bana. Öncelikle Koray Demir’i tanıyarak başlayalım isterseniz.
Koray Demir: 1974’te İzmit Gölcük’te doğdum, ancak aslen Sivaslıyım. Babam deniz kuvvetlerinde subaydı; bu nedenle çocukluk yıllarım Türkiye’nin çeşitli kıyı şehirlerinde geçti. Son 23 yıldır film yönetmeni olarak dünyanın farklı ülkelerinde reklam filmleri, dramalar ve belgeseller üzerine çalışıyorum.
Üstün Bol: Mesleğiniz izleyici olmak dışında benim yabancısı olduğum bir sektör. Hangi ülkelerde ne tür projeler ürettiniz. Aldığınız ödüller var mı? Film yönetmenliğini nasıl seçtiniz, çocukluk hayaliniz miydi?
Koray Demir: Son olarak yönettiğim “Kut’ül Amare: Masaldan Gerçeğe” adlı belgesel film, 12 ülkede 20’den fazla ödüle layık görüldü. Ancak, ne yazık ki eleştirel düşüncenin karşılık bulmakta zorlandığı Türkiye’de film neredeyse hiç konuşulmadı. En son, İspanya Zaragoza’daki Saraqusta Tarih Filmleri Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne değer görüldü. Yüzlerce İspanyol seyirci, tarihsel olarak kendilerine uzak bir hikâyeyi dikkatle izledi, film bitiminde de yoğun bir merak ve anlama arzusu ile sorular sordu. Bu bana bir şeyi hep hatırlatır: Filmler, onları inşa eden insanın kendi ruhundan kelimelere üflediği bir varoluş biçimidir. Saramago’nun dediği gibi, “Göz, belki de insan bedeninde hâlâ ruh barındıran tek uzuvdur.” Ne gördüğümüz, neyi görmeyi arzuladığımız ve başkalarına neyi göstermek istediğimiz, hayattaki yerimizi belirler. Bu yüzden yaptığım işi salt teknik bir meslek değil, düşünsel ve estetik bir sorumluluk olarak görüyorum. Zira bugün dünya, giderek artan şekilde ‘görme’ duyusu üzerinden okunuyor ve bu da ‘gösteren’ olmanın yükünü daha da ağırlaştırıyor. 2008’de sıradan işlerle meşgulken önüme gelen bir proje, adeta hayatımda yeni bir sayfa açtı. Kur’an’ın görselleştirilmesine dair bir projeydi bu. Ardından Mekke ve Kâbe’nin dönüşümüne dair bir belgesel teklifi geldi. Bu projeyi Katar’dan gelen benzer bir teklif izledi. Böylece Orta Doğu’dan Balkanlara uzanan geniş bir coğrafyada, uzun yıllar çalışma şansım oldu. Bugün hâlâ özel bir proje geliştirilmesi gerektiğinde, bu coğrafyalardaki birikimi kullanarak üretim yapmaya çalışıyorum. Körfez ve Balkanlar’daki bu yoğun mesai, tarihsel ilgimi de derinleştirdi. Bu süreçte pek çok saha araştırması yapma imkânı buldum. Zamanla fark ettim ki öğrenme amacıyla çıktığım bu yolculuk, bize anlatılan millî ve dinî anlatılardaki çelişkileri daha yakından görmeme, sorgulamama neden oldu. Anlam veremediğim ya da çarpıtıldığını hissettiğim her mesele, beni olayların gerçekleştiği yerlere yöneltti.
Milli, Dini, Tarihi Hikâyeler
Üstün Bol: Olay yerlerinde ne görmeyi amaçlıyordunuz, bu ziyaretlerin amacı neydi?
Koray Demir: Tarihsel olaylara yaklaşımımda birkaç temel yöntemim var. İlki, olay nerede yaşanmışsa oraya mutlaka gitme gerekliliği. Çünkü, üzerinden yüzyıllar geçse de mekânlar bazı ipuçlarını hâlâ taşır—tabii, bakmasını bilirseniz. İkinci yöntemim, anlatının kimlere söz hakkı tanıdığına ve kimlerin sesini bastırdığına dikkat etmektir. Sadece bu bakışla bile, hakkında bilgimiz olmayan hatta hakkında kesin kanaate sahip olduğumuzu sandığımız olayların bile altında bambaşka gerçeklikler yatabileceğini fark edebiliriz. Üçüncü olarak ise, empati olmadan tarihsel bilgiye ulaşmanın neredeyse imkânsız olduğunu düşünüyorum. Bir olayın faillerinin niyetini, koşullarını ve içsel dünyalarını anlamaya çalışmadan, olayın neden ve nasıl geliştiğini kavrayamayız. Elbette bu empatiyi, sempati duyduğunuz kişilerle kurmak kolaydır. Ama anlatının diğer ucundakilerle empati kurmak—hele ki onların düşünce iklimine yabancıysanız—zorlu bir yolculuktur. Bunun için, aidiyet hissettiğiniz tüm kimliklerle aranıza mesafe koymanız gerekir. İşte empati kurmanın ilk adımı budur. Zor bir süreçtir; ama her adımda gerçekliğe bir nebze daha yaklaşmanın getirdiği aydınlık sizi bekler. Bu tür yöntemler olmadan yapılan tarih arayışları çoğu zaman tesadüfe kalır, dayanağı talih olur. Ve talihe dayanma hali, çürük bir ipliğe rüya dizmek gibidir. Ama bu, çok daha uzun bir tartışmanın konusu, burada durayım… Benim tarihsel ilgim, özellikle geç dönem Türk tarihi (milli kimlik) ve erken dönem İslam tarihine (dini kimlik) odaklanıyor. Osmanlı hinterlandı ise bu iki alana dair merakımı besleyecek kadar zengin bir saha sunuyor. İlgimi çeken olayların peşine düşüp, mekânları görerek, kaynaklara ulaşarak kendi anlatı izleğimi oluşturmaya çalışıyorum. Bu çabanın çıkış noktası da bize anlatılan millî ve dinî hikâyeleri yeniden biçimlendirme, gerçekte ne olduğunu öğrenme arzusudur. Mevcut anlatılardaki açıklamaları yeterli bulmayan, tatmin olmayan bir arayış bu. Ve bu arayış, beni sonunda “Devlet Aklı Kimin Aklı?” kitabına götürdü.
Üstün Bol: Kitabınızda milli ve dini tarih anlatısının meraklı bir gözle yeniden yorumlanması dışında soru sormaya yönelik ciddi bir atıf ve yönlendirme de var. Soruların cevaplardan daha önemli olduğunu ilk ne zaman fark ettiniz? Ve bu fark ediş hayatınızı nasıl değiştirdi?
Koray Demir: Güzel bir alan açtınız bana. Benim için sorular cevaplardan her zaman daha önemdir. Çünkü cevapları bulmak kolay değildir. İnsanlık binlerce yıldır çeşitli soruların yanıtlarını arıyor ama çoğuna hâlâ ulaşabilmiş değil. İnsanlık tarihi kadar uzun bir arayış bu. Bu yüzden cevaplar bir hedef olabilir, ama sorular bir yöntemdir, bir eylemdir. Doğru soruları sormak hem mümkündür hem de elzemdir. Çünkü doğru sorular, bize anlatılanların yanlış olduğunu fark ettirebilir. Çünkü cevabı bilmeseniz de doğru soruları sorarak mevcut anlatının yanlış olduğunu anlayabilirsiniz. Bunu bilirseniz yanlış anlatıyla kendiniz arasına mesafe koyabilirsiniz. Bunun için doğruyu bilmeniz gerekmiyor. Hâlâ cevapları bilmiyor olsak da sorular sayesinde yanlış anlatıların dışına çıkabiliriz. Doğruya ulaşmanın ya da ona en yakın yere ulaşmanın en sağlam yolu budur: Önce yanlıştan arınmak. Bazı soruların cevabını tamamen, bazılarınınkini kısmen bulabiliriz; bazılarına ise asla ulaşamayabiliriz. Ama bu süreçte, yanlışlardan arınmak mümkün olur. Ve bu da bizi doğruya yaklaştırır. Tüm bu zihinsel ve ruhsal tekâmül ancak soru sorarak gerçekleşebilir. Soru sormaya cesaret etmeliyiz. Bu bir cesaret meselesi. Soru sorma cesareti, bana göre bir insanın geliştirmesi gereken en önemli becerilerden biridir. Bugün bilgi çok fazla, her yerde ve herkesin elinin altında. Ama böylesi bir çağda, salt bilgi değil, soru sorabilme yetisi değerlidir. Çünkü her gerçek soru, yeryüzündeki güç yapılarını ve onların dayandığı zemini sarsar. Bu yüzden doğru soruları sorarak da insan adalet arayışına çıkabilir. Doğru soruları sorarak da insan kendisiyle ilgili, kendini gerçekleştirmeyle ilgili mesafe alabilir. Gerçekte neyin olduğunu ya da neyin olmadığını anlayabilme yolculuğuna çıkmak için en önemli mesafeyi katedebilir. Bu sorgulama süreci benim hayatımda daha ilk gençlik yıllarımdan beri süregelen bir yolculuktur. Örneğin çok konuşulan şu soru: “Gerçek İslam nedir?” Cevabı henüz net olmayabilir, ama bu sorunun bizzat kendisi çok kıymetli. Çünkü bu soru sayesinde “gerçek İslam’ın ne olmadığını” fark edebiliriz. Bu ve benzeri soruları unutmadan yaşayabilmek cevaplardan daha önemlidir.
Üstün Bol: Soru sormamızı engelleyen şey biraz da aidiyetler midir? Türk olunca o aidiyetle bir milli anlatıyı ezberleriz. Şii ya da Sünni olunca o aidiyet bize hakikat dışında başka bir anlatıyı ezberletir. Bir cemaate, cemiyete dâhil olduğumuzda bu dâhiliyet başka bir ezberi içselleştirmemizi gerektirir ve aksi halde zaten dışlanırsınız.
Koray Demir: Evet, yaşam içerisinde bunu keşfediyoruz tabi ki. Aidiyetler, çoğu zaman soru sorma cesaretimizi törpüler. Çünkü her aidiyet, beraberinde bir ezberi ve bu ezberin dışına çıkıldığında yaşanacak dışlanma riskini getirir. Türk olduğunuzda, size öğretilen millî anlatıyı sorgulamak nankörlük sayılır. Şii ya da Sünni olduğunuzda, o mezhebin anlatısı sorgulanamaz kabul edilir. Bir cemaate, bir topluluğa ait olduğunuzda, onların gerçeklik anlayışını tartışmak size “hain” ya da “sapkın” etiketiyle geri döner. Ve evet, aksi durumda çoğu zaman dışlanırsınız. Benim hayatımın büyük bir kısmı bu ezberleri sorgulayarak geçti. 51 yaşındayım ve yıllardır etrafımı saran dünyayı anlamaya, bu anlamayı da kendi aklımla ve vicdanımla inşa etmeye çalışıyorum. Hayatım boyunca hiçbir topluluğa körü körüne ait olamadım. Bana verilenleri sorgulamadan içselleştiremedim. Bu da beni, kendim olarak var olabilmenin yollarını aramaya yöneltti. Ve bu arayış, doğal olarak soru sormayı zorunlu kıldı. Bugün açıkça söyleyebilirim ki, 21. yüzyılda “insan onuru”; anlamadan, bilmeden, emin olmadan sadece veri taşıyıcısı olmayı kabul etmemekle mümkündür.
Aidiyetler elbette konfor sağlar. Milli, dini ya da toplumsal aidiyetler insanı birçok sorudan muaf kılar, insana sosyal güvenlik sunar, yalnızlığını azaltır. Ancak bu aidiyetlerin hemen hepsi, düşünsel dünyada bir “aynılaşma” talebiyle gelir. Bu talep zamanla sizi pasifleştirir. İçinizde doğuştan var olan itiraz damarını kurutur. İşte bu yüzden, fikirler ve inançlar söz konusu olduğunda, tüm kimlikli aidiyetlerin ötesinde, özgür düşünebilen bir zihinle hayata karşı durmak gerekiyor. Bu, benim şahsi düsturum. Kültürel, kimliksel ve tarihsel olarak ait olduğum her şeye saygı duyarım; ama nasıl düşüneceğime, neyin doğru neyin yanlış olduğuna, bu aidiyetlerin dışında karar vermeye çalışırım. Bunu da ancak ve ancak, sürekli soru sorarak, soru sorma cesaretini göstererek mümkün kılabiliyorum.
Bilgi mi, Bilinç mi?
Üstün Bol: Bilgi çok muğlak bir şey. Mutlak bilgi var, muğlak bilgi var. Özellikle çağımızda bilginin dağıtımının çok hızlandığı ve erişiminin kolaylaştığı bir çağda bilgiyle bilinç arasında bir tercih yapmanız gerekirse hangisini tercih edersiniz. Yani salt bilgi mi yoksa bilginin sağılmış, işlenmiş hali bilinç mi?
Koray Demir: Hayır, bilgiyi her haliyle önemsiyorum. Yanlış bilgi de muğlak bilgi de doğrunun yolunu açan taşlar olabilir. Çünkü meseleleri gerçekten anlayabilmek için her tür bilginin izini sürmek gerekir. Bu, doğruya ulaşmanın olmazsa olmazıdır. Düşünün; bir hâkim birinin suçlu ya da suçsuz olduğuna karar verecekse ne yapar? Delil toplar, görgü tanıklarını dinler, bilgi sahibi olanları sorgular. Ve yeterli veriye ulaştığında ancak bir hüküm verir. Ben de diyorum ki, bilgiye ulaşmak isteyen bir kişi, en az bir yargıç kadar titiz, bir polis dedektifi kadar şüpheci olmalıdır. Bilginin peşinden gitmeli, şahitleri dinlemeli, ama bu dinleyişte onların kimliklerinden sıyrılarak, söylediklerine nötr bir dikkatle yaklaşmalıdır. Çünkü bilgiye ‘sempati’ duyarak yaklaşmak, onun içindeki manipülasyonu gözden kaçırmanıza sebep olabilir. Sorunuzun asıl vurgusunun burada yattığını düşünüyorum. Yani, salt bilgi mi bilinç mi? Bilgiye kimlikli benlikle yaklaşırsak, doğruya ulaşamayız. Bilgiyi söyleyenden bağımsız, kendi benliğimizden arınarak, analitik bir düşünceyle değerlendirebilirsek; işte o zaman bilgi, gerçekten kıymetli hale gelir.
Üstün Bol: O zaman ikisini ayırmak lazım. Söyleyenden kaynaklanan bir bilgi değil hakikatten kaynaklanan bir bilgiye bilgi diyebiliriz.
Koray Demir: Kesinlikle öyle. Bu ben ya da bir başkası olabilirim, fark etmez. Kim olursa olsun, ortaya bir iddia koyuyorsa, kıymetli olan o iddianın içeriğidir. Elbette söyleyen kişinin karakteri, geçmişi, tutarlılığı inandırıcılığı artırabilir. Ama iddianın gerçekliği, ancak içeriğiyle ölçülmelidir. Yani iddia, söyleyenden bağımsız yargılanmalıdır. Ancak bu şekilde manipülasyondan kurtulabiliriz. Hülasa: Tarihte gerçeklik arayışına çıkmak isteyen biri, o gerçekliği örten güç yapısını, erk ilişkilerini, hâkim algı kalıplarını tanımalı ve tarih adı altında dolaşan bilgiden bu iktidar etkilerini ayıklamalıdır.
Üstün Bol: Bugün yaşadığımız hem dini, hem milli, hem tarihi hikâyenin asıl problemi bu değil mi? Bize anlatılan şeyin mutlak doğruluğu üzerinden bir sorgusuzluk hali hâkim toplumda.
Koray Demir: Evet, tam da öyle. Bugün yaşadığımız tarihsel, millî ve dinî anlatıların temel sorunu, bunların mutlak doğru olarak sunulması ve sorgusuzca kabul edilmesi. Meşhur sözle söylersek: “Tarihi galipler yazar.” Bu doğru. Ama mağlupların yazdığı tarihte bile bir “galip” vardır. Çünkü tarihçi de bir insandır ve dış etkilere tamamen açıktır. Dolayısıyla insan eliyle üretilen her metin gibi, tarih metinlerinin de birkaç kez tetkik edilmesi gerekir. Yani şu sorular hep masada olmalıdır: Bu metin hangi baskıların, hangi dönem streslerinin etkisinde yazıldı? Hangi isimler anıldı, hangilerinden özellikle bahsedilmedi? Hangi olaylar aktarıldı, hangileri sistematik biçimde yok sayıldı? Tüm bunlar, tarihçinin hangi etkilere maruz kaldığını anlamakla çözülebilir. Ne yazık ki bu tür bir sorgulama nadiren yapılıyor. Bu yüzden de bize aktarılan her şey, sorgulanamaz “bilgi” olarak kabul görüyor.