Kendini Devletin Sahibi Görmek

ADNAN BOYNUKARA'NIN YAZISI;

Kendini Devletin Sahibi Görmek

Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren var olan ve yıllar içinde değişiklik göstererek varlığını sürdüren sahiplik anlayışından kurtulmak, devletin demokratik dönüşümü için önemlidir. Çözüm ise milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin benimsediği “ulu devlet” ile sol ve seküler kesimlerin sıklıkla atıf yaptığı “ulus devlet” anlayışlarının gözden geçirilmesidir.

ADNAN BOYNUKARA / 4 MAYIS 2020

  •  
  •  
  •  
  •  
  •  
  •  
  •  
  •  
  •  

Devlete ilişkin yönetim modelleri, genel anlamıyla, yöneticilerin göreve geliş biçimleri üzerinden analiz edilir. En yaygın tasnifleme ise seçimle ve aile/kan bağı üzerinden göreve gelmedir. Bu iki model arasındaki temel fark; (1) seçime dayalı devlet yönetim modelinde, göreve gelme biçimini, görevde kalma süresini ve yönetim sürecinin sınırlarını tayin eden yasal mevzuatın varlığı, (2) aile/kan bağı üzerinden devlet yönetim modelinde ise hiçbir sınırlılığın olmaması veya sınırlılığın da yönetici tarafından belirlenmesidir.

Aile/kan bağına dayalı devlet yönetim modelinin temeli, “sahiplik” prensibine dayanır. Yani; görevde olan kişi ve onun ailesi, ülkenin anayasasına göre, ülkenin/devletin sahibidir. Bu duruma en iyi örnek Arabistan’dır. Dikkat ederseniz, ülkenin ismi dahi, yönetici ailenin ismi nedeniyle, Suudi Arabistan’dır. Anayasaya göre Suud ailesi ülkenin sahibidir. Ancak tartışmak istediğimiz konu bu değil. Yönetimin seçimle belirlendiği ülkelerde de zaman zaman “kendini devletin sahibi görmek” anlayışı ortaya çıkabiliyor.

Sahiplik Anlayışı

İmparatorluklar döneminin sonlarına doğru ivme kazanan milliyetçilik eğilimleri üzerine ortaya çıkan “devleti kurtarma” fikriyatı ile yönetim süreçlerinde gördüğümüz “kendini devletin sahibi görmek” anlayışı benzer motivasyonlardan beslenmektedir. Kurtarıcılık ile sahiplik iddiası arasındaki en temel fark; milleti kurtarma anlayışının, kimi farklılıklar olsa da, eşit vatandaşlığı esas alması, sahiplik iddiasının ise eşit haklara sahip oldukları değerlendirilen vatandaşlar arasında ayrımcılık yapması ve bir grubun veya siyasi anlayışın kendini üstün görmesidir.

Kurtarıcılık fikriyatının, süreç içinde “kendini devletin sahibi görmek” anlayışına evrilmesini besleyen bazı temel faktörden bahsetmek mümkün; (1) siyasal partilerin demokrasi anlayışı, (2) iktidarda kalma süreleri, (3) dünya siyasetine egemen olan yönetim perspektifinin etkisi, (4) devlet yönetiminin şeffaflığı konusundaki isteksizliği, (5) yapılanlara ilişkin hesap verme taleplerinin güvensizlik olarak kabul edilmesi, (6) demokrasi ve hukuk taleplerinin ülkeyi “bölmeye” yönelik faaliyetler olarak değerlendirilmesi. Tüm bu faktörler üzerinden oluşturulan genel siyasi iklimin sonucunda kendini devletin sahibi görme anlayışı ortaya çıkabiliyor.

Devletin yapısı ve tanımlayışına ilişkin değerlendirmeler de, bu anlayışın yeşermesine zemin hazırlar. Eğer devlet, kuralları olan ve tüm süreçlere ilişkin sınırları belli bir usul devleti, yani hukuk devleti olarak tanımlanırsa, bu tür fikirlerin karşılık bulması zorlaşır. Sahiplik iddiasının en kolay geliştiği ülkelere ilişkin değerlendirme yapıldığında, devletin ve toplumun bir etnisite üzerinden tanımlandığı ülkelerde bu sorunun çok sık ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bu nedenle dikkat edilmesi gereken konu, devleti etnisite üzerinden değil, entite olarak kavramak ve bunu da sınırları net usullere bağlamaktır. Çünkü yaşadığımız çağda toplumları bir arada tutmak için ulus inşasına değil, şeffaflığı temel alan hukuk/usul devleti inşasına ihtiyaç var. Yani; devleti bir mitos halinden çıkarmak.

Devlet Önemsiz mi?

Bu tür konular gündeme geldiğinde, karşı argüman olarak geliştirilen tepki; “peki, devlet önemsiz mi?” şeklinde oluyor. Aslında bu soru ile tartışılan konu arasında herhangi bir ilişki yok. Yine de cevaplamak gerekirse, yapılan tartışma ve önerilerin hiçbirisi devleti önemsiz hâle getirmez. Daha da önemlisi, devlet aygıtını önemsiz kılma amacı da taşımaz. Devletin demokratikleşmesi, yönetim süreçlerinin şeffaflaşması, uygulamalara ilişkin hesap verebilir olması ve tüm vatandaşlara karşı eşit sorumluluk sahibi olmasını talep etmek, devletin güçsüz olması anlamına gelmez. Tam tersi güçlü olması ve gücünü de kimi ‘kurumlardan’, merkezlerinden ve kutsallık iddialarından değil, tüm vatandaşların ortak sahiplilik anlayışından almasıdır. Hiç kimsenin kendini sahibi olarak görmediği, rasyonel temellere oturmuş, hukuksal altyapısı güçlü, inisiyatifin değil hukukun belirleyici olduğu, tüm işlemlerinde şeffaf ve hesap vermekten kaçınmayan bir devlet. Yani güçlü ve işlemlerinin tümü usullere bağlı bir devlet.

Türkiye’nin Durumu

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız sorunlu yönetim anlayışından etkilenen ülkelerden birisi de Türkiye’dir. Cumhuriyet’in ilanından bu yana geçen yönetim süreçleri analiz edilirse, “kurtarma” ve “kendini sahip görme” anlayışının, sık sık yönetimde etkili olduğu, yönetim tarzına dönüştüğü ve politik bir tercih hâline geldiği görülür. Özellikle siyasi partilerin tek başlarına iktidar oldukları dönemlere ilişkin onlarca örnek verilebilir. İlginç olan ise iktidar dönemlerinin farklılığının, farklı siyasal partilerin hükümet olmasının ve hükümetlerde görev alan kişilerin değişmesinin bahsettiğimiz sorunlu yönetim anlayışını etkilememesidir. Yani; partiler, tarihler ve isimler değişiyor ama bahsettiğimiz anlayış farklı formatlarda varlığını sürdürüyor.

Bu minvalde; makbul vatandaş arayışı da, hain vatandaş yaftalaması da aynı derece sorunlu, mütekebbir ve sağlıksız bakış açısıyla ortaya çıkan siyasal tahayyüllerin ürünüdür. Konuya çözüm üretebilmek için kendisini “muteber”, kendisi dışındakileri öteki, devletten uzak tutulması gereken “hainler” olarak gören ve yok sayan “kendini sahip görmek” anlayışının beslendiği faktörleri ortaya koymakta fayda var. Sorunlu olduğu açık olan bu yönetim anlayışı; devletin tanımlayışından, devlete yüklenen anlamdan, demokrasi perspektifinden, hukuk devleti ilkelerinin görmezden gelinmesinden ve devletin demokratik dönüşümünün ötelenmiş olması gibi faktörlerden etkilenmektedir. Bu faktörlerin tümü Türkiye'nin temel sorun alanları olarak ortadadır.

Anayasa Ne Diyor?

Yukarıda değindiğimiz sorunlu yönetim anlayışı, yani kendini diğer siyasal çevrelerden daha “muteber” gören siyasi perspektif, Anayasa ile çelişen bir anlayıştır. Çünkü mevzuata göre tüm vatandaşlar eşit haklara sahiptir ve aralarında hiçbir fark yoktur. Konuyu somutlaştırmak için Anayasanın 5’inci ve 10’uncu maddelerini hatırlamakta yarar var.

Anayasanın 5’inci maddesi devletin temel amaç ve görevlerini sayarken, “… kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır” ifadesini kullanmaktadır. Yani; vatandaşların refahını, huzurunu ve mutluluğunu sağlamada, temel hak ve hürriyetleri korumada adil olunacağının altı çiziliyor.

Eşitliği tanımlayan Anayasanın 10’uncu maddesi ise “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında, kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” demektedir. Bir yandan bireysel hakların korunmasına vurgu yapılmakta, öte yandan da ülke yönetiminin hiçbir kesime devredilemeyeceği ve süreci sınırlayan ana faktörün yasalar olduğu vurgulamaktadır. Daha da önemlisi, Anayasa açık bir biçimde, “hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa”, “devletin sahibi olma” hakkı ve yetkisi verilemeyeceğini vurgulamakta, öte yandan ise böyle bir hak ve yetki verilmesine ilişkin iddiayı dahi yasaklamaktadır. Esas olan, ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin eşit haklara sahip olmasıdır.


Sorun Ne?

Sorun, iktidar süreçlerinde Anayasanın yukarıda yazılan temel ilkelerinin yok sayılması, “makbul” ve “gayri makbul” vatandaş tasnifinin siyasetin dinamik tartışma alanı olmasından kaynaklanıyor. Kendisine “makbul vatandaş”ı tanımlama hakkı veren siyaset anlayışı, kaçınılmaz olarak “gayri makbul” ve hatta “gayri meşru” vatandaşı da tanımlar. Bu ise “hain”, “mürteci” ve “dış güçlerin uzantısı” gibi yaftalamaların rahatça yapılmasına zemin hazırlar.

O zaman, sorunu giderecek hususlara dikkat çekmekte yarar var:

1. Seçimleri kazanmanın, hükümeti kuran siyasi partiye, “devletin sahibi gibi davranma” hakkını vermediğinin bilinmesi ve bunun ısrarla hatırlatılması.

2. Seçimlerin, sadece ülkeyi kimin ve ne kadarlık bir süreyle yöneteceğini belirlediğinin vurgulanması.

3. Hükümetin görevinin, ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin haklarına saygılı davranmak olduğunun dile getirilmesi.

4. Hükümetin, yönetim sürecinde uyması gereken yasal mevzuatın olduğu ve bu alanda keyfiliğin kabul edilmediğinin altının çizilmesi.

5. Mevzuat dışı uygulama kabul edilmeyeceği gibi, seçimi kazanmış olmanın, mevzuatı yok sayma yetkisi de vermediğine dikkat çekilmesi.

6. Devletin, hiç kimsenin “babasının çiftliği” olmadığının ısrarla seslendirilmesi.

7. Yönetim süreçlerinin olabildiğince şeffaf ve her aşamada hesap verilebilir olmasına dikkat çekilmesi.

8. Seçilme döneminin/süresinin sınırlandırılması. Aslında sistem değişikliği ile bu kısmen sağlandı ve “bir kimse en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir” hükmü getirildi. Buna rağmen; yetki konusu, tartışılması gereken bir mesele olarak duruyor.

Türkiye’deki uygulama süreçleri ve bu süreçlerde ortaya çıkan sorunlu tutumlar dikkate alındığında, meselenin partilerin ideolojik perspektiflerinden kaynaklandığı görülür. Çünkü her partinin güçlü bir “makbul vatandaş” tanımı ve makbul bir milli irade tahayyülü var. Daha da ötesi; partilerin toplum muhayyilelerinin dayandığı farklı meşruiyet kodları ve referans noktaları var. Bunun için farklı sebepler gösterilebilir. Ama asıl neden, açıkça ifade edilmese de, siyasal partilerin belli oranlarda bir toplumsal mühendislik projesine sahip olmalarıdır. Buradan da, doğal olarak, meşruiyet çatışmaları ortaya çıkıyor.

Konu bu çerçevede analiz edildiğinde, iki ayrı sahiplenme tipinden bahsedebiliriz. İlki; tek parti iktidarının ortaya çıkardığı siyasal anlayışın ve kadroların “bu ülkeyi biz kurtardık, devleti biz kurduk, o nedenle de sahibi biziz” ifadesiyle özetlenebilecek tutumu ve anlayışı. İkincisi ise uzun yıllar iktidar süreçlerine dahil olmadıkları için kendilerini “dışlanmış” hissedenlerin iktidara geldiklerinde sergiledikleri “geç kalmış sahiplik” anlayışıdır. Son tahlilde bu iki tutumun hedeflediği mesele, devlette kendisi için “meşru” ve “güvenli” bir yer edinme çabasıdır.

Başka Bir Devlet Tasavvuru Mümkün mü?

Türkiye’deki siyasal akımlar ve partiler analiz edildiğinde iki devlet anlayışının baskın olduğu görülür. Birincisi; “ulu devlet” anlayışıdır. Bu anlayış, geçmişin nostaljisi üzerinden, sık sık 2500 yıllık devlet geleneği ifadesiyle kendini gösterir. Bu kesim ağırlıklı olarak milliyetçi-muhafazakâr kesimlerden oluşmaktadır. İkincisi ise “ulus devlet” anlayışıdır. Ağırlıklı olarak sol ve seküler kadrolarının sıklıkla atıf yaptığı devlet modelidir. İktidar tecrübelerinden ortaya çıkan sonuç, her iki anlayışın da hem geçmişin hem de günümüzün sorunlarını çözemediğidir. O zaman üzerinde durulması gereken konu, “başka bir devlet tasavvuru mümkün mü?” sorusudur.

Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren var olan ve yıllar içinde değişiklik göstererek varlığını sürdüren sahiplik anlayışından kurtulmak, devletin demokratik dönüşümü için önemlidir. Çözüm ise yukarıda ifade ettiğimiz devlet anlayışlarının gözden geçirilmesidir. Bu noktada üzerinde durulması gereken konu, anayasada ifade olarak geçen hukuk/usul devleti perspektifini, uygulamada da belirleyici kılmak, hayata geçirmektir. Çünkü asıl sorun; vatandaşın, milletin ve bireylerin makbul olması değil, devletin makbul olmasıdır, devletin makbulleştirilmesidir.

Yapılması gereken diğer bir şey ise devletin imtiyaz ve imkân dağıtım mekanizmasının eşitlikçi olmasını sağlayacak etkin bir denetim aygıtı oluşturulmasıdır. Yani; keyfiliğe, istismara ve “ele geçirmeye” müsait olmayan şeffaf, hesap verebilir ve demokratik dönüşümü tamamlamış bir devlet düzeni kurmak. Başka bir ifadeyle, hukuk/usul devleti perspektifini hayata geçirmek. İşte bu sağlanırsa, “ele geçirme” veya “sahip olmak” isteği ve arzusu söner, azalır.
_____
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.