Karter anlaşması ve 2.020...

Atilla ÖZDÜR

Karter anlaşması ve 2.020...

Hammadde üreticileri sayı itibariyle pek çoktur. Bu ürünleri, mahsulatı alıp işleyerek mamul hale getiren sanayici sayısı iki elin parmakları gibisinden oldukça az... Genellikle tarım sektöründe ekonominin ana temel şablonu böyledir...

Evinde ahırında sağmal hayvan besleyen üretici birimlerini saya saya bitiremezsiniz.. Bunların ineklerinden sağarak topladıkları sütlerini, ? Peynir yap, yoğurda mayala, kaymağını çıkar, işle ve sat. Sende kazan ben de kazanayım?diyerek gönderdikleri fabrikalar ise, toplamda milyon kişide bir tane gibi bir şeydir...

Süt, kelebek misali çok kısa ömürlü bir gıda maddesi olduğundan, üretici köylü elinde güğüm, fellik fellik sokakları dolaşamaz. Sütü bozulmadan mecburen satacak...

Kime?. Kimesi mimesi yok, sanayiciye, fabrikacıya...

Kaça?. Fabrikalar kaça alırlarsa, mecburen o fiyata. Maliyetini karşılayamazsa dahi, yine o fiyata. Çünkü vermezse, elinde kalır ve bozulur. Süt bozulduğunda sütçü de bozularak yok olup gider...

Peynirciler, iki elin parmak sayısı kadar çok küçük bir grup oluştururlar. Bunlar, kendi aralarında anlaşarak köylüden satın alacakları çiğ süte bir fiyat tespit ederler. Buna karter anlaşması denilir ve sebat gösterirler. Hiçbirisi bu anlaşmanın dışına çıkamaz. Çizgi dışına taşarak köylüye kıyak çekenin namusundan şüphe edilir...

Köylü, ?Yapman ağalar, öldürmen günahtır. Verdiğiniz para ineklerin diş kirasına yetmiyor? diyerek ağlaştığında, ?Devlet Baba?nın vicdanı titreşir. Devlet elindeki bu titreşim, süt primi adı altında okka başına üç beş kuruş desteğe dönüşür...

Süt priminden maksat, anayasanın eşitlik ilkesini çiğnemeden karter anlaşmasını da koruyarak sütlü mamul sanayii ile üretici köylüyü birlikte hoşnut etmek. Bir anlamda da, sanayicinin süt satın alırken karter anlaşması gereği sanayicinin gaspedercesine köylüden kestiği parayı, kendisi köylüye ödeyerek fabrikacıyı korumak gibi, köylüye görüntülü kapital sahibine bir destek...

Yıllardır kırklardan, altmışlardan, seksen ve doksanlardan bu yana realite böyledir. İyidir veya kötüdür, lakin, amma, velakin, gerçek böyledir... 

¥

Asgari Ücret Tespit komisyonu çalışmalarını bitirerek merakla beklenen nihai kararını açıkladı...

Hükümet, 1940´lı harp yıllarında çul çaput ve bardak tabakla birlikte ekmeği de karneye bağlamıştı. Karneli tahsisat için evvela insanları üçe ayırdılar. Hafif tüketiciler, orta ve ağır yiyiciler. Beni de, hafif tüketiciler listesine almışlardı. Annem ortalarda babam da ağır işçiler sınıfında. O günün ekmeği ile günümüzün fırın ekmeği de ayni ölçülerde olup benim payım günde bir çeyrek. Annemin karnesi yarım ekmeklik, babama da bir ekmek...

Karneli dönemde günaşırı olarak bir süreliğine paylarımızın yarısı kesildi. Bu süre içinde ben de Taksim´deki mektebimden kalkar devletin Kasımpaşa´daki tersanesine inerek babamla birlikte haftada üç beş gün öğlen yemeğimde ücretsiz devlet ekmeğiyle karnımı doyururdum... 

¥

Komisyon, kırklı yılların karneli günlerinde yapıldığı gibi, günümüzde de işçileri üç bölüme ayırdı. Ağır işlerde fazla yorulanlar, orta karar gidip itidalli davrananlar ve hafif işlerde fazla acıkmayan çocuğumsu işçiler... 

Amma helal olsun, şimdiye dek bütün iktidarlarca saklanan bir gerçeği de zımmen ortaya dökmüşler. Demek istiyor ki Komisyon, hem de oy birliğiyle gerilerden de esinleyerek;

?Asgari ücret, her şeyden önce çağdaş ve medeni bir toplumda vasat bir işçinin ailesi ve iki çocuğuyla birlikte normal kabul edilebilen ve normal hayat seviyesini sağlayan bir ücrettir?. (Prof. Cahit Talas. Sosyal Ekonomi. Ank. Üni. Siyasal Bilgiler. Fakültesi 1972)...

Oysa bugüne kadar hep söylenegelen asgari ücret tarifinde bunun, aile için geçim ücreti olmayıp, işçinin tek başına kendisi için yetecek kadar beslenme ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak için yapacağı harcamanın bedeli olarak gösterilmiştir...

İki bin yirmi lira yetmese de hiç olmazsa yıllardır bu konudaki aldatılmışlığı ortaya çıkmıştır ki, o da nereden bakılırsa bakılsın ahlakilik yönünden bayağı ileri bir adımdır...

Bu ücret apaçık bir gerçektir ki, iki üç çocuğu atın bir yana, salt iki kişilik bir aileye dahi yetmeyeceği ortada. Masrafları neresinden kısarsanız kısın bu paranın yetebilirliğini hiç kimse ileriye süremez. Tek partili dönemin Karneli yıllarında olduğu gibi, mutfak hizmetleri kendi bünyesinde verilen yemekhaneli devlet fabrikaları da özelleşti gitti. Dolayısıyle günümüz özelleştirme çağının talihsiz işçileri, hiç değilse bir öğle yemeği çapınca bütçelerini dengeleme imkanından da yoksun...

Bu üzücü manzara karşısında, yapılabilecek şeyleri yapamadıklarından veya yapmadıklarından, yukarılardan ?Ah bu şarkıların gözü kör olsun?la ayni makamdan koro halinde şu eseri okuyacaklar; ?Memleketin içinde bulunduğu kör olası iktisadi ve siyasi şartlar?...

Doğrudur amma ne acıdır ve ne yazıktır ki, bu şartlar da hiçbir zaman yok edilmedi. Bütün gelenler, bu şartları yok etme iddiasıyla geldi, maalesef kendileri yok olarak gittiler...

İşçilerinin, hiç değilse haftada bir iki güncük olsun mektepli çocuklarıyla beraber öğle vakti ücretsiz bir devlet yemeği yiyebileceği Bakırköy´deki Sümerbank fabrikasının yerinde şimdi, komşu binaların havasını ve güneşini yok eden ahlaksız ve imansız gökdelenler yükselmiş...

 Kime ne fayda!.. 

 Bundan ötesi iş kalıyor binlerce kitap ve tartışmalı akademik bilim dergilerinde kıymetli sunumları bulunan Prof. Ahmet Maranki´ye ...

İhtiyaçları karşılayabilecek masrafsız tarafından yan tesirsiz, ispençiyari komprime, bir buluş...