Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Kana Susamış Politik Kültürün Karakteristiğine Dair

Kamil Ergenç Yazdı:

Kana Susamış Politik Kültürün Karakteristiğine Dair

Kanda asalet aranır mı? Biyolojik varlığımızın devamı için zaruri olan bu “hayati sıvı” insanların kategorilere (insan-yarı insan-insan altı gibi) ayrılmasında rol oynayabilir mi? “Kanı bozuk” olmak nasıl bir şeydir? Bu terkibi hangi durumlarda kullanırız ( kimlere kanı bozuk deriz?) Ya da der miyiz?  Eylemlerin kanla ilişkilendirilmesi hangi itikadın/ideolojinin esini/yle/dir? “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” Ne demek mesela ? Hangi saikle söylendi bu söz… Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarma kudretinin kanla ilişkilendirilmesi hangi amaca matuftur? Ulus kanda mı dilde mi tecessüm eder? Kan, karakteri belirler mi? Öyleyse kan nakli aynı zamanda karakter nakli anlamına mı gelir? Kan vermek/kan almak basit bir tıbbi eylem olmanın ötesinde bir şey midir? Örneğin bir Müslüman’ın kanını bir putpereste verdiğimizde o da Müslüman mı olur? Ya da tam tersi…

Saksonlar “Kanımızı karıştırmayız” derlerdi… Savaş ganimeti olarak aldıkları kadınlarla cinsi münasebet kurmazlardı bu yüzden… İnfaz ederlerdi. Çünkü döl (meni), kanın “ham hali” olarak bilinirdi. Sakson olmayanların zayıf insan olduklarını düşünür, onlardan olacak çocukların da zayıf olacağına inanırlardı. Germenler de aynıydı… Aynı ırktan olmayanların evlenmesine sıcak bakmazlardı.” Öjeni”  20.yüzyılda Hitler’in hususi çabasıyla (yeniden) canlandırıldı … Safkan Alman kadınlarını ve erkeklerini bir çiftlikte toplayıp üremelerini sağlamak… “Öjeni” uygulamasının fikir babası Platon’dur aslında… Tarihin gördüğü en bilge (!) faşisttir Platon… Engelli doğanların gizli bir yere bırakılması, çocukların ailede değil devlet tarafından yetiştirilmesi, evliliklerin aynı özellikteki kişiler arasında kura ile belirlenmesi gibi sapkın fikirlerin babasıdır… Batı düşün dünyasının 20.yüzyılda icat ettiği faşizm/nazizm/komünizm gibi insanlık düşmanı ideolojiler Platon esinlidir. Bütün bir Batı felsefesinin Platon’a düşülmüş dipnot olduğunu hatırlarsak, ”klavuzu karga olanın burnu pislikten çıkmaz” sözünün hikmeti daha iyi kavranmış olur.

Roma, Hıristiyanlığı benimsedikten sonra bile Platon’un (antik Yunan’ın) ırkçı ideolojik mirasını taşımaya devam edecektir. Bir farkla ki, bu sefer Romalılık ideolojisine Hıristiyanlık gömleği giydirecektir. İsa(a.s)’nın tevhidi mirası, Pavlus’un hususi katkısıyla, Romalıların ellerinde antik Yunan paganizmiyle imtizaç edecek(sentezlenecek), din ile ırk birleş/tiril/ ecektir. Bu birleşmenin faili ise kilise olacaktır. Oysa ki İsa’nın muvahhit yarenleri Roma’nın ırkçı-müstehcen-materyalist dünyasına katılmamak, dinlerini özgün bir şekilde yaşamak için kendilerine yer altı şehirleri inşa etmişlerdi. Yüce Kur’an’ın Buruc suresinde dikkat çektiği üzere “ateş dolu hendeklerde yakılmalarına rağmen” inançlarından taviz vermemiş, yaklaşık üç asır boyunca tevhidi mirası nesilden nesile aktarmışlardı. Ancak pagan Roma baş edemediği bu mü’min/mü’mine topluluğu asimile etmek için, çok stratejik bir adım atarak, bünyesine kattı. Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etti… Lakin bu kabul Roma’ya özgü bir Hıristiyanlık anlamına geliyordu.     

Kilisenin din ile ırkı birleştiren bu adımı Hıristiyan kanını kutsallaştırıp Hıristiyan olmayanlarınkini önemsizleştirecektir. Gerek Haçlı seferleri gerekse sömürgecilik döneminde (ve bugün) Hıristiyan olmayanların dökülen kanları karşısında sergilenen kayıtsızlık, bu ideolojik arka plandan beslenir. ” Kanı değersiz olanlara karşı mesul değiliz. Bu nedenle kendimizi kınamamız (muaheze etmemiz) gerekmez.” Yaklaşımı belirleyici ve tayin edicidir. Kan ile inanç arasında kurulan bu güçlü bağ, Yahudiliğin de ana omurgasını oluşturur. Kaldı ki zaten Yahudilik ve Hıristiyanlık ortak kutsal kitap olarak Ahd-i Atik’ i benimsemeleri ve seçilmişlik ve kurtuluş kavramları bakımından benzerdir. (1) Milli kimliğe itikat gömleği giydirmek bakımından Yahudilikle Hıristiyanlık arasında pek fark yoktur. Şu kadar ki Hıristiyanlık evrensel (ekümenik) boyutuyla öne çıkarken Yahudilik daha dar kapsamlı bir milli kimlik taraftarıdır. Yahudi olmanın koşulu olarak Yahudi anneden olma zorunluluğu da ayrıştığı noktalardan biridir. Bu kuralın, tarih boyunca başka milletlerin tasallutuna/ tecavüzüne uğramanın sonucu olarak belirlendiği söylenebilir. Şayet Yahudi baba şartı aransaydı, bu tecavüzlerin sonucu olarak doğan çocukların aidiyeti şüpheli hale gelecek ve (belki de) Yahudi kavmi diye bir olgudan söz edilemeyecekti. Yahudi anne şartı, tecavüz sonucu olan çocukların sahiplenilmesini zorunlu kıldığı için kavmiyetçi/milli kültür yaşama imkanına kavuştu.

Gıl Anidjar, modern ırkçılığın kökenine işaret eden ”kan saflığı tüzükleri” nin ilk olarak 1449’da İspanya Toledo’ da ilan edildiğini söyler ve bu tüzüklerin Hıristiyan kanını saf ilan ederek, hematolojik bir farkı kurumsallaştırdığına işaret eder.(2) Kime karşı pekiyi… Dönemin İspanya’sında Müslüman ve Yahudilerin hatırı sayılır bir nüfusu olduğu hatırlandığında muhatabın kim olduğu da açığa çıkmış olur. Bu tarihten 43 yıl sonra son Endülüs emirliği de yıkılacak ve Yahudilerle Müslümanlar kıta Avrupa’sından peyderpey sürülecektir. Avrupa’ya mahsus safkan Hıristiyanlığın inşası böylece hız kazanacaktır. Kilise öncülüğünde gerçekleşen ırk ve din birliği meyvelerini vermeye başlamıştır. Kıta Avrupa’sında çeşitli kavimler yaşamasına rağmen sadece Hıristiyan olmayanlar kovulmuştur. Cezayirli düşünür Jaques Attali  “Doğulu geçmişini,Akdeniz’i ve onun İslami parçasını unutarak Atlantiğe yönelen Avrupa 1492 ile birlikte,bir anlamda, Hıristiyanlığın doğulu köklerinden kopar.” (3) Diyecektir. Bu doğulu kökün içinde hiç kuşkusuz Kudüs te vardır. Yeni Avrupa kendisine Kudüs’ü hatırlatan ne varsa (Yahudiler ve Müslümanlar başta olmak üzere) ondan kurtulmak istemektedir. Batı’ya mahsus bir Hıristiyanlığın inşası için Doğulu köklerinden teberri etmek… “Kan saflığı tüzükleri” Hıristiyan olmayanların kanının dökülmesini ve onlarla bir arada barış içinde yaşamanın imkansızlığını gerekçelendiren bir muhtevaya da sahiptir. Yahudi ve Müslümanların maruz kaldığı büyük eziyetler/zulümler ırkla dinin birleşmesinden esinlenmiştir.  

Portekizliler öncülüğünde başlayan deniz seferleri, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan ama Hıristiyan olmadığı için “insan da olmayan” ların kolaylıkla katledilebildiğini gösteren örnekler manzumesidir. “Değersiz kanın” akıtılması günah değildir. Çünkü kafirin kanı bozuktur. Buradaki bozukluk maddi olmaktan ziyade itikadi boyutu içkin, yani onun Hıristiyan olmamasıyla ilişkilidir. Şayet bu kişi Hıristiyanlığı kabul ettiğinde kanındaki bozukluk ortadan kalkacak, böylece kanının akıtılması zorlaşacaktır. Aşai Rabbani(ekmek-şarap) ayini, dini bir ritüel olmanın ötesinde, kanı merkeze alan bir “Biz” inşasıdır… İsa’nın etini ve kanını (ekmek-şarap) yiyip içenler, bedenlerine asil kan nakli yaparak kutsanmış, yani Hıristiyan olmayanlar karşısında imtiyaz elde ederek kanı bozuk olmaktan kurtulmuş (ve aynı zamanda Hıristiyan olmayanların kanını akıtma imtiyazına kavuşmuş) olur. Burada tanrıyı yiyerek onu bedenlerine alanlar, adeta Tanrı gibi kutsallık kazanıp önceki hallerinden kurtulmuş olurlar. Teologlar Hıristiyanlara “biz tanrıyı, o bizde değişsin diye değil,biz onda değişelim diye yiyoruz” diyerek Hıristiyan kanının başka kanlarla aynı olmadığını belirgin kılmaya çalıştılar.

Ulus devlete geçiş sürecinde kan saflığına ek olarak dil/lisan saflığı da öne çıkacaktır. Yerel diller Latin emperyalizminden (aslında Katolik hegemonyasından) kurtulmak için Kutsal kitabın tercümesine odaklanacaktır. Öyle ki kutsal kitabı kendi dilinde okumak, ulus olma yolunda atılmış en kritik adım olarak öne çıkacaktır. Hatta kutsal kitabı kendi diline tercüme etmek (İncil’in Almanca’ya tercümesi örneğinde müşahede edilebileceği üzere) ilgili dilin olgunluğunun işareti olacaktır. Irkla iç içe geçen din, şimdi yerel diller aracılığıyla küçük yapılar inşa etmektedir. (Feodaliteden burjuvaya geçiş…) Katolik egemenliğinden kurtulurken kendi dinini-kilisesini ihdas etmekte, böylece ulusa/kabileye/klana/buduna mahsus bir dinin çerçevesini oluşturmaktadır. Yeni durum için bio-teoloji kavramı kullanılabilir artık. Foucoult politikanın bedenler üzerindeki tahakkümünü-kontrolünü-denetimini ifade sadedinde “bio-politika”ya dikkat çekmişti.  Kilisenin ulus-devlette can bulmasına atıfla… Bio-teoloji (5)ise kilisenin kan ve ırk merkezli ideoloji üretme kabiliyet ve kapasitesine işaret eder. Politikanın kana susamışlığıyla (kansız yapamayacak olmasıyla ya da her ne yapıyorsa bunu kanın ifade ettiği teolojik anlamı da içerecek şekilde yapmasıyla ) alakalıdır. Adeta bir vampir gibi kan emerek hayatta kalmak… Canlılığını kana borçlu olmak… Martin Luther “dünyanın kan dökülmeksizin yönetilebileceğini kimse düşünmesin; yöneticinin kılıcı kızıl ve kanlı olmalıdır;çünkü dünya kötü olacaktır ve kötü olmalıdır,kılıç ta dünya üzerinde tanrının sopası ve öcüdür.” (6 ) derken tam da bio-teolojik zaviyeden konuşmaktadır. Hıristiyanlığın anti-dünyacı tarafına atıfla temellendirilen bu yaklaşım (doğası gereği) kan dökmek zorundadır. Tanrının eti(ekmek) ve kanı(şarap) ile yapılan ayin nasıl ki arınmayı sağlıyorsa, değersiz kanların dökülmesi de (zımnen) tanrının kutsal kanının yüceltilmesi anlamına geleceği için zaruridir. Demek ki kan, politikanın esas unsurudur. Politik hematoloji…(7 Gıl  Anıdjar/a.g.e./s.165) Batı Hıristiyanlığının Hitler’de bir türlü affedemediği şey, onun, asırlarca Batı dışı uluslara (yani kanı bozuk kafirlere) reva görüleni Avrupa halklarına yapmasıydı. Hitler’in affedilemez günahı buydu… Kıta Avrupa’sına özel ihdas edilen Hıristiyanlığın bio-teolojik politik dogmalarının hilafına hareket etmiş ve “beyaz adamın” beyaz olmayanlara uyguladığı şiddeti bizzat Avrupalının kendisine uygulamıştı. II.Dünya savaşı ertesinde hızlıca teşekkül ettirilen Avrupa Ekonomik Topluluğu (sonraları Avrupa Birliğine evirilecektir) Hitler’in affedilmez günahının kefaretiydi bir bakıma.

Kan, Batı Hıristiyanlığında sadece politikanın esas unsuru olmakla kalmayacak kapitalist iktisadi düzene geçişin de teolojik/teo-politik referansı olacaktır. Kanın akışkanlığı ile sermaye akışı arasında kurulan irtibat kapitalizmin serlevhası olacaktır. Nasıl ki kan durağan/statik/hareketsiz kaldığında yaşam sona eriyor, kokuşma başlıyorsa sermayenin de durgun olmaması sürekli hareket etmesi,kıtalar aşması/dolaşması,aksi taktirde toplumların/ devletlerin hayatta kalamayacağı tezinin meşruiyet zemini böylece inşa edilmiştir. Sermayenin merkezi rol oynadığı bu yeni dünya düzeninde, önceden olduğu gibi toplumsal hayata göre konum alan iktisadi düzenin yerini ,sermayenin belirleyici ve tayin edici olduğu bir ekonomik model alacaktır. Kapitalizm öncesinde ekonomi, toplumsal yapının bir fonksiyonu iken, kapitalizmle birlikte toplumu belirleyen mücerret bir olgu haline gelecektir. Yani ekonomi topluma değil toplum ekonomiye tabi olacaktır. Paranın egemenliği anlamına gelen bu yeni düzen, kan gibi akan sermayenin küre ölçeğinde tahakküm kurması anlamına geliyordu. Vaktiyle kanı bozuk kafirlerin kıymetsiz kanlarının akıtılmasıyla elde edilen imtiyazlar şimdi “yumuşak sömürgecilik” aracılığıyla aynı kanı bozuk kafirlerin emeklerinin/sermayelerinin (aslında dolaylı olarak kanlarının)  emilmesi-sömürülmesi bağlamında yeni bir kurguyla işlevselliğini devam ettirecektir. Artık orduların yerini ulusüstü şirketler almıştır. Kanı kıymetsiz olanların emeği/alın teri de kıymetsizdir. Yunan-Roma geleneğinden tevarüs edilen ırkçı-faşist ideolojik sapkınlığı (kan/lı politikasını) “şirketokrasi” kültürüne yedirerek ihraç eden bir Batı Hıristiyanlığı var karşımızda artık… Aydınlanma projesinin teo-politik zeminini inşa ederken ittifak ettiği Yahudilikle sıcak ilişkilerini bugün de sürdürüyor. Vaktiyle “tanrı katili” olarak nitelediği Yahudilerle bu yakın ilişkinin en önemli sebebi, nebevi geleneğin son halkası Hz. Muhammed(s.a.v)’e ittiba edenlerden intikam almak/mağlup etmektir. Bugünlerde Filistin/Gazze bağlamında tanıklık ettiğimiz Yahudi-Hıristiyan ittifakı, direnişin güçlü ilmi-entelektüel zemini ve bu zeminden ilham alan teşkilatlı-örgütlü mücadelesiyle akamete uğramış durumda. İslam Dünyası toplumlarının bu durumun ne kadar farkında olduğu ayrı bir tartışmanın konusudur. Türkiye özelinde de bu meselenin enine boyuna konuşulduğu /tartışıldığı söylenemez. Çünkü akademik-entelektüel hayat büyük ölçüde Avrupa merkezci bilgi sisteminin hegemonyasına (epistemolojik emperyalizme) razı olmuş durumdadır. Ancak en azından İslami endişeler taşıyan havzaların daha duyarlı olması beklenir. İsrail’in “insansı hayvanlar” olarak nitelediği direnişçiler (genel anlamda Filistinliler  daha genel anlamda ise Müslümanlar ) için hiçbir ahlaki sınır tanımayan tutumu (kan içicilik/vampirlik)   Hıristiyanlığın kan/lı politik geleneğinin devamı olarak okunabilir. Yahudilik ve Hıristiyanlık arasındaki teolojik/teo-politik akrabalık Filistin/Gazze’de yaşanan soykırımda kendisini çok bariz bir şekilde deşifre etti. Burada kanı bozuk kafirler Müslümanlardır. Dolayısıyla onlara(Müslümanlara) karşı yaptıklarından dolayı kınanacak değillerdi… “Oğullarını tanır gibi tanımalarına” rağmen son Elçi(s.a.v)’ye karşı daima ihanet içinde oldu Yahudiler. En zor zamanlarında arkadan vurmaya çalıştılar Müslümanları… Üstelik tarihleri boyunca en müreffeh zamanlarını Müslümanların egemenliği altında yaşamalarına rağmen… İbrahim(a.s)’in cariyeden olma oğlu İsmail’in soyundan geliyordu son Elçi… Yani kölenin soyundan… Ona beslenen husumetin bir sebebi de buydu… Oysa ki evin hanımı Sare’ydi… Bu yüzden hep küçümsediler son Elçi’yi… Böyle birine neden elçilik görevi verildiğini bir türlü anlamadılar ya da anlamak istemediler… Köle (Hacer) ‘den doğan da köledir onlara göre… Görüldüğü üzere kan, burada da merkezi önemdedir… İbrahim’in oğlu olması yeterli değildir İsmail’in… Çünkü anne mühimdir Yahudilikte…  

 

Devamı >>>



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER