Türkiye gündemini 1 Ekim’de başlayan yeni çözüm süreciyle irtibatlı iki mühim konu meşgul ediyor: SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu ve SDG ile Türkiye arasındaki ilişkilerin mevcut hali ve akıbeti.
Geçtiğimiz günlerde SDG’nin iki önde gelen ismi bu konularla ilgili dikkate değer açıklamalarda bulundular. Rûdaw’a konuşan Rojava Özerk Yönetimi Dış İlişkiler Eş Başkanı İlham Ahmed, 10 Mart Anlaşması uyarınca, SDG’nin Suriye ordusuna katılması husussunda anlaştıklarını söyledi. Ancak Ahmed, “entegrasyon” kavramına tarafların farklı anlam verdiklerini ve sorunun da buradan kaynaklandığını kaydetti.
SDG’nin Suriye ordusunun bir parçası olmasında bir problem yok; problem, bunun nasıl gerçekleşeceğinde düğümleniyor. Şam, SDG’nin kendisini lağvetmesini ve SDG mensuplarının bireysel olarak orduya dahil edilmesini istiyor. Buna mukabil SDG ise orduya katılımının “karşılıklı bir tanıma” üzerine bina edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ahmed, SDG’nin ordu içinde kendi adıyla kalıp kalmayacağının bir müzakere başlığı olduğunu ifade ediyor.
Daha önce “Türkiye ile doğrudan ilişkilerimiz var” diyen Ahmed, bu bağlamda sorulan bir soruya, Türkiye ile aralarında açık bir kanalın bulunduğunu, direk görüşmelerin ve bir alış-verişin olduğunu bir kez daha yineliyor.
“Alış-veriş var, açık bir kanal var. Direk görüşmeler… Yani buna ihtiyaç da var, biz bunu önemli de görüyoruz. Özellikle aramızda savaş ve kıyamet koparılırken, çok şiddetli saldırılar varken şimdi en azından doğrudan silah yerine sözlü bir görüşme var. Mesele nedir, bu nasıl çözülür, birbirimizi nasıl anlarız? Bu var.”
Kritik bir soru soruluyor Ahmed’e: “Türkiye’ye gittiniz mi? MİT Başkan Yardımcısı ile görüştünüz mü?” Ahmed; ayrıntılara girmiyor, mevcut durumun olumlu olduğunu ve engelleri kaldırmak için Türkiye ile olan ilişkilerini daha da geliştirmek istediklerini söylemekle yetiniyor. (https://www.rudaw.net/turkish/interview/270720253)
“Tek Bayrak ve Tek Ordu Altında Birleşen Suriye”
SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi de Suudi Arabistan’ın El Hadath ve El Arabiya kanallarıyla yaptığı söyleşide bu iki mevzu üzerinde özellikle durdu. Abdi, Suriye’nin “tek bir bayrak ve ordu” altında birleşmesinin 10 Mart Anlaşmasının bir gereği olduğunu, SDG’nin bu kapsamda Suriye Savunma Bakanlığı’na katılacağını vurguladı.
Rakka, Haseke ve Deyrizor’da yerel yönetim kurumlarının merkezi yönetime entegre edilmesi için resmi talepte bulunduklarını ve bu sürecin devam ettiğini belirten Abdi, entegrasyon sürecinin Kürtlere anayasal güvenceler verilemeden ilerlemesini bir endişe kaynağı olarak işaret etti.
Türkiye ile ilişkilere gelince; Abdi Ankara’yla aralarında “sürekli iletişim kanalları” olduğunun altını çizdi ve hedeflerinin de “Suriye’nin kuzeydoğusundaki ateşkesi kalıcı bir barışa dönüştürmek” olduğunu söyledi.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack , sosyal medya hesabında bu açıklamalarını alıntıladı ve SDG Genel Komutanı’ndan övgüyle bahsetti. Barrrack’a göre, Abdi’nin süreci sorumlu ve akıllıca yürütmesi istikrarlı bir Suriye için çok büyük bir önem taşıyordu. (https://www.bbc.com/turkce/articles/clyjgeypww9o)
Keza Suriye Dışişleri Bakanlığı ABD İşleri Daire Başkanı Kuteybe el-İdlibi de, Rûdaw’daki söyleşisinde Abdi’nin sözlerine atıfta bulundu. “Ordu içinde bir ordunun olamayacağını, bunun sürekli bir istikrarsızlık üreteceğini” söyleyen el-İdlibi’ye göre, asıl sorun SDG’nin sahip olduğu tecrübelerden nasıl faydalanacakları ve Suriye’nin ihtiyacı olan sağlıklı bir ordu yapısının nasıl oluşturulacağıydı.
“Bu sağlıklı yapının tek yolu SDG’nin Suriye ordusuna tam entegrasyonudur. Bu ne demek? General Mazlum Abdi, Suriye’nin son yıllarda önemli tecrübeler kazandığını söylüyor ve ben buna katılıyorum. Ve biz de diyoruz ki, gelin bu tecrübelerden ordunun tamamında faydalanalım.” (https://x.com/RudawTurkce/status/1951215948972634523)
“Düşman” Değil “Dost”
Bütün bu röportajlarından çıkarılabilecek iki temel sonuç var:
Bir, Şam ile SDG arasında, bilhassa SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu meselesine odaklanan, bir müzakere süreci yürüyor. Sorunlar ağır, güvensizlikler derin, haliyle tez zamanda kesin anlaşmalara ulaşılamıyor. Her taraf, masadan mümkün mertebe kazançlı çıkmak için bütün kozlarını sahaya sürüyor.
Lakin taraflar olası bir çatışmanın onlar için büyük bir tahribata neden olacağını bildiklerinden, yeniden silahların patlamaması için siyasi ve diplomatik yolları sonuna kadar zorluyorlar. Nitekim taraflar Fransa ve ABD’nin doğrudan, İngiltere’nin ise dolaylı arabuluculuğuyla Paris’te görüşüyorlar. Abdi, de Paris’teki toplantıya katılacağını duyurdu.
İki, Türkiye ile SDG arasında, eskiden aracılar sürdürülen görüşmeler, doğrudan görüşmeler halini almış. Son derece olumlu bir hal bu. Aslında gelinen bu noktadan ilerlemek, SDG ile yapılan görüşmeleri görünür kılmak ve doğallaştırmak lazım. Zira Şara ile konuşmak ne kadar doğru ve normal ise, Abdi ile konuşmak da o derece doğru ve normal.
SDG, Türkiye’yle olan ilişkilerini geliştirmek ve derinleştirmek için çok hevesli; bu itibarla Türkiye’nin de SDG’ye bakışını değiştirmesi gerekli. Şartların sürekli değiştiği bir coğrafyada eski alışkanlıklarla iş yapmanın imkânı yok. Dolayısıyla Ankara da SDG’yi mücadele ya da Şam’a karşı elimine edilmesi gereken taraf olarak değil, iş birliği yapılacak ve birlikte hareket edilebilecek bir taraf olarak görmeli. Hem Türkiye hem de Suriye için müspet neticeler yaratacak olan budur. SDG, Türkiye’nin “düşmanı” değil “dostu” olmalı.
Lakin, ne yazık ki, Türkiye medyasının önemli bir kısmında tartışmalar bu minval üzerinden yürümüyor. Kürtlerle ilgili bir sorun ya da talep söz konusu olduğunda, eli hemen tetiğe giden bir yazar çizer takımı var. Bunlar, SDG’nin behemehal kendisini tasfiye etmesinin icap ettiğini ve aksi takdirde askeri operasyonun kapıda olduğunu yazıyorlar, çiziyorlar.
Tarafların müzakerelerdeki ısrarını göz ardı ederek, Şam’dan daha şahin pozisyona oturuyorlar. Alandaki koşulların ağırlığına bakmadan Türkiye’nin SDG’ye karşı bir askeri operasyon yapmasının amigoluğuna soyunuyorlar. ABD Büyükelçisi’nin ettiği bir-iki laftan hareketle, rüzgârın Ankara lehine döndüğünü ve Ankara’nın SDG’yi tepelemesini sağlayacak bu tarihi fırsatı kaçırmamasını salık vererek bir tür savaş seviciliği yapıyorlar.
Görünen o ki, silah bırakması gereken tek yapı PKK değil. Zihnen silah bırakması gereken çok kişi ve kurum var. PKK elindeki silahı terk etti, inşallah gün gelir onlar da zihinlerinin en derin yerinde tuttukları silaha veda ederler.
PKK, silahını yaktı. Ne diyelim; darısı Kürdün bahsi geçtiğinde hemen zihnindeki silaha sarılan gazete köşelerindeki kalemşorların, ekranlara yuvalanmış çubuk ustalarının ve klavyelere çöreklenmiş cengaverlerin başına olsun.
Zor biliyorum ama Allah’tan ümit kesilmez!
Kaynak: perspektf.online