İşçi Partisi Tarikatlardan Ne İster?

M. Mücahid Sağman, perspektif.online’da “İşçi Partisi Tarikatlardan Ne İster?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazıyı aşağıya alıntılıyoruz.

İşçi Partisi Tarikatlardan Ne İster?

Hukuk evrensel normların değil de kültürel, ekonomik veya sosyal sermayeye sahip seçkinlerin manevra alanı haline geldiğinde ‘kapatma’ eylemine sınır koyabilmek mümkün görünmemekte. Bu da zamanla toplumda tek örgütlenme biçimini ortaya çıkaracaktır; siyasal sınırların gölgesinde, ona tabi bir devlet teşkilatı olarak hareket eden seçmen kitleleri.

 

işçi partisi erkan baş

Çünkü nedenler ve sonuçlar konusunda yargı yürütmek çok güç bir şeydir; kanımca bunun tek yargıcı Tanrı olabilir; kömür olmuş bir ağaç gibi apaçık bir sonuçla onu yakan yıldırım arasında bir bağlantı kurmakta bile zorluk çekerken, kimi zaman sonu gelmez neden sonuç zincirlerinin izini bulmak, gökyüzüne değen bir kule yapmaya çalışmak kadar aptalca görünüyor bana.” 

Umberto Eco’nun Gülün Adı isimli romanında William ile Başrahip arasında geçen bu diyalog, din ve dünya arasında kurulmaya çalışılan bağın kökenini özetliyor. Çoğu zaman nedenler ve sonuçlar arasında kurulması gereken sonsuz ilişki ağları basit günlük alışkanlıkların veya reel durumun hâkim dilinin gücü altında ezilip yok sayılabiliyor. Nedenler ve sonuçlar arasında sağlıklı ilişki kurulamaması, sosyal ve siyasal anlamda ‘merkezilik’ karmaşasının ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Örneğin bir süredir siyasal tartışmaların merkezinde yer alan cemaat ve tarikat yapılanmalarının örgütlülük hali ve toplumsal açılımları, sosyal ve siyasal bir projeye mi karşılık geliyor yoksa bireylerin dayanışma ihtiyaçlarına verilen bir cevabın sonucu mu? Aynı şekilde dinin kendisine, siyasal örgütlenmelere, mezhebi yapılanmalara, mesleki dayanışmaya vs. benzeri sorularla yaklaşabilirsiniz. Verilecek cevap her ne olursa olsun Türkiye toplumunda sizi bir kliğin parçası haline getirecektir.

Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekilleri çeşitli vesilelerle temel bir ‘sorun’ olarak gördükleri ‘dini’ yapılanmaları kapatmakla ilgili beyanlar veriyorlar. Her ne kadar neyi, nasıl ve ne kadar kapatacaklarına dair somut veriler ortaya koymasalar da zihinsel kodlarının ‘din’ merkezli bir örgütlenme haline parti olarak karşı olduğu ve parti programlarını buna göre şekillendirdikleri çok açık. ‘Kapatma’ üzerine kurulu bu siyasal dilin sadece onlarla sınırlı olduğunu söylemek doğru olmayabilir. Zira toplumun değişik kesimlerinden sesler, bireysel ve örgütsel olarak çeşitli suçların merkezi olarak tanımladıkları bu yapılanmaları oldukça zararlı olarak tanımlamakta. Kapatma söylemini çok sert ve otoriter bulan bir diğer kesim için ise devletin denetim mekanizmaları yoluyla mücadele gerekiyor. Bu seslerin tamamının muhafazakâr mahalle dışından geldiğini söylemek ise mümkün değil. Zira İslamcılığın çeşitli versiyonlarının özellikle tarikat yapılanmalarına karşı uzun süredir verdikleri mücadele örnek gösterilebilir. Bu mücadele çoğu zaman ‘İslami’ düşüncenin asli olarak ortaya koyduğu ‘ıslah’ edici iddiaya karşı tarikat yapılanmalarının geleneksel (baskın olarak Osmanlı dini anlayışının eleştirilen yönleri) dokudan beslenen şabloncu ve jakoben tavrına odaklanmış olduğu iddiasına odaklı görünüyor. Kapatma iddiasını en yoğun şekilde TİP vekilleri dile getirse de CHP, İYİ Parti, MHP, Zafer, Memleket gibi homojen veya heterojen tabanlara mensup partilerin içinde de farklı yoğunluklarda/düzeylerde dile getirilen bir arzu olarak ortaya çıkıyor. 

Berkes, gelenekçi bir düşünde çağdaşlaşma, yenileşme kavramlarının olmayacağını savunur.¹ Haliyle bugünün dünyasında ayakta kalabilmenin yolu olarak Cumhuriyet’in devrimlerle istikamet verdiği yönelimi merkeze alır. Öte taraftan Karpat’a göre Osmanlı modernleşmesinde İslami kültür ve ahlaka sahip bazı Batılı hayat tarzlarını bunlarla bağdaştırabilen dini bir orta sınıf kritik rol oynamıştır.² Karpat bu orta sınıfın İslamcı modernleşmesinde en büyük rolü de Nakşibendiyye tarikatına verir. İki düşünce birbiri ile çelişik görünse de tarikat benzeri yapılanmaların sadece sosyal dokuda değil siyasal dokunun şekillenmesi ve modernleşme tartışmalarında da kritik bir noktada durduğunu görebiliriz. Bu açıdan dini örgütlenme biçimlerinin toplumsal hafızada neye karşılık geldiğini anlamak, toplumla ilişki kurabilmenin en önemli adımlarından olabilir. Dini referansları merkeze alan örgütlenme biçimlerinin sosyal dokuda ‘zararlı’ veya ‘faydalı’ olarak dile getirilmesi analiz dilinin çerçevesini oluşturuyor. Karpat’a göre faydalılar, çünkü modernleşmenin merkezi figürlerdir; Berkes’e göre ise zararlılar, çünkü ilerlemenin önünde engeller. Kurucu Kemalist ideologların birçoğu için bu yapılanmalar geçmişe saplanıp kalmanın sembolik öğeleri; haliyle tasfiyeleri bir anlamda geçmişle olan bağın kopması anlamına geliyor. Fetişist bir yenilenme arzusu için geçmişin sembolik bağları siyasal, kültürel ve sosyal tehdit içerir ve bu en çok da siyasal sistemin toplum projesi için sakıncalıdır. Mann’e göre siyasal sisteme karşı çeşitli tehditler bir araya geldiğinde bu tehditler genel tehdit algısını da ağırlaştırır: “Tehditler daha yaygın hale geldikçe daha muğlak olarak tehditkâr görülüyor, bu yüzden de tepki ‘onları kökünden kazımak’, ‘kaynağında boğmak’ şeklinde oluyor. Böylelikle amaçlar, iktisadi çıkarlara dair dar bir araçsal rasyonalite muhasebesinden, Weber’in terimi kullandığı anlamda, daha geniş bir değer rasyonalitesine kaymış oluyor. Düzen, güvenlik, emniyet, hiyerarşi, seküler olandan ziyade kutsal olan; sınıf çıkarından ziyade ulusal çıkar ana sloganlara dönüşürken, düşman tüm bu değerlerin antitezi olarak alçaltılıyor, şeytanlaştırılıp insani ya da demokratik muameleye değmez görülüyordu.”³

TİP’in tarikat ve cemaatlere dair söylemleri toplumsal zeminde yaşanabilir bir alan yaratmaktan ziyade devletin güvenlik endişesinin argümanlarından mülhem. Bu aslında Türk solunun devleti (Kemalizm’i) merkeze alan jakoben tavrı ile de uyumlu görünüyor. Gürel’e göre Kemalizm’in sol bir ideoloji olduğu yanılgısı, Cumhuriyet’in her kuşağında bir önkabul olarak var.⁴ Belge, Türk solu ile boca edilen faşizan geleneğin reddedilmemesi durumunda “ilkellik özentisi”nin moda olarak yayılacağı vurgusunu yapar. Ona göre özgürlükçü, kentli, hoşgörülü bir sosyalist kültür yaratılmazsa, korporatist, hatta faşizan bir ideoloji sosyalizmin yerine konabilir: “Liberal ve entelektüel her şeye düşman olunca, faşizmle bu sosyalizm çeşidini birbirinden ayıran zar iyice inceliyor.”⁵ TİP’in kapatmaya dair söylemleri, Ergenekon davalarına dair kucaklayıcı tavırları, dini argümanları sürekli modası geçmiş gerici-ilerici, karanlık-aydınlık kavram ikilemeleri ile tanımlama çabaları Belge’nin bahsettiği sınır ihlallerine dair ipuçları veriyor. Üstelik kurulan üçüncü ittifakın kendini bu anlamıyla “emek ve özgürlük” sloganı ile tanımlaması, iddia edilenle kurulan bağlam arasında sarsıcı bir çelişki ortaya çıkarıyor. 

 

Otoriterliğin Pekişmesi

Cemaat ve tarikat gibi gönüllü örgütlülük formuna sahip yapıların normal günlerde değişik sınıflar arasında paydaşlık kurma gücü ile birlikte, 6 Şubat depremi başta olmak üzere kriz dönemlerinde üretebildiği dayanışma potansiyeli ile sosyal dokuda da ciddi bir olguya karşılık geldiğini açıkça görebiliriz. Kapatmaya dair söylemler genelde bu örgütlerin ticari işletmeleri gerekçe gösterilerek dile getiriliyor. Oysa tüzel kişilik olarak bir dernek aracılığı ile yurt işletmek veya ticari faaliyet göstermek hukukun sınırları içerisindedir. Yasal sınırları delmek pahasına yapılan uygulamalar ise bugün dile getirilen tüm krizlerin zaten ana gerekçesi olarak önümüzde duruyor. Böyle bir denklemde otoriterliğin pekişmesi sivilliğin tümüyle ortadan kalkması anlamına gelecektir.    

Bir diğer mesele, toplumsal zeminde kendimizden olmayan veya idealize ettiğimiz toplum tanımının çerçevesi içerisine girmeyen tüm bireyleri veya oluşumları devletin sopası ile terbiye etme hastalığıdır. Devletin nerede başlayıp nerede biteceğini belirleyen tek etmen hukuk değildir. Kültürel ve sosyal doku da siyasal olanın sınırlarını belirleme kabiliyetine sahip olmalıdır. Aksi takdirde Türkiye’de muktedir olan tüm siyasi organizasyonların arzu edip dile getirdiği gibi siyasi figürler toplumu kültür veya eğitim politikaları yoluyla inşa etme projeleri geliştirmeye başlarlar. Bu durumda toplumsala ait olan alan sürekli politik olanın tacizi ile daraltılamaya çalışılır. Devleti Weber’den ilham alarak elbette, sadece bir “iktidar tekeli” olarak okumak mümkün değildir, onu hayatın içine var eden başka iktidar odakları ile kurduğu etkileşimdir. İşçi sınıfının yüzyılı aşkın mücadelesi politik olanın alanını daraltırken o kendi meşruiyetini çoğu zaman başka rasyonel veya irrasyonel örgütlülükle ortaya çıkan iktidar blokları ile tahakküm eder. Bu anlamıyla toplum içinde dini örgütlenme biçimleri, sendikal yapılanmalar, kadın hareketleri vs. kendi iktidar mekanizması ile toplumsal olanı ortaya çıkarır. Devlet üst bir iktidar alanı olarak tüm bu organizasyonların birey-örgüt, örgüt-toplum, birey-toplum gibi ilişkilerinde hukuki çerçevenin sorumlusudur. Daha da ötesi için devleti ya da politik figürleri hakem tayin etmek, uzunca süredir şahit olduğumuz gibi, siyasal olanın kültürel ve sosyal olanı sürekli domine etmesine neden olacak ve politik iktidarların kendi ideolojik dünyasını dayatmasına kapı aralayacaktır. 

 

Toplumsal Uzlaşı Kültürü

TİP benzeri yapıların otoriterlik iddiasını mutlak gücün imgesi olarak devlete atfetmesi, sosyal tabanda hukukun sınırsız esnetilmesinin de nedeni olacaktır. Hukuk evrensel normların değil de kültürel, ekonomik veya sosyal sermayeye sahip seçkinlerin manevra alanı haline geldiğinde ‘kapatma’ eylemine sınır koyabilmek mümkün görünmemekte. Bu da zamanla toplumda tek örgütlenme biçimini ortaya çıkaracaktır; siyasal sınırların gölgesinde, ona tabi bir devlet teşkilatı olarak hareket eden seçmen kitleleri. Son yılların politik gerilimlerinin sonucu olarak okunabilecek rövanşist siyasal çıkışların sağlıklı bir toplumsallık üretebilmesi mümkün görünmemekte. Aksine mevcut gerilimi iktidar alanlarının toplumsal rolünü değiştirerek harmanlaması kaçınılmaz durmakta. ‘Kapatma’ söyleminin muğlak ve marjinal olması, ayrıca bu marjinalliğin Kemalist çizginin kurucu ilkeleri ile tüm sol örgütlere yönelik buluşturma çağrısı, muhafazakâr tabanın mevcut rahatsızlıklarını pekiştirecektir. Öte yandan Alevi örgütlerin, Yahudi, Rum, Ermeni vs. cemaatlerinin de böyle bir iddiaya muhatap olmaması, söylemin bizatihi ‘İslami değerlere’ karşı olduğu yargısını pekiştiriyor. Böyle bir tabloda muhafazakâr tabanın oy tercihlerinde daha ‘yerli’ ve ‘milli/dini’ gördükleri bloka yakınlaşmaları ise kaçınılmaz olarak “emek ve özgürlük” ittifakının toplumsallaşma potansiyelini zayıflatacaktır. Cemaat ve tarikatlara karşı geliştirilen, yer yer nefrete varan iddiaların sadece kendini sol olarak ifade eden marjinal bir toplulukla sınırlı kalmaması, Kemalist tabanda, seküler veya modernist İslami oluşumlar/aydınlar gibi çeşitli platformlarda da dile getirilmesi/karşılık bulması, sorunun sadece politik değil toplumsal olduğunun da göstergesi. O halde ortaya çıkan gerilim veya problemler devlet organlarının değil toplumsal uzlaşı kültürünün çözmesi gereken sorunlar olarak bizden yanıt beklemektedir.

 

__

¹Berkes, N. (2009). Türkiye’de Çağdaşlaşma. Yayına Haz. Ahmet Kuyaş. YKY. Sf. 39

²Karpat, K. (2005). İslam’ın Siyasallaşması. Çev. Şiar Yalçın. İstanbul Bilgi Üni Yay. Sf. 165.

³Mann, M. (2020). Faşistler. Çev. Ulaş Bayraktar. İletişim Yay. Sf. 492-493

⁴Gürel, Emrah Özgür. Murat Belge ve “zayıflatılmış sol-Hegelcilik”: Doktrinler ötesinde demokratik sosyalizmi düşünmek. Birikim Dergisi, 404, Aralık 2022. Sf. 21-33

⁵Gürel, sf. 31. Belge, M. (2018). Türkiye’de Sosyalizmin Ana Çizgileri. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce. Ed. Murat Gültekingil. İletişim Yayınları. Sf. 19-48

 

Kaynak: Farklı Bakış