İnsanlığın çıkış yolu: Hoşgörü ve birarada yaşama

Akademik çalışmalarına Hindistan Amity Üniversitesi’nde devam eden Abdulkadir Aksöz “Her şeye rağmen çoğulcu, özgür bir toplum kurma düşüncesi hayal değil” diyor.

İnsanlığın çıkış yolu: Hoşgörü ve birarada yaşama

Giriş  

Postmodern dünyada varoluşsal dengelerin temelden sarsıldığı, bireylerin ve toplumsal grupların yaşam alanlarını kamufle ederek dış etkilere karşı kapattığı ve çıkar-menfaat ilişkilerine dayalı suni birlikteliklerin oluştuğu gözlenmektedir. Çeşitli parametreler üzerinden değerlendirildiğinde, modern ulus devletlerin omurgasını teşkil eden anayasa, insan hakları ve siyasal temsil mekanizmaları sorunların çözümünde özellikle de bir arada yaşama ve hoşgörü bağlamında yetersiz kalmaktadır. Mutlak anlamda bireylerin ve toplumsal grupların yaşam(a) kültürü, aidiyet ve bağlılık duygularının dar ve keskin bir biçimde konsolide edilmesi çoğul yapılı bir toplum oluşturmak yerine birleştirici unsurdan yoksun parçacıklı grupların doğmasına neden olmaktadır. Özgür bir toplumun meydana gelmesinin başat şartlarından biri olan barış ortamının sağlanması, devlet merkezli politikaların minimize edilmesi gibi faktörler her ne kadar gerekliyse de insanlığın esas çıkış yolunun bireylerin hoşgörü ve bir arada yaşama iradesi üzerine rasyonel bir yol haritası belirlenmesinden geçmektedir. İşte bu makalede insanlığın yozlaştırılan temel kodlarını yeniden ele alıp çözüm önerileri sunarak insan medeniyetinin bu ilkeler doğrultusunda gelişmesi üzerine çıkarımlarda bulunacaktır. 

Sorun ve İzah 

Toplumsallaşma süreçlerinin merkeziyetçi zihniyet yapısıyla şekillendirildiği ulus devlet modelleri tek tipleştirici, homojenize ve otoriter bir düzen inşa etmiştir. Toplumu kategorize eden, alt-üst ilişkiselliği ortaya koyan, varlığını ise iç veya dış tehdit algısına dayandıran ulus devletler, farklı seslerin hayat hakkını kabullenmekte zorlanmıştır. Çeşitliliği teke indirgeyen, milliyetçi dürtüleri maksimize eden politik davranışlar, modern devletlerin doğal olgusu haline gelmiştir. Devlet metaforunun kutsallaştırılması, birey ve toplumsal gruplardan devlete karşı istenilen mutlak sadakat anlayışını da beraberinde getirmiştir. Belirli birtakım ideolojiler devlet yönetimlerinin resmi savunusu olarak belirlenip araçsallaştırılırken, toplumdaki çeşitli kesimler arasındaki bloklaşmaları tetiklediği gibi kendi taraftarlarını da konsolide ederek kökleştirmeyi başarmıştır. Ulus devletler belirgin tek bir etnisite grubunu kurucu kimlik olarak konumlandırırken toplumsal çoğulculuğu göz ardı etmişlerdir. Günümüzde pek çok devletin tek bir etnisiteye bağlı olmadığı, farklı etnik grupların aynı ülkede yaşadıkları bilinmektedir. Sadece etnik temelli olmayan toplumsal farklılıklar; dini, ekonomik, sosyo-kültürel, mezhepsel, cinsel faktörlere de dayanmaktadır. Bu durum insan toplulukları arasında barış, hoşgörü ve bir arada yaşama konusunda çıkan problemlerin ana çıkış noktasını teşkil etmektedir. Toplumsal düzenin sağlanmasında ve sürdürülmesindeki aktör olan devletler, varlıklarını gruplar arasındaki farklılıklarda dengeyi gözeterek devam ettirebilirler. Ana akım grubun kayırılması, değişik alanlarda öncelik tanınması gibi hususlar devlet içerisindeki bir arada yaşama iradesine zarar verir. Öyle ki gerek devlet kademelerindeki bağlantılar gerekse devlet ile olan etkileşimde hakim bir grubun oluşması ve toplumdaki ortak haklardan en fazla veya tek bir grubun yararlanır hale gelmesi toplumsal düzeni bozar. Politik alana hükmeden siyasal otoritenin belli bir kesimin değerler bütününü ülke genelini kapsayacak bir biçimde enstrümantalize etmesi ile toplumsal yapının tek bir çatıda stabilizasyonu hoşgörü kanalını tıkayıcı işlev görür. Toplumun bir parçası olan diğer gruplar için bu durum kendini korumayı ve beraberinde içe kapanmayı getirmektedir. Kamusal alanda katılımın merkezi odaklarla doldurulması ile merkezin dışında kabul edilen ve sınırlandırılan kitleler zaman içerisinde yararlanamadıkları hakların talebi ile tepkisel bir tavır takınırlar. Böylesi bir durum toplumun tüm katmanlarına sirayet ettiğinde kabuğa çekilen ve üzeri örtülen problematikler tepkiselliğin gücüyle somutlaşmaktadır. 

Yeni bir toplumsal yapı ve düzen arayışı devletleri sosyolojik bölünmenin eşiğine çekerek barış ortamını zedeler. Bireysel ve toplumsal hak ve hürriyetlerin garantörlüğünü yürüten kurumların sosyolojik tabanlı iç hareketlenmelerin anlam ve değerini çözümlemek yerine görmezlikten gelmesi ortak yaşam ve birlikteliğin zeminini yıkmaktadır. Devletlerin standart ve homojen bir kültür çerçevesinde ideolojik temellendirmelerle kurmak istedikleri sosyal hayat, devletin merkezinde yer al(a)mayan gruplarca reddedilmektedir. Toplumsal yaşamı dizayn edici üst mercii olarak kendini konumlandıran devletler, küreselleşme ile beraber artan sistem krizleriyle uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Demokratik düzende sahip olunması gereken meşru hakların merkez dışına itilen toplumsal gruplarca dile getirilmesi ve özgürlükler alanının genişletilmesinin talep edilmesi istenilen karşılığı bulamamaktadır. Devlet içerisinde oluşabilecek gerilimi yüksek bir atmosfer ise merkeze yerleşen grup veya grupların mevcut statükonun değişmesine karşı çıkmasıyla zirve noktasına ulaşır. Var olan sistemselleştirilmiş düzenin devamını isteyenler ile bunun karşısında revizyonist bir tavır takınanlar arasındaki fikri mücadele zaman içerisinde tepkiselliğin boyutunun artmasına ve sorunun derinleşmesine neden olmaktadır. Devlet aygıtının düzeni yeniden sağlamak adına öncelikle hoşgörü politikalarıyla karşı tarafın istek ve talepleri makul şartlarda sağlaması, adilane tutum takınması beklenirken içgüdüsel korumacı refleksler ile değişim baskısı altında kendi safını belirler. Meşru hakların iadesi toplumsal barışın ve bir arada yaşamanın dinamosu iken kendisini kuşatılmışlık içerisinde hisseden devletin bu talepleri taviz olarak nitelendirmesi krizi süreklileştirmektedir. Bu durum resmi ideolojinin etrafında konsolide olan gruplarla değişim yanlıların karşı karşıya geldiği bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Farklı kesimlerin birbirleriyle zıtlaşması, süreç içerisinde kimlikler ve kültürler arasında çatışmayı doğurur. Gruplar arasında iletişim kanallarının kopması, kutuplaşmanın artması ve gruplar arasında oportünizmin yükselmesi toplumsal bütünlüğün bozulmasına sebep olur. Sonuç bir arada yaşamanın değersizleşmesi, devletin taraflar arasında hoşgörü bağını yerleştirici siyasal parametreler yerine engelleyici siyasal pozisyona geçmesi, çoğulcu ve çeşitli zengin bir toplumun reddedilmesi ve buna bağlı olarak toplumsal barışın yıkıma uğramasıdır. 

Sorundan Çıkış 

Bir önceki bölümde ortaya konulan durumun çözümü temel itibariyle çatışma yaşayan grupları oluşturan bireylerden başlamaktadır. Toplumsal hoşgörü ilkesinin bireyler arasında rasyonalize edilerek benimsenmesi mikro düzeyde oldukça kritiktir. Bireyler toplumda yaşanan kırılmaların birincil etkileneni olarak konuşma ve diyalogdan asla vazgeçmemelidirler. Ancak birey düzeyinde çatışmanın çözümünde ortaya konan irade büyük olsa dahi makro düzeyde devletin sorunu kabul etmesi gerekmektedir. Devletlerin toplumsal olaylarda taraflar arasında taraf tutucu pozisyonunu bir kenara bırakarak hakemlik rolünü üstlenmesi ve uzlaştırıcı bir dil kullanması şarttır. Toplumsal çeşitliliğin devletlerin zihin dünyasında potansiyel tehdit unsuru olmaktan çıkması ve çoğulcu yapının sürekliliğinin sağlanarak bir zenginlik olarak benimsenmesi önemlidir. Kültürel alana devleti oluşturan tüm grupların adapte edilmesi ve ancak toplumsal dışlamanın önüne geçilmesiyle sosyolojik kırılmanın karşısında durulabilir. Devletin eşit hak taleplerine karşı duyarlı olması toplumsal değişimin dinamiğiyle doğru orantılıdır. Bireylerin özgürlük haklarının devletler tarafından sınırlandırılmaması toplumsal barışa hizmet eder. Devletin en mühim görevlerinden olan adalet meselesinin siyasallaştırılarak yıpratılmaması gerekmektedir. Bunun için grupları ve kimlikleri aşan bir yargı sisteminin oturtulması, güven duygusu vermesi ve diri tutulması gerektiği açıktır. 

Sonuç 

Toplumu oluşturan gruplar artık devlet yönetiminin kararlarına, uygulamalarına ve yaptırımlarına seyirci kalmayı kabul etmemektedir. Bilgi Çağı’nın hayatın her alanına nüfuz etmesiyle erişilebilirlik artmış, toplumlar bilinçli hale gelmişlerdir. Böylesine imkanların arttığı bir dönemde toplumların ayrışmasının, manipüle edilmesinin ve çatışmaya sürüklenmesinin açıklaması oldukça güçtür. Toplumsal grupların yaşadıkları toplumdan kendilerini soyutlamalarının önüne geçilebilmesi güçlü bir hoşgörü politikasının takipçisi ve uygulayıcısı olmaktan geçmektedir. Devletler içerisinde artan etnik, dini, mezhepsel ve kültürel bölünmelerin şiddet ve terör sarmalına dönüşmesi dünyanın dolayısıyla insanlığın en büyük çıkmazıdır. Çözümün devletin toparlayıcı bir dil kullanmasından, farklılıkların bir arada uyum içerisinde yaşayabileceği ortamların oluşturulmasından ve buna bağlı sosyal politikaların benimsenmesinden geçtiği aşikardır. Ancak ideolojik saplantılar ve devlet içerisindeki çıkar-menfaat ilişkileri ile tarafgirlik set oluşturmaktadır. Buna toplumsal hiyerarşide merkeze yerleşen grupların siyasi ve ekonomik üstünlüklerini paylaşmak istememeleri çözümü daha da zorlaştırmaktadır. Her şeye rağmen çoğulcu, özgür bir toplum kurma düşüncesi hayal değildir. Demokratik düzenlerde siyasi güce doğrudan ulaşmanın belirleyicisinin seçimler olması önemlidir. Toplumu oluşturan tüm grupların temsilinin sağlanması, hukukun üstünlüğünün tüm kesimlerce kabul edilmesi, devletlerin yaşamın her alanına müdahale etmesinin engellenerek hoşgörü ekseninde nötrleştirilmesi, bir arada yaşama kültürünün aşağıdan yukarıya benimsenmesi, farklı renklerin zenginlik olarak görülmesi toplumsal barışı sağlamada rol oynar. Son olarak insanlığın çıkış yoluna giden yolda birbirlerine tahammül eden, bir arada yaşama olgusuna sahip çıkan ve hoşgörüyü içselleştiren bireylerin çoğulcu, çeşitli ve özgür bir toplum inşa edebileceklerini söyleyebilmek mümkündür.