BORÇ KRİZİ,
Ayağını yorganına göre uzat” atasözü, tasarrufun ve ölçülü harcamanın erdemini vurgular. Buradaki yorgan, örneğin aylık gelirimizi; ayak ise harcamalarımızın ve/veya borç taksitlerimizin azami sınırını temsil etmektedir. Devlet söz konusu olduğunda ise bir ülkenin borç yükü konusunda hükümetlerin ne zaman endişelenmesi gerektiğini bilmek önemli görünür.
Harvard Üniversitesi’nden C. Reinhart ve K. Rogoff (bundan böyle ‘R&R’), devletin ayağını ne kadar uzatması gerektiğini belirleyen “Borç Zamanında Büyüme” başlıklı bir çalışma yaptılar. 44 ülkenin 200 yıllık (1790-2009) merkezi hükümet borcu, enflasyon ve büyüme verilerini analiz eden R&R, Mayıs 2010’da American Economic Review dergisinde yayınlanan makalelerinde, GSYH’nin %90’ını aşan dış borç seviyelerinin “önemli ölçüde daha düşük büyüme sonuçlarıyla ilişkili olduğu” sonucuna vardılar.
Makale politika yapıcıları hemen harekete geçirdi. Hükümetler “mal bulmuş mağribi gibi” R&R’nin bulgularını sahiplendiler. Bulgular, 2010’dan bu yana ABD ve AB ülkelerinde sesleri yükselen kemer sıkma yanlıları için güçlü bir “bilimsel” destek sağladı. ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin “Refaha Giden Yol” (The Path to Prosperity) başlıklı bütçe teklifi (2013), yüksek kamu borcunun ekonomik büyüme üzerindeki olumsuz sonuçlarını şöyle açıklıyordu:
“Ekonomistler Ken Rogoff ve Carmen Reinhart tarafından tamamlanan iyi bilinen bir çalışma […] ekonominin %90’ını aşan brüt borcun (devlet güven fonlarında tutulan borçlar da dâhil olmak üzere bir hükümetin borçlu olduğu tüm borçlar) ekonomik büyüme üzerinde önemli bir olumsuz etkiye sahip olduğuna dair kesin ampirik kanıtlar buldu. Bu, brüt borcun geçen yıl GSYH’nin %100’ünü aştığı ABD için kötü bir haberdir.”
AB Komisyonu’nun ekonomik işlerden sorumlu başkan yardımcısı Olli Rehn ise 9 Nisan 2013’te ILO’nun Avrupa Bölgesel Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, “Avrupa’da kamu borcunun ancak 2014 yılına kadar istikrar kazanması ve bunu GSYH’nin %90’ının üzerinde yapması bekleniyor. Ciddi ampirik araştırmalar, bu kadar yüksek seviyelerde kamu borcunun büyüme üzerinde kalıcı bir engel olarak hareket ettiğini göstermiştir.” diyecekti.
Ancak bir sorun vardı: R&R’nin makalesi, American Economic Review dergisinin hakemli olmayan bir sayısında (Papers & Proceedings, Vol.100, No.2) yayınlanmış; bu tür yayınlarda zorunlu olan akran incelemesinden (peer review) geçmemişti. Dahası, yazarlar sonuçlarını dayandırdıkları veri setini yayınlamamışlardı. Nihayet Massachusetts Amherst Üniversitesi’nden (UMASS) T. Herndon, M. Ash ve R. Pollin’in (bundan böyle ‘HAP’) ısrarlı takibi sonunda verilerini onlarla paylaştıklarında gerçek ortaya çıktı.
R&R’nin, ulaştıkları sonuçları desteklemek için kullandıkları orijinal Excel tablosundaki veriler üzerindeki istatistiksel analizlerinde kusurlar vardı. Tablo kullanılırken kodlama hataları yapılmış; yazarların tezini desteklemeyen -II. Dünya Savaşı sonrasında büyük kamu borçlarına rağmen yüksek büyüme gösteren Avustralya, Kanada ve Y. Zelanda’ya ait- veriler dışarıda tutulmuş; özet istatistikler sıra dışı biçimde ağırlıklandırılmıştı. HAP’a göre,
“Doğru bir şekilde hesaplandığında kamu borcunun GSYH’ye oranı %90’ın üzerinde olan ülkeler için ortalama reel GSYH büyüme oranı, R&R’nin yayınladığı gibi yüzde %-0.1 değil, aslında %2.2’dir. Yani, R&R’nin aksine, %90’ın üzerindeki kamu borcu/GSYH oranlarında ortalama GSYH büyümesi, borç/GSYH oranlarının daha düşük olduğu zamandan önemli ölçüde farklı değildir.”
Buna rağmen American Economic Review dergisi, HAP’ın “Yüksek Kamu Borcu Sürekli Olarak Ekonomik Büyümeyi Boğuyor mu? Reinhart ve Rogoff’un Eleştirisi” başlıklı makalesini yayınlamayı reddetti. Editöre göre, R&R’nin makalesi hakem incelemesi olmaksızın yayınlandığından bu tür makalelere karşı eleştiri ya da yorum içeren yazılar yayınlanamazdı. Nisan 2013’te UMASS’ın “Working Paper” serisinde yayınlanan makale, nihayet Mart 2014’te Cambridge Journal of Economics tarafından yayınlandığında artık çok geçti. ABD, AB ve onları izleyen hükümetler dramatik bütçe kesintilerine gitmiş, kitlesel işten çıkarmalar yaygınlaşmıştı.
Ünlü ekonomist Paul Krugman’ın tespitiyle, “R&R olayının gösterdiği şey, kemer sıkma politikalarının ne ölçüde sahte iddialarla satıldığıdır.” Olayı tartışan ekonomist Altuğ Yalçıntaş’ın (2016) teşhis ettiği “entelektüel yol bağımlılığı” yanında, makalenin ancak halk düşmanlarının takdir edeceği ciddi bir ideolojik bağnazlıkla lekeli olduğunu söylemek mümkündür. Yazarların sahtekârlıkla suçlanmamış olması, karşı akademisyenlerin nezaketiyle ilgilidir.
İKLİM KRİZİ
“Araştırma ve diğer mesleki faaliyetler, yalnızca siyasallaşmış bir akademik müesses nizam tarafından onaylanan belirli yönlere kanalize edildiklerinde profesyonel olarak ödüllendirilir: Finansman, makalelerinizi yayınlama kolaylığı, prestijli pozisyonlarda işe alınma, prestijli komitelere ve kurullara atanma, mesleki tanınma vb.”
3 Ocak 2017’de Georgia (ABD) Teknoloji Enstitüsü’ndeki görevinden ayrılan tanınmış Yer ve Atmosfer Bilimleri profesörü Judith Curry istifa gerekçesini böyle açıkladı. Curry, “iklim bilimi alanındaki ‘çılgınlıkta’ (craziness) nasıl yol alınacağı konusunda öğrencilere artık ne söyleyeceğimi bilemez hale gelmiştim” diyerek üniversitelere, iklim biliminin akademik alanına ve bilim insanlarına karşı artan hayal kırıklığını ifade etti.
Curry’nin istifası, büyük ölçüde küresel ısınma, iklim değişikliği, iklim krizi vb. terimler altında yürütülen tartışmaların gittikçe siyasallaşan doğasıyla ilgilidir. Yeryüzündeki “insan kaynaklı” faaliyetlerin iklim üzerindeki olumsuz etkilerinin ciddiyet derecesi, hükümetlerin müstakil ya da ortak müdahalesini çağrıştırmakla, müdahalenin fayda ve maliyetlerinin hangi toplum kesimlerine dağıtılacağı önem kazanmaktadır. Dolayısıyla, tartışmalar da başlıca iki karşıt grup arasındadır: 1) Ana akım (ya da ‘halk düşmanı’ diyebileceğimiz) teorisyen ve siyasetçiler, “hepimiz suçluyuz, karbon ayak izimizi küçültmeliyiz” vb. söylemlerle toplumun en yoksul kesimlerinin hayatını zorlaştıracak öneriler geliştirmekle meşguldür. 2) Geniş bir yelpazedeki muhalifler, somut gerçekliğin ne olduğu konusunda yarı akademik, yarı siyasal bir tartışma yürütmekte ve şu soruların cevabını aramaktadır: Gerçekten bir iklim krizi var mı? Yoksa neyin faturasını ödememiz isteniyor?
İklim Değişikliği’nin insan kaynaklı olduğunu savunan teorisyenler, Birleşmiş Milletler “Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli” (IPCC) tarafından kullanılan iklim modellerine dayanarak, atmosferdeki karbondioksit, su buharı ve metan gibi diğer ısı tutucu gazların Dünya yüzeyinin ısınmasına katkıda bulunduğu görüşündedir. Onlara göre, bu gazların atmosferdeki daha yüksek konsantrasyonları küresel ısınmaya yol açacak; sonuçta fırtınalar, kasırgalar, sel, kuraklık, aşırı soğuk ve daha asidik okyanuslar gibi “aşırı hava olayları” sıklaşacaktır.
Buna karşılık, Curry’nin de aralarında bulunduğu muhalif bilim insanları, IPCC iklim modellerine dayandırılan insan kaynaklı iklim değişikliği teorisinin, küresel ısınmanın doğası ve nedenleri hakkında belirsizlikler taşıdığını savunmaktadır. Onlara göre, gözlemlenen iklim verileri, hızlanan sıcaklıkları veya aşırı hava koşullarının sıklığını göstermediği gibi, küresel ısınmanın da bilakis azaldığını göstermektedir. Bu bilim insanlarından -eski NASA iklim uzmanları- J. Christy ve R. Spencer, 1980 ve 2015 itibarıyla küresel sıcaklıkları öngören iklim modellerinin, aynı dönemlerde uydular ve hava balonları tarafından ölçülen sıcaklıklardan daha fazla ısınma gösterdiğini saptadı. Özetle, IPCC modelleri tarafından öngörülen hızlandırılmış ısınma ile gerçekte gözlemlenen sıcaklık verileri arasındaki fark, bu gibi modellerin küresel iklim ve sıcaklık değişimlerinin kesin olmayan bir temsili olduğunu göstermektedir.
Keza, Guelph Üniversitesinden (Kanada) R.R. McKitrick (2014), yüzey sıcaklığı kayıtlarına ve alt atmosferin küresel uydu verilerine dayanarak, küresel ısınma oranının 1998’den 2013’e kadar yavaşladığını savunurken bizzat bir IPCC Çalışma Grubu tarafından hazırlanan “Climate Change 2014” başlıklı rapor, 1998’ten 2013’e kadar yüzey ısınma oranının 1951’ten bu yana hesaplanan ısınma oranından daha yavaş olduğunu saptadı. 1998’den bu yana gözlenen daha yavaş ısınma oranının, insan kaynaklı karbondioksit emisyonlarındaki artışa rağmen meydana geldiğine dikkati çeken Curry, “iklim modeli tahminleri ile gözlemler arasındaki artan tutarsızlık, ulusal ve uluslararası enerji ve iklim politikalarının temeli olarak kullanılan iklim modelleri hakkında ciddi soruları gündeme getirmiştir” demektedir. Trump’ın iklimsel konulardaki yer yer abartılı açıklamalarına bakarak onunla aynı çizgide görünen Curry ve diğerlerinin tespitlerini göz ardı etmemeliyiz.
SONUÇ
Biri sosyal, diğeri fen bilimleri arasından seçtiğimiz iki örnek, bilim ve siyaset ilişkisinin doğasının, Doğu Perinçek’in vaktiyle hukuk ve siyaset arasında kurduğu ilişkiden çok farklı olmadığını düşündürmektedir. Hemen herkesin “devlet borcunun kötü olduğuna” inandığı koşullarda, verileri teorilerine uyacak şekilde tahrif etmekten çekinmeyen akademisyenler, ulusal borcu “fetişize” eden sözde bilimsel bulgular üzerinden kemer sıkma politikalarına meşruiyet sağladılar. Böylece devletin şirketlerden ve hane halklarından farklı olarak, hem ayağa hem de yorgana hükmedebildiği gerçeğini ustalıkla gizlediler.
Keza, aşırı hava olaylarını insan kaynaklı faaliyetlere atfeden bilimsel çalışmalar, büyük ölçüde küresel sermayenin ulusal kamuoylarını ve siyasal süreçleri sözde iklim krizine karşı harekete geçmeye teşvik etmek için bir tür felakete duyduğu ihtiyaçla ilişkili görünmektedir. Türkiye dâhil 194 ülke ve AB tarafından onaylanan Paris İklim Anlaşması ve ardışık yasal düzenlemeler bu ihtiyacın sonucudur. Başlıca amaç, hava durumunun “tecime elverişli” vasıtalarla yönetilmesidir. Yasalaşması şimdilik ertelenmiş görünen İklim Kanunu teklifinin 10. maddesindeki “Karbon Piyasası Kurulu” bunu ima eder. “Yeşil Büyüme” ve “Net Sıfır Emisyon” gibi şirin terimlerle sarıp sarmalanmış olsa da hayatın yapıtaşı olan karbonu müzayedeye çıkarma niyeti aşikârdır.
Kaynak: karar.com