Tarih: 21.05.2021 01:28

İki tanrı tasavvuru iki dindarlık tarzı

Facebook Twitter Linked-in

1-İKİ GENETİK

İnsanların, ilk-el olarak ve ilk etapta din-tanrı icat etmelerinin temel saiki, özü itibari ile zayıf ve fani olmanın doğurduğu korkaklık ve çıkardır. Paganizmin temeli, çaresizlik, güçsüzlük, acı, sıkıntı ve ihtiyaçlar karşısında sığınılacak ve kendine yardım edeceğine inanılan bir tanrı/put oluşturmak ve ona tapmaktır.

Böylece insan kendi özüne, potansiyel kabiliyetlerine yabancılaşır. Kendi kabiliyet ve kapasitelerini yarattığı put/tanrı imgesine atfederek kendinden onları soyar, soyutlar/uzaklaştırır. Oluşturulan tanrı tahtadan-taştan olabileceği gibi; kendi dışındaki devlet, millet, parti, lider, altın, para, heva ve başarı… da putlaştırılabilir.

Kur’an, put edinmenin saiklerini güç (19/81), yardım (36/74), dünya hayatına mahsus sevgi-çıkar (29/25) elde etmek ve kendilerini Allah’a yaklaştırmak (46/28) olarak tadat eder.

Hz. Nuh ile başlayan ve Hz. İbrahim ile onun soyundan devam eden peygamberlerin öğretisi ise insanın varlığı aşkın bir tek Tanrıyı keşfetmesi ve ona ibadet etmesi/tapınması, insanın ve içinde olduğu güneş sistemi ve eko sistemin manidar verilmişliği karşısında ahlaki bir hayrete düşme ve hayranlık ile sorduğu “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” ahlaki sorusuna, sorumluluk bilinci ile vermiş olduğu ahlaki cevaptan kaynaklanır: “Varlığımızın delillerini dış dünyada ve kendi içlerinde onlara göstereceğiz.” (41/53) ve “Allah’ın insanların fıtratına koymuş olduğu ve asla değişme olmayan doğru dine yönelme” (30/30) kapasitesidir bu. Hz. Muhammed ve Kur’an (İslam), bu geleneğin son halkasıdır.

Biz bu yazımızda İslam’ın tarihi, teolojik, yorumsal yürüyüşünde ortaya çıkan bu iki Tanrı tasavvuru yaratma ve keşfetme ve buna bağlı olarak gelişen dindarlık tarzlarını tasvir etmeye çalışacağız.

2- TOTALİTER TASAVVUR VE EDİLGEN DİNDARLIK

Birinci yorum Tanrı’yı “Hikmetinden sual olunmayan” kadir-i mutlak, mürid-i mutlak, âlim-i mutlak, karanlık ve “mutlak” yani kayıtsız bir güç odağı/yumağı olarak görür. O, ontolojik olarak hiçbir şeye benzemediği gibi; ahlaki olarak da insanlara benzemez. Buna negatif teoloji, mutlak tenzih, fideizm (yani gerekçesiz iman; belki, akla aykırı/saçma olduğu için iman) gibi isimler verilir.

Ahlaki-İnsani iyi ve kötü, Tanrı’ya karakter olarak atfedilemez. Ahlaki iyi ve kötü, onun emri ve buyruğudur. Tanrıdır; ne yaparsa yeridir. Dindarlık, ibadet, tapınma ise, bu Tanrının buyruklarına koşulsuz, sorgusuz-sualsiz, gerekçesiz boyun eğmek, teslimiyet ve itaat etmektir. Soru sormak, itiraz etmek, buyruklarını vicdani açıdan anlaşılır, izah edilebilir kılmaya çalışmak, samimiyetsizlik, imansızlık, keyfine uydurma ve itaatsizlik alametidir.

Böylesi bir yorum taklidi, dogmatizmi, tekrarı, ezberi, kapalı mezhebi intaç ettiği gibi; bireysel düzlemde de kasveti, kini, şiddeti, hıncı, zorbalığı, bağnazlığı, yobazlığı, sofuluğu, kibri, insanları aşağılamayı, tekfiri… üretir.

Bugün Müslümanlık, ortak bir beyin ve ruh (teoloji-kültür) oluşturamadığı için, iktisadi ve politik olarak param parça. Oysa Müslümanların vahdeti ve gayri Müslimleri de içinde barındıran adil bir sosyal/siyasal yapı- ümmet oluşturmak, Kur’an’ın Müslümanlara koyduğu hedefti (3/110).

Böyle bir dindarlık tarzı, Tanrıyı memnun etmeyi (Allah rızası), O’na ibadeti-ritüeli; insanı memnun etme, ona karşı insaf, merhamet, adalet ve hoş görüye tercih eder. Çünkü Tanrının gözüne girmek ebedi hayatı, oranın nimetlerini (köşk-huri…) hak etmek anlamına gelir. Spinoza’nın dediği gibi: “Kitleler, Tanrı’yı kandırma peşindedir.”

Tanrı’nın rızasının, aynı zamanda insana karşı adil ve merhametli olduğundan da geçtiğini –pek çok durumda işine gelmediği için- görmek istemez. Beş vakit namazını aksatmaz, orucunu tutar, hacca gider, başını açmaz…; ancak kamu malına karşı zerre duyarlılığı olmayabilir, malını yoksullarla paylaşmaz, mazlumu umursamaz, yetimi doyurmaz, hayvanlara ve doğaya karşı olabildiğine hoyratlık yapar.

İslam Tarihinde adına “Ehlü’l-Eser/Ehlü’l-Hadis/Ehlu’s-Sunnet” veya “Selefiyye” dediğimiz ve itikadi olarak Eş’ârîlik, fıkhi olarak Şâfiîlik ve Hanbelîlikten oluşan yorum ve mezhepler, bu tarz bir dindarlığa oldukça yakın düşer. Selefiyye, geçmişin izinden gitme, onların geleneğini taklit etmek demektir. “Eser”, iz demektir. Peygamberin izinden gitmek, o izden çıkmamak anlamına gelir.

“Sünnet” ise yürünmüş yol, gelenek, örf, adet yani peygamberin uygulamalarını kıyamete kadar sürdürmek demektir. “Hadis Ehli” ise, peygamberin sözünden çıkmamak demektir. Dört kavramın dördü de Kur’an ve Sünneti-Hadisi literal olarak yorumlamayı; bunların dışında ahlak ve din konularına insan düşüncesini/vicdanını karıştırmamayı; verili olan öğütleri olduğu gibi kıyamete kadar tekrar etmeyi, taklidi yegâne dindarlık yolu ve yorumu olarak kabul etmektir.

3- ÖZGÜRLÜKÇÜ TASAVVUR VE AKTİF DİNDARLIK

Buna karşılık İslam tarihinde ortaya çıkan “Rey Ehli” yani Mu’tezile, Matürîdîlik ve Hanefîlikten oluşan teolojik-yorumsal perspektifin Allah tasavvuru ve dindarlık tarzı, yukardaki tasavvurdan oldukça farklıdır. Bu yorumda Allah, insanların bildiği ve anladığı anlamda adil (mu’tezile) ve hikmetinden sual olunur (matürîdi) bir tabiatı vardır.

“Allah, hükmedenlerin en hikmetlisi” (95/8) olduğu gibi; onun ahlaki emirleri de “hikmetin daniskası/en anlaşılır-uygun-adil olanıdır” (54/5, 6/149). O, rahmetle yoğrulmuş adalettir. Allah, “sünnetullah” denen ve insanlar tarafından anlaşılır, değişmez ahlaki kurallar ile kendini sınırlamıştır. Mutlak (kayıtsız) ve mahiyeti anlaşılmaz, karanlık bir güç odağı/yumağı değildir.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —