İKİ MEZHEP KISKACINDAKİ MİLLETLER

Harun Aykaç, Sünnilik ve Şiilik üzerine, kendilerini o iki mezhebi forma dayandıran insanların davranışları üzerinden bir değerlendirmede bulunuyor.

İKİ MEZHEP KISKACINDAKİ MİLLETLER

Özet

Bu makaleyi kaleme almayı düşündüğümde geçmişte İran’da ve Irak’ta bulunduğum zaman dilimlerinde buralarda gördüğüm toplumsal ve bireysel ilişkilerde mezheplerin rolü ve bu mezheplerin insanlar üzerindeki etkisini ifade ederek bunların bir arada yaşam felsefesine katkısı ve her birinin toplumsal barışta oynadığı fonksiyonu dile getirerek bunların birer zenginlik olduğunu belirtmekti. Ne var ki, çıplak hayatta gözlemlediklerimle var olan tarihi, sosyolojik ve reel politiğin birtakım değişiklilere uğramadan bunun mümkün olup olmadığını da sorgulamam gerekti. Bu makalede bizatihi yaşadıklarımla, var olan ve olması gerekenler üzerinde durarak bir arada yaşanılabilir mi, yoksa bir arada yaşamak için var olan eğilimlerden vazgeçerek yeni bir arayışa yönelmek gerekir mi? gibi temel sorulara cevap aramak olacaktır.


Giriş


İlk mezhep ayrılıkları ile yüzleşmem çocukluk dönemlerime tekabül eder. Doğup büyüdüğüm ve çocukluk evresini geçirdiğim ilk yer olan köyümde bir gün bir grup arkadaşla beraber yine bizim köy ile sınırı olan Alevî beldesinde yaşayan bir gencin köyün sınırından geçişiyle gerçekleşti. Bizler arkadaşlarımızla anlaşarak köyümüzün sınırları üzerinden köyüne geçecek olan Alevî gencin yolunu kesecek ve elinde olanlara çöktükten sonra ona yol verecektik. Kimler Alevîleri bizlere nasıl kötülemiş, bilinçaltımızı zehirlemişse onu net hatırlamıyorum. Ne var ki, o andaki hissiyatımız onun elindekilerini almak, ona zülüm etmek sanki sevap gibi geliyordu. Nihayetinde yol üzerinde beklediğimiz Alevî genci geldi ve bizler onun etrafında kümelenerek onu çembere aldık. Ellerindekine el koyduk, yaşça bizden büyük olan o genç, ağlamaya başladı. Derken bu arada bizimle de iletişim kurdu. Konuşma sırasında kendisinden söz ederek ve yanında bulundurduğu eşyaları ailesine götürmek zorunda olduğunu ifade etti. Kötülük üzerine söz birliği etmiş ve onun ellerindekini almak sanki sevapmış gibi olan anlayışımızı sözleri ve hal diliyle yerle bir ederek merhamet ve insanlık duygularımızı kabartmış ve bizlerin duygu dünyasına hitap ederek hepimizi ikna etmişti. Bizler ise kendisinden özür dileyerek onun yolundan çekilmiştik.

Birkaç sene sonra annemin büyüdüğü köye gitmiş ve o genci o köyde görmüştüm. O bizim kendisine yaptığımız haksızlığı hatırlamış, fakat geçmişteki hadiseyi başıma kakmamıştı. O köyde annemin dayıları ile o gencin sülaleleri aynı yerde yaşıyorlardı. Köy annemin dayılarınındı, daha sonra onlar süreç içinde dayılarımın bir kısım topraklarını dedemden satın almış ve o köye yerleşmişlerdi. Dedemin çocuklarının bir kısmı bunu hazmedemiyor, onlarla kavgalar ederek onları tekrar köyden çıkartarak kendilerine sattıkları arazileri daha ucuza ellerinden almak istiyorlardı. Benim ise o günden sonra dayılarımın çocuklarının birçoğu gibi kanım kaynamıştı onlara. Evlerine gidip geliyor, beraber oynuyorduk. Özellikle dedeleri olan Kılavus amca bizler için bir iyilik abidesi olmuştu. Şimdilerde düşündüğümde onların hem Zazaca hem de Kurmaci konuşan bizlerden bir parça olduğudur.


Yine yirmili yaşlarda Erzurum’da üniversite hazırlık kursuna giderken kursta tanıştığım Iğdırlı Hasan isminde bir arkadaşım vardı. Bir sabah ağlayarak yanıma geldi, Harun dedi: “Ben yurtta sabah namazına kalktım ve namaz kılarken alnımı mühre koydum, diye benimle alay ettiler, böyle namaz mı olur? Müslümanlığımı sorgulamaya başladılar.” Ben ise o çocuklukta şahit olduğum serüvenimi hatırlayarak üzülmüş ve birbirimizi ciddi tanımadığımıza hayıflanmıştım. Hasan’ı kucaklayarak sarıldım ve dedim: “Boş ver Hasan, bunlar ne seni, ne mezhebini doğru dürüst tanımıyorlar. Sen Allah için namaz kılıyor ve yanlışlıklardan kendini alıkoyuyorsun. Ne mutlu sana, kimseyi takma bildiğin gibi ibadetine devam et. Biz kardeşiz Allah var, gam yok.”

Üniversite lisans yıllarında ise okulda birçok ekol ve ideoloji ile tanışma fırsatı elde ettim. Bu tanışıklıklarımdan biri de Sünni ve Şii dünyası kavramları oldu. Her kesime mensup kişiler bu kavramlar çerçevesinde birbirine gard alıyor ve birbirinden adam kazanmak için canla başla çalışıyorlardı. Ben ise tanıştığım bu farklı gruplarla sadece kelime-i tevhit çatısı altında bir araya gelmeyi uygun buluyordum. İstanbul Şehzade Camii’nde her Cuma namazından sonra ülkücüler, radikaller, Nurcular, Nakşiler ve birçok irili ufaklı grup elemanları ile bir araya gelip sohbetlere iştirak ediyordum. Derken İstanbul Üniversitesi Coğrafya bölümünü bırakıp Erzurum’da İlahiyat fakültesine döndüm.

Kader yıllar sonra kırk üç yaşında Farsça öğrenimi için beni İran’ın başkenti Tahran’a sevk etti. Orada bir öğrenci ve işçilerin beraber kaldığı bir yurda yerleştim. Kaderi ilahinin bir remzidir ki, çocukluğumda Alevî bir genci arkadaşlarımla beraber yolunu kesip o bizden değil diye ötekileştirmiştik, o gün de yurtta beraber kaldığımız bir kısım İranlı Şii mezhebine mensup Türkmen, Kürt, Arap ve Fars da beni işaret ederek aralarında “O bir Yezit!” diyorlardı. Anlaşılan o ki, bu ayrılık fikrinin tarihsel kökenleri vardı ve benim biraz da bunun üzerinde durmam gerekiyordu. Daha sonra İran’daki dil eğitiminden döndükten sonra, çalıştığım kurum beni 2014-16 yılları arasında Irak’a gönderdi. Asıl fecaatle orada karşılaştım. Bir kısım insanlar aynı ırktan, aynı dinden olmakla beraber farklı mezhepten oldukları için birbirlerini öldürüyor ve birbirlerinin mallarını ganimet bilip kadın ve kızlarını cariye hükmünde görüyorlardı.

Özellikle Irak’ta görüp unutamadığım birkaç hadiseden söz etmek istiyorum:
Birincisi: Duhok’a doğru giderken 2014’te bir köprü altına sığınmış bir aile ile röportaj yapma imkanım oldu. Bir yaşlı baba, büyük oğlu ve hanımı. Baba Êzîdî, Sincar (Şengal)’dan, DAEŞ’in elinden kaçarak kurtulmuş. On altı yaşındaki oğlunu gözlerinin önünde kafasına ateş ederek öldürmüşler, onları da esir alıp Toyotalara bindirerek götürmüşler, gece karanlığında yol alırken onlar arabadan atlayarak kaçmışlar. Hadiseyi anlatırken baba gözyaşlarına boğulmuştu.

İkincisi: Erbil yakınında bulunan Bahirka göçmen kampında görüştüğüm Telaferli Şii bir Türkmen kadın. Her şeyimizi bir anda kaybettik. Yine bizim gibi Türkmen olup DEAŞ ile işbirliği yapan bazı Sünni Türkmenler buna sebep oldular, üç katlı evimize ve arabalarımıza el koyup bizleri anavatanımızdan sürgün ettiler. Gerçekten de sürgün ve perişanlıktı halleri. Elli derece sıcaklık altında çadırlarda buram buram terliyor, o gün için tüm dünyalıklarını yitirmiş ve çaresizdiler. 2014’te DEAŞ ile işbirliği yapan bir kısım Sünni Türkmenler kardeşlerinin mallarına, canlarına ve namuslarına kast etmişlerdi. Erbil üzerinden Necefe giden Şii Türkmenler içlerinde taşıdıkları acılarla intikam yeminleri ederek Haşdi Şabi 16. Tugay ismi ile 2017’de Irak Merkezi Hükümeti Ordusu ile Telafer’e girerek birkaç yıl önce DEAŞ’la birlikte kendilerini sürgün eden, mallarına el koyan o bazı Sünni Türkmenleri öldürdüler. Evet, iki mezhebin müntesibi olan bir milletin çocukları kutsadıkları mezhepleri uğruna öç alıyorlardı sözüm ona. Bu sadece Türkmenlere ait bir durum değildi, o bölgede yaşayan Arap ve Kürtlere sirayet etmiş bir ruh hali idi.

Üçüncüsü: ABD’liler, Kanadalılar, Almanlar ve İngilizler şehirden şehre geçerken arabaları aranmaz, saygı duyulur; ancak Iraklı Sünni Araplar, Şii Araplara; Sünni Türkmenler, Şii Türkmenlere ve Kürtler diğerlerine diğerleri de Kürtlere ait güvenlik noktalarından geçerken birbirlerinin sorumluluk alanlarında birbirine kan kusturuyor ve birbirlerine hayat hakkı tanımamak için adeta yarışıyorlardı. İşin en garibi de herkes yerden göğe kadar kendini haklı görüyordu.

Hiç kuşkusuz buralarda diri tutulan 1400 yıl önceki fikri, siyasi ve sosyal ayrılıkların neden olduğu veya neden gibi gösterildiği bitmek tükenmek bilmeyen mezhep kavgaları kaynaklık etmekteydi. Oysa gerçekte Kur’an’da ifade edilen “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez’’ (53/38) Başka bir ifadeyle hiç kimse bir başkasının yapıp ettiklerinden sorumlu tutulamaz, hakikati göz ardı edilmişti. Maalesef bu ayrılıklar daha sonraki süreçlerde bir iktidar ve güç manivelası gibi kullanılarak adeta mezhepler dinin yerine ikame edilir hale getirilerek mücadele aracı kılındılar ve aynı milletlerin çocukları birbirlerine boğazlatıldı.

Orhan Karaoğlu, “Teopower Olarak Şiilik ve İran Dış Politikası” adlı eserinde : “Tarih boyunca Müslümanlar arasında yaşanan en önemli farklılaşma, Şia adı altında meydana gelen mezhep oluşumudur. Şia’nın, içerisinde barındırdığı alt kollarıyla birlikte ayrı bir mezhep olarak ortaya çıkması, bu fırka mensuplarını, bir nevi Müslüman toplumların muhalefet hareketi konumuna getirmiştir. Diğer Müslümanlar ise Sünnilik adı altında bir araya gelmişlerdir. Sünni-Şii çatışması, İslâm’ın tarihini, teolojisini, hukuk ve siyasetini yeniden şekillendirmesine yol açacak kadar etkili ve zaman zaman alevlenen oldukça eski bir olgudur.”(s:18-19).

Yukarıda da söz ettiğimiz gibi aslında günümüzde de gerçekleşen mezhepler arasındaki çatışma Karaoğlu’nun da işaret ettiği gibi kökleri geçmişe dayanmaktadır. Bu olumsuz çatışma ortamını ortadan kaldırmak için de hiç kuşkusuz çalışmalar yapılmıştır. Bunlardan biri de yine Karaoğlu’nun “Teopwer Olarak Şiilik ve İran Dış Politikası” adlı eserde: “Safevilerin yıkılması ile Kaçarların yönetimi ele alışına kadar olan ara dönemde bahsedilmesi gereken en önemli şahıs Nadir Şah’tır. (ö. 1747) 1736 yılında İran’ın birliğini geçici de olsa sağlayan Nadir Şah, Şah İsmâil ve haleflerinin izledikleri ve İran’a getirmiş oldukları dini anlayışı bidat olarak değerlendirip, bu anlayışı İran’da uzaklaştırmak istemiştir. Bu doğrultu Bağdat’ın Osmanlı Valisi Ahmet Paşa’nın yardımıyla Sünni-Şii ulemayı bir araya getirerek Caferiliği beşinci mezhep olarak kabul edilmesi için çaba sarf etmiştir. Nadir Şah’ın bu ve buna benzer politikaları İran’daki Şii ulemayı haliyle rahatsız etmiştir. 1747 yılında suikaste uğrayan Nadir Şah’ın yeğeni Adil Şah, Şiiliği kontrol altına alma çabasının Nadir Şah’ın hayatına mal olduğunu itiraf etmiş ve kendisini Hz. Ali’nin velayetinin kölesi olarak takdim etmiştir. (s: 42). Yine aynı eserde 1979’da İran’da gerçekleştirilen İran İslâm Devrimi lideri Ayetullah Humeyni’nin benzer bir duruşunu dile getirir: “Hümeyni, İran’ın Sünni Müslümanlar üzerindeki etkisini artırabilmek için mezhepleri yakınlaştırma (takrib) fikrini de gündeme getirmiştir. Dönem itibariyle dünyadaki siyasi konjönktürün de etkisiyle İslâm dünyasında birçok Sünni grup ile irtibata geçilmiştir. Ancak İran-Irak savaşı ile beraber takrip fikrinin son dönemde işlevi kalmadığı anlaşılmış, özellikle Orta Doğu’da tarihten gelen devletlerarası rekabetin varlığı ve ulusal çıkarların uyuşmamasının da etkisiyle yeni İran devleti sadece Şiilerin hamisi rolünü üstlenmeye dönmüştür. Yani devrim bir anlamda İran İslâm Devrimi’nden ziyade İran Şii Devrimine dönüşmüştür.” (s: 56-57).


Sonuç olarak diyebiliriz ki, Sönmez Kutlu’nun “Alevilik-Bektaşilik Yazıları” adlı eserde Pir Sultan Abdal’ın bir şiirinde dile getirdiği:
“İmam-ı Cafer’den aldık icazet
Musa-i Kazım’dan farzile sünnet
Mü’minlere rahmet, Yezid’e lânet
Hüseyni’yim, Alevî’yim ne dersin
İmam-Rıza’nın ben envarıyım
Şah-ı Kerbelâ’da doğan Ali’yim
Münkirle Yezid’in Azrail’yim
Hüseyni’yim, Alevî’yim ne dersin.” (s: 25)

gibi kin ve intikam duyguları halklar ve milletler arasından bertaraf edilmeli. O günün yanlışları hatası ile sevabı ile mahşere bırakılmalı, Adriyatik’ten Çin Seddine kadar olan Akdeniz ve Afrika’yı da içine alan bütün İslâm milletleri ile bu inancın en güçlü temsilcilerinden olan Türklerin de bu mezhebi ayrılıklardan kurtularak daha güçlü birlikteliklere kavuşabilmesi için Nadir Şah ve son dönemlerde Ayetullah Humeyni’n başlattığı ama sonuçlandırmadığı mezhep yakınlaştırma projeleri bir an önce Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ve İran’daki Uzmalar Meclisi ile yeniden başlatılmalı, her iki mezhebi birbirine düşman eden bütün kavram ve anlamları ayıklamalı, bu insanları gerçek kardeşlik fikrine davet ederek aralarındaki fikri ve siyasi ayrılıklara son verdirme gayretine girmelidir. Bu yapıldığı takdirde hem iki mezhebe müntesip olan Türklerin, Farsların, Arapların, Kürtlerin ve Afrika’da yayılmaya başlayan bu kavgalara son verilmiş olur. Aksi halde 1400 küsur yıldır devam eden bu kardeş kavgaları hep sürecektir. Bu ise onlara ne dünyada ne de ahirette mutluluk getirmeyecektir.


Kaynaklar:

1.Kur’an Yolu Meâli (2016), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara53. Sure, 38. Ayet, Diyanet İşleri Başkanlığı

2.Karaoğlu, Orhan, Teopower Olarak Şiilik ve İran Dış Politikası, (2021)Kitabevi Yayınları, İstanbul

3. Kutlu, Sönmez, (2016), Alevîlik-Bektaşîlik Yazıları, Ankara Okulu Yayınları, Ankar