“İslam’ın akaide dair esasları “iman”; haramlar, kefaret ve ibadetlere dair ahkamı “ibadet”; insanlar arası ilişkilere dair hükümleri de “ahlak” kategorisinde yer alır.” (Ali Bardakoğlu, İslam’ı Yeniden Düşünmek, Kuramer.)
“İman-ibadet-ahlak şeklindeki üçlü ayrımın zihinlerde bıraktığı olumsuz bir izlenim de dinin bel kemiğini imanın ve ibadetlerin teşkil ettiği, ameli de kapsayan ahlakın ise daha tali bir önem ve konumda olduğu şeklindeki yanlış anlayıştır. Bunun muhtemel sebebi Hz. Peygamber sonrası dönemde iktidar mücadelesi ve gruplaşmalar sonucu sahabe arasında amansız bir çekişme ve çatışmanın yaşanması, bunun zihinlerdeki kötü izlerini hafifletebilmek için de iman-amel ayrımının öne çıkarılıp insanların sahabenin ahiretteki durumu hakkında ileri geri konuşmasının önüne geçilmeye çalışılmasıdır.”
Burada bir parantez açmam lazım:
Müslümanların sahabenin Peygamberimiz’den sonraki siyasi ihtilafları, bazen kavgaları hatta savaşları konusunda tutarlı, nesnel tahliller yapamadıkları bir gerçek.
Herkes mezhebine ve meşrebine göre kimi sahabiyi koruyarak, kimini korumayarak tarihi kendince ayıklıyor.
Ayrıca o dönemdeki iktidar çekişmelerinin çıktılarını dinleştiriyor.
Bu yüzden, kimi zaman yanlışın da doğrunun da tezkiye edildiği, kimi zaman (haricilerin yaptığı gibi) ikisinin birden mahkûm edildiği tutarsız, sübjektif tarih yorumları ortaya çıkıyor.
Tarihi sağlıklı yorumlayamamak, tarihi dinleştirmek, tarihe de dine de zarar veriyor.
Parantezi kapatalım, Bardakoğlu Hoca’nın ahlakın tarihi süreç içinde nasıl geri plana itildiğine dair değerlendirmesine geri dönelim:
“Belki iyi niyetle ve insanların “imanını kurtarmak”, günah işleyenleri ümitsiz/çaresiz bırakmamak düşüncesiyle yapılan telkinlerin de etkisiyle ahlakın önemsiz olduğu ve dindarlığın imanla başlayıp belli ibadetleri düzenli ifa ile noktalanabileceği anlayışı aramızda yaygınlaştı. Buna af ve tövbe kapısının periyodik kullanımı, belli ibadet ve zikirlerin işlenmiş günahları sıfırlayacağı, Allah’ın ahirette affedeceği gibi teşvikler de eklenince dindarlığın bütün davranışlarda kendini gösteren bir bilinç hali, süreklilik ve tutarlılık isteyen bir yöneliş olduğu yeterince kavranamadı.”
Yani?
Müsaade ederseniz kitabın dışına çıkayım.
Yani şöyle:
Çalıştırdığın işçinin hakkını vermiyorsun.
Ticaretine hile hurda karıştırıyorsun.
Araya adam koyup arazinin emsalini yükseltiyorsun. Ya da ihale alıyorsun, hak edişi de alıyorsun, sonra umreye gidiyorsun, “lebbeyk Allahümme lebbeyk” sıfırlanıp geliyorsun.
Bu salih olmayan amelleri işlerken kime “lebbeyk” diyorsun?
Kur’an-ı Kerim’den kaynaklanmayan, tarihi süreç içinde şekillenen ve yerleşen yanlış ‘kader’ anlayışının ‘tarihi dinleştirmek’ dediğim olguya misal teşkil eder mi?
Edebilir.
Emevi iktidarında Müslümanların başına gelen felaketlerin ‘kader’ olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştı mesela.
Prof. Dr. Bardakoğlu’nun ‘kader’ kavramı konusundaki izahları zihnimizi açabilir.
“Kur’an “Allah’ın sünnetinde/yasasında hiçbir değişme, sapma bulamazsın” uyarısıyla varlık aleminin Allah’ın koyduğu bir nizam üzre düzenli şekilde işlediğini; insan, toplum ve tabiat olaylarının da bu minvalde cereyan ettiğini, insanın bunun bilinciyle kendi yolunda yürümesi ve davranışının sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini anlatıyor. Aynı anlamda ama biraz daha farklı bir üslupla Kur’an “Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın” buyuruyor. Ayet açıkça yeryüzünde veya sizin kendi dünyanızda herhangi bir olay/musibet meydana gelmişse o ancak ilahi yazgının, ilahi bir kuralın, kaidenin, ilkenin, yaratılış nizamının bir eseridir diyor. Ayette geçen kitab kelimesini kütüphane rafındaki bir kitap gibi düşünüp ayetten “Ben bütün başınıza gelecekleri önceden harfi harfine yazdım; artık ne ileri gider ne geri gelir, sizin de yapabileceğiniz bir şey yok” şeklinde, cebri ve insanın özgür iradesini hiçe sayan bir anlam çıkarırsanız sadece Türkiye özelinde ayrı bir anlamı bulunan Hanefi-Matüridi çizgiden ayrılmış olmaz, Kur’an’ın insan irade ve sorumluluğuna dair onca ayetini de devre dışı bırakmış olursunuz.”
Depremde on binlerce insanımızın ölmesinin sorumlusu kader mi?
Hayır.
Sorumlusu, evleri depremin şiddetini, etkisini dikkate almadan yani Allah’ın ‘yazgı’sını umursamadan inşa eden insanlar, bu inşa eylemini kontrol etmeyen, çürük binalarda insanların yaşamasına izin veren yetkililer.
Şunu anladım ben:
Kader, Allahu Teala’nın alemin işleyişi için koyduğu ilkelerdir, kurallar, kanunlardır.
Bu ilkelere aykırı davranırsanız yaptıklarınızdan ve yapmadıklarınızdan mesul olursunuz.
Kitabı sonuna kadar okudum.
İhtiyaç hissettikçe kitabın dışına da çıktım.
Maksadım, hem dinin anlaşılması konusunda yeni bilgiler edinmek hem de okurlarımı kitaptan haberdar etmekti.
Bence maksat hasıl oldu.