Tarih: 04.03.2021 14:36

Hayat, 28 Şubatlar ve KHK’lardan Daha Güçlü ve Bereketlidir

Facebook Twitter Linked-in

Hayatı sanki hep yollarda geçen biri Fatma Bostan Ünsal. Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz söyleşide de görüleceği üzere “yolda olmak” yazgısı, her iki anlamda da; hep bir amaç uğruna bir çabada olmak ve çabayı da doğruluk üzere kılmak… Aslında doğan herkes bir yolculuğa yazgılı, ancak her daim “yolda olmak” her kişinin kârı değil… Neticede kendisiyle tanışmamız da onun bir yolculuğuna, İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasına istinaden oldu. Biz, oldukça mütevazı ve samimi, gönül ehli bir dostla müşerref olduk. Sanki tanışıklığımız çok ama çok eskilerdendi… Sanırım sizin de bu söyleşi sonrasında aynı hislerle dolacak, gönlünüz… Ayrıca bir siyaset bilimcinin gözlemleri, insan hakları ve kadın hakları savunucusu bir aktivistin eleştiri ve tavır alışları, kendimizi zihnen tekrar sıygaya çekmek için de fırsat olacak…

Söyleşen: Fatma Akdokur

-Fatma Hocam merhaba, müsaadenle hocam diyeyim, en son çalıştığın yer olan akademiye nispetle. Akademi ile ilgili hikâyene de geleceğiz ama sonra… Öncelikle seni biraz tanıyalım.  Fatma Bostan Ünsal kimdir?

-Fatma’cığım,  pek çok konuda şahsıma karşı aşırı mültefit davranıyorsun ancak hepsinin değil ama “yolda olma durumu” tespitinin beni oldukça iyi tarif ettiğini söyleyebilirim. Kim olduğum biraz da yaşadıklarıma bağlı galiba. Sen de “İstanbul’dan Ankara’ya gelme” vak’asına referansla başladığın için ve gerçekten hayatıma etkisinin ağırlığı dolayısı ile ben de oradan devam edeyim, öncesinde birkaç şey söyleyerek.

İlkokula çok erken gittiğim için henüz on altı yaşındayken, doğduğum ve büyüdüğüm Balıkesir’in Manyas ilçesinden İstanbul’a geldim. Birçok arkadaşım gibi abilerimle beraber, üniversiteye gitmeyi bırakın, ailenin resmî okul görmüş ilk nesliydim. Babam çok erken yaşta babasını kaybettiği için hiç okula gitmemiş, askerde okuma yazma öğrenmiş; annemse babası muhtar olduğu için, okula kız çocuklarını zorla gönderme seferberliği nedeniyle birkaç yıl ilkokula gidebilmiş. Annemden, köyün yaşlılarının, babasını, kız çocuğunu okula gönderdiği için eleştirdiğini hep duyarak büyüdüm. Duymadığım başka bir husus ise ben liseye giderken, bazı Karadenizli hemşerilerimizin “Liseye değil Kiliseye gittiğimizi” söyledikleriydi.

Oldukça başarılı bir lise hayatım oldu. Fazla gayret göstermeden, babası üniversite mezunu bir rakibimin son sınıfta Manyas Lisesini bırakıp İstanbul’a gelmesi nedeniyle, lise birincisi olmuştum. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’ne 1981 yılında girdiğimde, muhafazakâr aileler kız çocuklarını üniversiteye göndermekte tereddüt ettikleri bir dönem olduğu için, Fakülte’deki tek başörtülüydüm. Dönemin ruhuna uygun olarak, benim gibi ailesinin ilk üniversite okuyan bireyleri olan farklı fakültelerden kadın başörtülü arkadaşlarımızla daha ziyade vakit geçiriyor; bu vakitlerde de tefsir, siyer,  Arapça dersleri gibi bazı temel dini bilgileri öğrenmeye çalışıyorduk.   

 Fakültede de hiçbir iddiam olmamasına rağmen, derslere devam ettiğim ve tesadüf son sene bütünlemeye de kalmadığım için belki de en başarılı ilk on öğrenci arasına girmiş olduğumu öğrendim, şaşkınlıkla. Benim gibi başörtülü bir Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu için çalışma alanı olmadığından, İngilizce öğrenmek ve tercüme yapmak üzere ikinci üniversite olarak Boğaziçi Üniversitesine girdim. Önce sosyoloji lisans öğrenimine başladım. Tam o dönemde (1987) bütün Türkiye çapında başörtüsü yasakları ve hemen akabinde doğal olarak karşı protesto eylemleri, oturma grevleri ve yasağa karşı imza kampanyaları başlamıştı. Ben de tabii olarak bu eylemlere katıldım. Hatta ilk kez Ankara’ya, İstanbul’da topladığımız bu imzaları, zamanın Başbakanı Turgut Özal’a sunmak için annemin Almancı bir komşumuzdan aldığı bir bavul içinde götürdüğümüzde gitmiştim. Sosyoloji lisansını bitirmeden Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisansa başladım. Bu arada İngilizce benim asli uğraşım olmuştu; hem tercüme yapıyor hem de çeşitli düzeylerde grup olarak veya özel ders veriyordum. Evliliğim de bu dönemde oldu ve eşimin işi dolayısı ile Ankara’ya geldim, sizlerle tanıştım. 

-Evet, İngilizce dersleri denince, bana da büyük bir sabırla zaman ayırmıştın, İngilizce gramer dersleri ve okumalar yapmıştık. Hem de hiçbir maddi karşılık almaksızın…  Peki, o zaman hemen seni hep böyle oldukça “mütevazı ve üretken” kılan motivasyonu sormak isterim; ağır (!) konulara geçmeden. Bizim tanıdığımız, dost kabul ettiğimiz Fatma’yı, içine girdiği her topluluk veya bireysel ilişkide abartısı olmayan, kararlı ama sakin, gösterişten uzak, şimdilerde birçok insanda görmeyi mumla aradığımız tevazuun sahibi, diğerkâm ve cesur, oldukça verici, yaptıklarına üşenmeyen biri kılan şey neydi, nedir?

-Senin de olumlu olarak bahsettiğin özelliklerim, sanırım hayatla, ilk andan itibaren, aile içinden başlayarak, ne yazık ki pek çok kadın arkadaşımın tersine, çok büyük mücadele etmemi gerektiren bir sertlikte karşılaşmadığım için, yani hırpalanmadan yetişmiş, büyümüş olmamın kazanımları olabilir. Rahmetli babamın tek kız evladı olan bana karşı davranışı, abimlere ayırımcılık sayılacak kadar beni kayırması üzerine bina edilmişti. Başörtüsü yasağına kadar -ki bir anlamda kendimiz başörtülü olmayı seçtiğimiz ve bir şekilde hazırlandığımız bir süreçti- genel bir ayrımcılığa maruz kalmadan kaygısız bir gençlik dönemi geçirdim. Bu yüzden muhataplarına karşı şüpheci olmayan, kabul edileceğinden emin olan birinin normal tepkisi ile işbirliğine yatkın, şüphesi olmadığı için fazla da sorgulamayan birisi olarak arkadaş gruplarında rahat geçinilen biri olmuşumdur. Bu yüzden benim için söylediğin “mütevazı ve üretken” ibaresinin ilk kısmı doğrudur ama ikinci kısmı konusunda şüphelerim var; ama bir grup olarak yapılacak işlerde grubu yavaşlatmamak için gayret ettiğimi söyleyebilirim. Belki de babamın beni hep el üstünde tutan tavrı ve sonraki ilk gençlik yıllarımda çok çabalamadan başarılı olmam nedeniyle hep çok fazla imkânı olan, yani topluma karşı borcu olan, başkaları için bir şeyler yapmam gereken biri gibi hissettim hayatım boyunca.

-Söylediğin çok önemli, hem ailede hem de içinde yaşanılan toplumdaki eşitlik, özgürlük ve saygın bir ilişki, bireyin pozitif bir kimlik geliştirmesinde büyük bir imkân gerçekten. Buradan yavaş yavaş ilerleyelim ve çeviri yayınlarına değinelim istersen. Thoreau ve Gandhi’nin sivil itaatsizlikle ilgili mücadelelerini ve düşüncelerini dile getiren “Sivil İtaatsizlik ve Pasif Direniş” isimli kitabı çevirdiniz. Bu sadece bir çeviri işi miydi, yoksa bu konuya bir dikkat çekme çabası mıydı?

-Dediğim gibi ne kadar emek-yoğun, sabır ve uzmanlık gerektirdiğini bilmeden ve esasen başka bir alternatif zemin de olmadığı için kendime “iş” olarak seçmem ve o dönemde camiada İngilizce bilen sayısı da sınırlı olduğu için tercüme işine girmem kolay oldu. Thoreau’dan önce aslında Noam Chomsky’nin Amerikan emperyalizmine karşı çıktığı, medyanın bu emperyalizmi nasıl bir anlamda meşrulaştırdığı Korsanlar ve İmparatorlar kitabını çevirmiştim. Bu benim seçtiğim bir kitap ve yazar olmadığı gibi o dönemde yazarlar ve kitaplar hakkında bilgi sahibi olmak en azından benim için o kadar kolay da değildi. Thoreau ve meşhur kitabı Sivil İtaatsizlik için de geçerlidir, bu durum. Hatta yeri gelmişken yanlış anlamaya yol açmayalım, bu kitabı iki kişi tercüme ettik. Diğer mütercim arkadaş kitabı çok yetkin bir şekilde tercüme etmişti, ben yalnızca Gandhi ile ilgili kısmı tercüme ettim. Ama tabii bu konuların seçilmesi hem Batı hâkimiyetindeki dünya düzenine hem de yurt içinde muhalif olan arkadaş grubumuz sayılan Vadi Yayınları için tesadüf değildi ve çok da yol gösterici olduğunu söyleyebilirim.

-Fatma Hocam, madem “yol gösterici” dedin, ben de hemen yola dair bir şeyler sorayım diye düşündüm ama ona geçmeden “sivil itaatsizlik” nedir, bunun bir toplumun demokratik kültürünün gelişimine, bireylerin hak bilincine veya daha adil ve eşitlikçi, özgür bir toplumun inşası açısından önemi nedir, biraz açsak nasıl olur?

-Sivil itaatsizlik, insanın, yanlış yapması muhtemel olan bir kurum olan iktidarın yanlış davrandığı durumlarda, bu yanlışa şiddet içermeden ve açıkça direnmek ve direnme neticesinde öngörülen cezayı çekmeye de razı olmaktır. Şiddet dışılık sivil itaatsizliğin en önemli özelliği oluyor; sivil itaatsizliğin ikinci özelliği yanlışa açıktan itiraz ve bunun karşılığı olan cezaya razı olma durumudur, tabii sivil itaatsizliğin olabilmesi için az çok halkın eğilimlerinin dikkate alındığı bir toplumsal düzen olması gerekir. Sivil itaatsizlik ile özdeşleşen Gandhi’nin, “açlık grevi” gibi pratiklerle toplumun ilgisini çekerek, desteğini alarak kolonyal dönem İngiliz yönetimine karşı bile başarılı olması hem İngiliz yönetiminin saf şiddete dayanmadığını (aslında hiçbir yönetim saf şiddete dayanamaz, bu şekilde uzun ömürlü olamaz) hem sivil itaatsizliğin sadece Batı demokrasilerinde olmadığını gösterir. II. Dünya Savaşı’nda Almanların hem Almanya’da hem de işgal ettikleri yerlerdeki Yahudilere karşı ayrımcı politikalarının ve soykırımın Hollanda’da icra edilememesi de sivil itaatsizlikle mümkün olmuştur: Yahudi işaretli kolluk takma mecburiyeti getirilmesine karşı, Hollanda Kralı en başta itiraz ederek kolluk takınca toplumda artık Yahudileri ayırmak mümkün olmamış ve diğer zalimlikler yapılamamıştır. Kadın hareketinin mesela oy hakkını elde etmesi bu tür sivil itaatsizlik etkinlikleri ile mümkün olmuştur. Toplumdaki insanların gönlüne, aklına hitap ederek, bir toplumsallık sağlayarak “yanlışı düzeltmek” imkânını verdiği için, toplumların aslında sürdürülebilirliği için hayati önemdedir sivil itaatsizlik. Zıddı olan durum ya şiddete başvurmaktır ki yeni zulümleri doğurur, ya da var olan yanlış durumun devamı anlamına gelir. O yüzden toplumların asgari olarak sivil itaatsizliğe izin verecek düzeyde bir direniş kültürüne ya da siyasal bir gelişmişliğe sahip olması gerekir, İngiliz kolonyal sisteminin Hindistan’da izin verdiği düzey gibi mesela.

Kur’an’da anlatılan kıssalardan ilahî yönlendirmenin de şiddet dışında bir çözüm önerisi olduğunu düşünüyorum, ama halkın eğilimlerinin dikkate alınmadığı yönetim ve toplumlar söz konusu olduğu için bireysel veya toplu olarak çözümün zalim toplumdan uzaklaşma olduğu gösterilmiş görülüyor, gerek İsrailoğulları’nın Hz. Musa liderliğinde Mısır’ı terk etmesinde oluğu gibi, gerekse de Ashab-ı Kehf örnekliğinde olduğu gibi. Tabi toplum derken, zalim yönetimlerine arka çıkan dolayısıyla yönetimi de içeren bir toplumdan söz edilir. 

-Malum, hayat söz konusu olunca dilimizde hep bir yol ve yolculuk anlatısı olur. İnsan hayatı aslında bir yolculuklar toplamı desek yanlış olmaz sanırım. Yollarımızın kesiştiği, birlikte yürüdüğümüz, gün gelip yollarımızın ayrıldığı nice yolcu/luk/lar vardır. Kendi adıma meselâ çok önemsediğim bir yolculuktu Platform yolculuğu. Senin Başkent Kadın Platformuyla tanışman ve platform yolculuğun nasıl seyretti, biraz da ondan bahsedelim mi? 

-Tabii ki… Haklısın, benim için de Başkent Kadın Platformu yolculuğu çok önemli. Ayrıca tanışıklığımız çok eskilerden geliyor gibiydi. Apayrı coğrafyalardan gelmemize ve pek çok açıdan farklı çevresel şartlarımız olmasına rağmen bu “tanışıklık”,  okuduğumuz kitapların, hayata müdahale ederken karşılaştığımız en önemli problemin, yani başörtüsü yasağının ve buna karşı mücadelemizin ve hayatın mânası konusundaki kabulümüzün benzerliğine dayanıyordu sanırım.  İstanbul’da 1996 tarihinde yapılan Habitat-II toplantısına Platform olarak yirmi altı kişi katılmış ve iki haftalık çok yoğun, yirmi dört saatimizin beraber geçtiği dönemde tanışıklığımız artmıştı. Üstelik Platform’da genel sekreter olarak çalışmaya başlayarak da çok hızlı bir giriş yapmıştım. Platform’un benim için önemini şöyle sıralayabilirim. Birincisi, Muhafazakâr/dindar/İslam referanslı kadınların laik alanlarda ilk okuyan neslinden biri olarak kendi ürettiğimiz doğrulardan ziyade (erkek olan) ideolojik öncülerimizin ürettiği ve hayat ve İslam’ın gereklerine uyup uymadığı yönünde tartışmaya kapalı neredeyse “ideolojik” kabullerimin hayatla yüz yüze geldiği bir zaman diliminde Platformun ilahiyat eğitimi almış kadınları olan sizlerle tanışmam benim için çok teşvik edici oldu. Zaten Yüksek Lisans tezim olan “Sebilü’r-Reşâd Dergisinin Politik Tutumu” konulu tezimde İslamcılık düşüncesini sistematik olarak incelediğim için, bu düşüncenin devamlılıklarını, çelişkilerini, kırılganlığını, siyasi konjonktüre ne kadar bağlı olduğunu görmüş ve bir anlamda hayal kırıklığı yaşamıştım. Daha 1991 yılında, evlendikten sonra, soyadı değişikliğine resmi olarak zorlandığımda, İslam kültüründe böyle bir uygulama olmadığı için eski soyadımı kullanmaya devam etme yönündeki doğal talebimin “İslamcı ağabeyler” tarafından tepkiyle karşılanması bende bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Bu zorlama İslam’a çok açık biçimde aykırı olmasına rağmen ve genelde laik medeni hukuk bu camiada pek tasvip edilmezken, kadınlara karşı olan bu uygulamayı hiç sorgulamadan kabul etmeleri, toplumda yer etmiş uygulamalara nasıl kolaylıkla “dinî”, “ilahî” sıfatının verildiğini anlamamı sağlamıştı. Tam o sırada ilahiyat eğitimi almış sizlerin, alanın uzmanı olarak İslam düşüncesinin çeşitliliği, siyasi olayların itikadî ve amelî mezheplerin oluşmasına etkileri, çok zengin tefsir ve anlayışları aktarmanız,  bu alanda hâkim olan tekçi anlayışı sorgulamamı ve kendi öğrenimimi – ki daha ziyade Batı tecrübesini içeriyordu müfredatımız- daha iyi değerlendirmemi sağladı diyebilirim.

Ayrıca bu süreç, toplumda var olan diğer pek çok eşitsizlikler gibi kadın alanında da “kabul edilmiş olduğu için normal gelen adaletsizlikler” ile ilgili görüş açımı genişletmişti. Başörtüsüne yönelik yasakların yeniden ortaya çıkması ile yeniden hak savunuculuğu ve kadın örgütleriyle işbirliğinde bulunma ihtiyacı, ana akım kadın hareketinin kavram ve duyarlılıklarına diğer arkadaşlarım gibi beni de yaklaştırdı.

Platform bana,  sadece düşünsel ve tematik ortaklaşma zemini sunmamış, öğrencilik dönemini farklı bir şehirde geçiren bana, aynı zamanda bir dostluk zemini de sunmuştu. Bunu ikinci katkı olarak sayabilirim. Yani Platformdaki arkadaşları, beni “yüzde yüz” temsil ediyor görüyordum; bu arkadaşlarımın yazacakları bir metne gözü kapalı imza atabilirdim, o kadar kendimle özdeş görüyordum. Tabii daha o zaman bizler çevrede yer alıyor ve siyasi iktidara yakınlık/uzaklığın bizi bugün getirdiği sağırlar diyaloğundan çok uzaktaydık; orası sıcak bir ortamdı benim için. Takdir edersin ki bu çok büyük bir lüks… Hem hayat tarzı, ilgiler, doğru/yanlış değerleri, zevkler konusunda ortaklaştığın bir arkadaş grubu ve aynı zamanda tematik bir alanda çalışmalar yapabileceğin, kendini gerçekleştirebileceğin bir ortam olması dolayısı ile.

-Doğrusu öyle güzel anlattın ki, hüzünlendim, burnumun direği sızladı desem yalan olmaz…

Hazır söz açılmışken, istersen Platform merkezli devam edelim. 1996 Habitat II İstanbul, 2000 Pekin +5 Newyork, sanırım aynı yıl Dünya Dinler konferansı Cape Town, Platform üyesi bir arkadaşımız olan Zehra’nın katıldığı bir toplantı vardı yine Afrika’da… Koşturmaca dolu bir sürecin içinden geçerken ne yapmak istiyordunuz; neydi sizi “kadının yeri evidir” söyleminin zıddına; evdekilerin, Nasrettin Hoca demesiyle “çok geziyor olsa bize de uğrardı” diye söylenmelerine neden olabilecek bir hayata sürükleyen şey; macera mıydı, sorumluluk bilinci miydi, ne dersin?

-İşte “yenidünya düzeni” ve yurt içindeki “muhalif tavrımız” bizleri söylediğin o toplantılara katılmaya teşvik etmişti. Konuları çok çeşitli olsa da bu toplantılara katılmak bir yerden bize dokunuyordu, ya yenidünya düzenine karşı olmak, ya Müslümanlar arasında tanışıklık ve işbirliğini sağlamak, ya da başörtüsü yasağını hemen her yerde ifade edip uluslararası destek sağlamak gibi amaçlara hizmet ediyordu. Habitat II ile aynı yıl yapılan ve esasında ABD’de bulunan İslami grupların bir araya geldikleri, sorunlarını ve çözüm yollarını konuştukları ISNA (Islamic Society of North America) yıllık toplantısına katılmak, bu toplantılarda edindiğimiz bilgi, tecrübe ve tanışıklıkları Platformun diğer üyelerine anlatmak ancak böyle bir ruh hali ile mümkün. Sudan’daki toplantıya, anadili gibi Arapça bilen arkadaşımız Zehra, Platform dışından bir arkadaşla beraber gitmişti. New York’da Birleşmiş Milletler binasında yapılan Pekin+5 ve o tarihe yakın olduğu için Sivil Toplumla ilgili toplantıya katılmamız, sen de katılımcıydın hatırlarsan, başörtüsü yasağı ile mücadele etmek içindi. Türkiye’nin imzalamış olduğu CEDAW Sözleşmesi çerçevesinde, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı önlemek için, var olan durumu, sorunları tespit ve üstesinden gelmek üzere planlanan bazı çalışmalar yapılması gerekiyordu. Çalışmaların ve raporlamaların uluslararası zeminde gerçekleşecek bir toplantıda değerlendirmesi yapılacaktı. Bizler, bu çerçevede Hükümet’in hazırladığı hem resmi raporda hem de Türkiye’den hemen bütün kadın örgütlerinin katıldığı “alternatif rapor” hazırlık toplantısında başörtüsü yasağının eğitim, çalışma ve siyasi alanda kadının önünde engel olduğu tespitimizi yazdırmak istemiş ancak bir türlü bunu başaramamıştık. Bilhassa resmî görüş dışında sivil toplum örgütlerinin görüşlerinin yer almasının sağlanması amaçlı “alternatif rapor”un hazırlık aşamasında diğer kadın arkadaşları ikna edemeyince, görüşlerimizi bizzat ifade etmek üzere ABD’ye gitmiştik. Benim bütün bu toplantılara katılmam hem mesai serbestliğim, hem Platformun genel sekreteri olmam hem de bu toplantıların iletişim dili olan İngilizce’yi bilmem nedeniyleydi sanırım. Zaten “kadının yeri evdir” söylemi muhafazakâr kesimin ilkesi olsa da bizler üniversite okumak, engellenince bu hakkımız için mücadele etmekle zaten bu ilkeyi pratik olarak uygulamıyorduk; ayrıca cemaatlerden bağımsız, radikal İslami hareket anlayışına uygun biçimde, geleneğin dikte ettirdiğinin ötesinde, Kur’an’da geçen, “dağların taşların üstlenmediği ağır sorumluluğu, ‘halifeliği’ ” üstlenmiş kadın ve erkekler olarak, bu söylem çok da hayatımı belirlemiyordu.

-Çok zorlu zamanlarda ve oldukça yıpratıcı ama geliştirici tecrübeler bunlar şüphesiz… Gelelim en önemli tecrübelerden birine daha. Yıl 2001 ve Ak Parti kurucu listesi yayımlandı… İsimler arasında Fatma Bostan Ünsal da vardı. Bir siyaset bilimci olarak siyasi yaşama dâhil olmak nasıl bir şey? Ne amaçladınız; neler yapabildiniz; işin teorisi ile pratiği arasında şüphesiz büyük farklar vardır, bu deneyim nasıl geçti ve ne oldu da siz, bugün kurucusu olduğunuz partiden hem de “iktidar” iken yollarınızı ayırdınız?

Hatırlarsan, başörtülü milletvekili Merve Kavakçı, Fazilet Partisi’nin 22 Haziran 2001’de kapatılmasına yol açan “irtica odağı olma” ithamında ana sebep olarak gösterilmişti. Bu durum zaten 28 Şubat sürecinde eğitim ve çalışma hayatı engellenen biz başörtülü kadınlar için sorunun daha da kangrenleşmesine yol açmıştı. Siyaset öyle veya böyle sorunun aşılacağı zeminlerdi, devam eden başörtüsü yasağı öncelikle siyasette çözülecek olursa zamanla diğer alanlar da hafifleyecekti; tersinden siyasi alanda yasaklanması, sorunu daha içinden çıkılmaz hâle getirmişti. Ben o dönemde, Başkent Kadın Platformu’nun dönem başkanıydım. Doğal olarak bir basın açıklaması yapıp bu kararı kınadık ve eğitim, çalışma ve siyasi hayattan dışlanmaya karşı mücadele edeceğimizi duyurduk.

Ak Partinin kuruluş aşamasına gelindiğinde, seçmenlere tekrar kapatılmayacak bir parti güvenini vermek için başörtüsü yasağının kaldırılmasının öncelik olarak alınmayacağı yönündeki ifadeler, önünde en önemli sorun olarak başörtüsü yasağı olan bizler için elbette inciticiydi.

Siyaset Bilimi öğrencisi olarak Türkiye’deki siyasetin, bırakın demokratik siyaseti herhangi tür bir siyasetin dışında cereyan ettiğini düşünüyordum. Toplumun desteğini, taleplerini alıp ona uygun politika, kanun, kurallar çıkarmak ve sonra da bu kanun, kural ve politikanın halk tarafından nasıl karşılandığını görüp yeniden yeni düzenlemeler getirmek olarak kısaca anlatacağım siyasetten çok farklı bir siyaset söz konusuydu. Halkın talepleri ve desteklerine uygun politika yapmak yerine, halkın talepleri en iyi ihtimalle göz ardı ediliyor, bazen bu talepleri dile getirenler “hain”, “kandırılmış olmakla” itham ediliyordu. Bunun değişmesi gerekiyordu. Bu düşüncelerle İstanbul’dan arkadaşım Ayşe Böhürler tarafından AK Parti kurucu üyeliği teklif edilince, bu teklifi başörtüsü yasağıyla mücadele alanı görerek kabul ettim. Arkadaşımla bu konuda konuşurken, AK Parti yeni bir parti olmasına rağmen biliyorduk ki lider ve etrafındaki çoğu kişi, Refah Partisi kökenliydi ve bu parti modern, rekabetçi bir parti olmaktan ziyade parti liderine sadakat esaslı bir geleneğe sahipti. Bu sebeple ben, parti içinde farklı görüşe sahip olabilirim diye uyarmıştım. Cevap olarak da parti ileri gelenlerinin, “asıl böyle kişilere ihtiyacımız var, sorun değil” demeleri üzerine parti kurucusu oldum.

Şimdi bakıyorum da aslında benim tipik tarzım değildir; gelecekte muhtemel problemlere işaret ederek konuşmak, ama pek çok açıdan bu tutumumun faydasını gördüm. Parti kurulduktan sonraki ilk toplantıda, Başkent Kadın Platformu’nda yer almam, yakın ilişkim olmasa da Mazlumder tecrübesine aşina olmam insan hakları konusunda belirli bir hassasiyet oluşturduğu için Partinin yapılanmasında insan hakları ile ilgili bir birimin bulunmayışını garipsemiş ve bu alanla ilgili bir birime ihtiyaç olduğunu belirtmiştim. Böyle bir birim kuruldu, başlangıçta Sosyal İşler Başkanlığı altında, bana da buranın sorumluluğu teklif edildi ve ben bu görevi üstlendim. Ama doğrusu meselenin önemine binaen konunun müstakil Genel Başkan Yardımcılığı şeklinde düzenlenmesiydi, sonra bu şekilde düzenlendi. Ben bu görevde iken seçim oldu, eşim milletvekili oldu. 1 Mart tezkeresinde ikimiz de, Türkiye’nin ABD ile birlikte Irak’a müdahalesinin karşısında olduk, sonrasında benim de aslında tasvip ettiğim ilke çerçevesinde –her iki eşin birlikte partide yer almaması ilkesi-, İnsan Hakları Birim sorumluluğu görevinden ayrıldım. O dönemde iki farklı Sosyal İşler Başkanı ile çalıştım; ilk olarak eski savcı, MHP’den ayrılmış olan Sadık Yakut ile çalıştım. Görüşlerimiz birbirinden oldukça farklı olmasına rağmen çok medeni, beni destekleyen bir tarzı oldu. Henüz diğer başkan yardımcılıkları da oluşmadığı kendisi de hem milletvekili hem de Genel Başkan Yardımcısı olarak çok meşgul olduğu için, illerin sosyal işler başkanları toplantısında veya diğer parti toplantılarında benim konuşmamı teşvik ederdi. Sonraki Sosyal İşler Başkanı akademisyen Nükhet Hotar ile fazla bir mesaimiz olmadı.  

-Araya girsem… Sanırım sen o dönemde yurtdışına gittin, değil mi? Ev – okul, fakülte arası yoldan başka bir şey bilmeyen, çoğu kez bilmelerine de izin verilmeyen birçok genç kadının ülkeler değil kıtalar arası yolculuklara çıkmalarına imkân veren 28 Şubat darbesinin zoru devam ediyordu… Siz de Malezya’ya gittiniz. Biraz bahseder misin, niçin gittiniz; ne umdunuz neler buldunuz; başkaları da var mıydı, neler yaptınız? Bir siyaset bilimci olarak bu tecrübe sana neler kazandırdı, Malezya gözlemlerin neler?

Partide, önceye göre daha arka planda kaldığım bu dönemde, zaten daha önce başvurularını yapmış olduğum öğrenim hayatım ön plana çıkmıştı. Başörtüsü yasağı dolayısı ile ancak yurt dışında okuyabilecektim, ya ABD’ye ya da Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’ne gidecektim. O dönemde pek çok tanıdığımız hem de çok iyi imkânlarla bu üniversitede okuyor veya çalışıyordu. Ben de buraya başvurdum. Başlangıçta biz ailecek gitmeyi düşünüyorduk.  Üniversiteye kabul aldığımda eşim milletvekili olduğu için o artık gelemezdi. “Ne yapalım?” diye konuştuk; başörtüsü yasağı kalkacak gibi görünmediği için benim Malezya’ya gitmemin iyi olacağını düşündük.

Malezya bizim için çok haklı sebeplerle “cennet” gibi gelmişti. Kendi memleketimizde başörtülü olarak öğrenci bile olamazken daha ülke girişinde başörtülü pasaport memurlarını görmek, bu nedenle bir ayrımcılığa maruz kalmamak çok hayran kaldığımız bir husus olmuştu. Ancak üniversitemiz, diğer arkadaşların da fark ettiği üzere, üniversite gibi değildi; öğrencilere çok açık yönlendirmeler yapılıyor, öğrenci hareketlerinden çok korkuluyordu. Üniversitede çalışanlar hükümeti eleştirmeyeceklerini belirten bir metin imzalıyorlardı… Beni o zaman derinden sarsan bir hatıramı anlatayım. Malezya seçimleriyle ilgili bir makale yazan, Kanada’da doktora yapmış, bölümümüzün en birikimli hocasının; muhalefetin dile getirdiği ve “gizli oy” prensibini ihlal eden oy pusulasının üzerindeki rakamlardan kimin hangi partiye oy verdiğinin anlaşılabilmesi sorununu, müstakil başlık altında eleştiremese de, hiç olmazsa “muhalefetin itiraz noktaları” başlığı altında bile yazamamasıdır. Ayrıca derslerin kayda alınması ve bunların inceleniyor olması da hocaları çok bağımlı kılıyordu. O yıllardaki “Türkiye Malezyalılaşıyor mu?” başlıklı hararetli tartışma, o zaman için absürt gelse ve ben de bu ifadenin karşısında olsam da bugün Türkiye’deki üniversitelerin benzer hâle gelmesi, o dönemdeki söz konusu tartışmanın maalesef bazı noktalarda öngörülü olduğunu göstermektedir.

Eski İngiliz sömürgesi olan ve bağımsızlığını masa başında elde eden Malezya’da bulunmak İngiliz siyasetinin gücünü, organizasyon becerisini fark etmemi de kolaylaştırmıştır. Beni şaşırtan bir husus da tüm İslam dünyasında ihtida edip Müslüman olmak sevinçle karşılanıp el üstünde tutulur bir hâl iken, Malezya nüfusunun %30-35’ini oluşturan Çinlilerin Müslüman olmaları karşısında hiç sevinilmemesi ve Müslüman toplumuna dâhil edilmelerine büyük direnç gösterilmesidir. Siyasetin dışında saf, pür bir husus gibi görünen bir hususun bile aslında daha derinden siyasi yönler taşıdığını göstermişti bu bana. Malezya toplumu %50-55 Müslüman Malay, %30-35 Çinli ve %10 Hintlilerden oluşuyordu. Ormanların içlerinde ilkel hayatı devam ettiren yerli kabileler vardı. Özellikle Malaylar ve Çinliler arasında büyük bir rekabet olduğu için bir Çinli Müslüman olsa da Malaylardan kabul göremiyordu çabucak. Başlangıçta şaşırsam da Türkiye’de de mesela Roman vatandaşların benzer şekilde kabul görmemeleri ile paralellik arz ettiğini düşününce pür din ile ilişkili olarak görülen bir konunun bile toplumsal-siyasal yönleri olduğunu anlamama sebep olmuştu. Bir de Türkiye’nin zıddına, toplumda var olan bu farklılıkların Anayasa’da tanınıp, bu gruplar için belirli tanımlar ve karşılığında haklar ve pozisyonlar belirlenmiş olmasının da nihai çözüm getiremediğini; bir taraftan asimilasyonu önlerken diğer taraftan farklılıkların keskinleşmesine de sebep olabildiğini görmemi sağlamıştı.

Son olarak Malezya’nın uzun yıllar yöneticiliğini yapmış Mahathir Muhammed’in ekonomik olarak dünya ölçüsünde meşhur olan bir uygulamasından bahsetmek gerekir. Malezya ve Tayland, 90’lı yılların hızla büyüyen Asya Kaplanları, ani olarak krize girince IMF devreye girmiş ve standart çözüm önermişti. Dünya Bankası baş ekonomisti olan ve 2001 yılında ekonomi alanında Nobel ödülü alan Prof. Joseph Stiglitz’in eleştirdiği gibi, IMF’nin standart çözümünü uygulayan Tayland krize girmiş; bu çözümü uygulamayan Mahathir ülkesini kurtarmıştı ama IMF’nin çözümüne taraftar olan yardımcısı Enver İbrahim’e yönelik asılsız sodomi iddiası ve hapis cezası almasını sağlayarak. Yakın dönemde artık doksanlı yaşlarını gören Mahathir ile Enver İbrahim’in yeniden beraber çalışmasını, yolsuzluğa bulaşan Necip Rezak yönetimini devirerek 2018 yılında yeniden başbakan olmasını, Malezya siyaseti bağlamında anlatmadan geçemeyeceğim.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —